24 Ekim 2013 Perşembe

Kemal Yılmaz’a/Kemal Abi’ye Açık Mektubumdur...

Ah Kemal abi, nedendir bilmem, çok acımasız olduğunu düşünüyorum şu anda. Tamam, bir soru sordun, doğrudur. Cevabı için seni oyaladım, oda doğrudur.
Ama şimdi, başımız bu kadar ODTÜ'lüyken, bunu alıp da sendika.org'da yazacak ne vardı?
Olsun ben taşıdım, sen de cevap yaz diyorsan, canın sağ olsun. İşte cevabım.
Ne sormuştun Kemal Abi?
Zamanında müdahale edilmediği için kaybedilen ve otopsisine de yeterince araştırılmadan “pnömoni” yazılan çocuktan bahisle:  “Bu çocuğun babası sen olsan ne yapardın?”  
***
Abi baştan söyleyeyim…
Ben o çocuğun babasıyım zaten.
İnan bunu edebi bir vurgu olsun diye yazmıyorum.
Hani Nazım Ustanın “yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” diye betimlediği o yürek acısı var ya,  tam yirmi yıldır bende ve değerli bir emanet diye saklıyorum ben onu.
Sağlık Ocağının önünde, hastane bahçesinde ne zaman yoksul bir çocuk görsem, aynı sancı ile sarılıyorum onlara, gözlerinden öpüyorum fark etmiyorlar bile.
Abi… Sende o çocuğun babasısın aslında. Sendeki de otuz yıllık sancı değil mi, bana bu soruları sorduran?
Sonra Ata Abi, Onur Hoca, İlker Abi, Şebnem Korur Fincancı, Mustafa Sütlaş, Köksal Aydın, Bedriye Yorgun, Cevher Tosun, Veysi Ülgen, Sıddık Akın, Yılmaz Bozkurt, Eriş Bilaloğlu, Osman Elbek, Ergün Demir… Her biri o çocukların ağrılı sevgisi ile vakfetmediler mi ömürlerini orta yere?
***
Abi…
Sende biliyorsun bunları, o nedenle belki yazının girişine; Dr Melike’yi, Ata Abi’yi, Onur Hocayı koymuşsun…
KKKA’nden ölen sağlık emekçilerinin de hakkını teslim etmişsin, sağol.
Abi, kanser hastası hastaya, sırf hasta sahibine kızdı diye bakmayan doktor… Kabul, buda bizim gerçeğimiz.
Peki abi, kemikleri asit kuyularından çıkan Necati Aydın…
Ankara’nın göbeğinde kör kurşunlarla gencecik bedeni dağlanan Ayşenur Şimşek…
Sivas Madamadığında cayır cayır yanan ve “Bilmek isterdim/ bozüyük bilecik arasında, bin dokuz yüz kırk yedinin martında. Tipi ve aç kurtlar saldırınca tepesinde bir telgraf direğinin/ donan gencecik hat bakıcısının hayatını.” diyen Dr Behçet Aysan...
Onları nereye koyacağız?
Hayattaki tek amacı para kazanmak olan tüccar doktorların arasına mı?
Yapma abi… Korku insana yakışır da haksızlık yakışmaz.
***
Haklısın, belki zaman zaman hepimiz korktuk yöneticilerimizden ve “Doktor hastaya vizit yapmıştır.” diye yazdığımızda oldu…
Ama abi, sen benden daha iyi bilirsin, Seher Tümer’in başına gelenleri, ak saçlı Mahmut Konuk’u… Sen seni, benden daha iyi bilirsin Kemal abi…
Şimdi elbette naif olmak iyidir, ama çektiğimiz bunca acı… Erdal Turan’ın kucağında çocuğuyla çektirdiği fotoğraflara bir bak abi… İbrahim Kara’nın gülüşü az şey mi anlatıyor sana?
Abi ben Fikret’i arayıp geçmiş olsun diyemedim biliyor musun, cezaevi çıkışı…
Evet, onu diyordum, naif olmak iyidir, ama haksızlık etmemeli insan kendine… Mücadelesine, mücadele arkadaşlarına…
Yani ne demek; Bu çocuğun babası sen olsan ne yapardın?”
Ben o çocuğun babası olsam değil, Kemal abi ben o çocukların babasıyım zaten.
Buna bütün yüreğim şahittir.
***
Ben verdiğin örnekteki gibi korkaklıklar yaşamadım diyemem, birçok mücadele arkadaşım gibi bende yaşadım, sende yaşamışsın, ama Kemal abi aynı korkak bizler Manisa’da, sizler Ankara’da, Yılmazlar Niğde’de, Vahdettin abiler Amed’de, Çetin Abiler Bursa’da, Leyla Koç’lar İstanbul’da (ne bilim saymakla biter mi) hep o çocuklara sahip çıkmak için mücadele ettik, biliyorsun. Hatalarımız, eksiklerimiz olmadı mı, oldu. Ama şiddeti hiç birimiz hak etmedik bunu bil.
O kanser hastasını reddeden doktorda, zamanında doktoru servise çağıramayan hemşire de, o 112 personeli de… Hiç birimiz hak etmedik şiddeti.
“Bazıları hak ediyor.” diyenler yanlış diyor abi. Sen bakma onlara. Hiç birimiz hak etmiyoruz, inan.
***
Kemal abi, Tolstoy bir romanında insanların nehirlere benzediğini söyler ve şöyle devam eder: Nasıl ki nehirler kimi yerde sığ, kimi yerde derin; kimi yerde dar, kimi yerde geniş; kimi yerde hızlı akıntılı, kimi yerde yavaş akıntılı ise insanlarda tıpkı böyledirler. Kimi zaman çok fedakâr, kimi zaman çok bencil olabilirler… İşte Kemal abi o kanserli hastayı reddeden doktorun davranışı dahi şiddeti haklı gösteremez.
Kim bilebilir aynı doktorun bir gün önce bir başka hasta için insanüstü bir çaba göstermediğini?
***
Sonuç olarak şunu da diyelim, bu güne kadar hasta ve hasta yakınları uğradıkları haksızlıklarla mücadele de çaresiz kaldılar. Uğradıkları haksızlıkları diyecek mecra bulamadılar. Ama inan bunun da sorumlusu biz/sağlık emekçileri değiliz…
Kimi zaman bireysel yanlışlarımız, taraflı davrananlarımız az mı oldu? Hayır. Ama bu şiddetin altında başka başka işler var, bak. Aha şuraya yazıyorum.
Abdurrahim Karakıoç’un “İsyanlı Sükut” diye bir şiiri vardır, orada; “Gitmişti makama arz-ı hâl için,/'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını./ Bir azar yedi ki oldu o biçim.../ 'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.” der ve devam eder. Büyük ihtimalle biliyorsundur o şiiri. O çaresizlik, bu coğrafyada yaşayan halkın neredeyse kaderi olmuşken; aynı halk, o makam sahiplerine yönlendirmez isyanını da adına “İsyanlı Sükut” der.
İşte o işleri iyi anlamalı Kemal abi…
Bu halk üç kesime isyanını “Sükut” etmeden ortaya koyuyor diyorum ben. 1.Mazlumlara 2. Kadınlara 3. Sağlık Emekçilerine… Neden?
Haydi, sende buna cevap ver Kemal Abi…

113 kurban yola…

Bayram da, tatili de geldi geçti. Sonuç; sekiz günlük tatil boyunca 113 kişinin yaşamını yitirdiği 624 kişinin de yaralandığını ünledi ana haber bültenleri.
Ne acı…
Dile kolay, en az 113 aileye ateş düştü, bu bayramda da…
Olayı haber olarak sunan spikerin şu sözleri ise tam ifade edecek olursak: trajikomik…
“Uyarılar bu bayramda da kar etmedi ve yaşanan trafik kazalarında, 113 kişi yaşamını yitirdi…”
Öyle bir ülkeyiz ki, Ulaşımımızın neredeyse tamamı karayolu üzerinden yapılıyor. Hükümetimiz duble yol yapmakla, belediyelerimiz çok asfalt dökmekle övünüyor ve toplumumuzda araba sahibi olmak önemli bir sosyal statü…  
İstanbul trafiği keşmekeş deniyor, ama kimse niye İstanbul gibi bir şehirde deniz ulaşımı % 4 diye soramıyor.
Böyle bir ortamda ülkeyi yönetenler trafik kazalarının önüne uyarı yaparak geçilebileceğini sanmamızı umuyor.
Allah aşkına anlayın artık uyarmakla olmuyor!
Geçenlerde Birgün gazetesinde bu konuyla ilgili bir röportaj yayınlandı. Röportaj İstanbul Teknik Üniversitesinde görevli bir akademisyenle yapılmış. Akademisyenin bölümü Trafik Mühendisliği… Röportajı yapan Önder Abay. Önder, akademisyenin ismini açıklamıyor, şöyle açıklamış bu durumu; “Son dönemde akademisyenler üzerinde başlatılan cadı avına dikkat çekmek istiyoruz ve keyfi bir soruşturma yaşamaması için akademisyen arkadaşımızın adını paylaşmıyoruz.”
Buyurun…
Alın size akademik özgürlüğün boyutlarını açık seçik ifade eden bir durum.
Şimdi bir düşünün; Ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde, İstanbul Teknik Üniversitesinde akademisyensiniz, bölmünüzün adı; Trafik Mühendisliği ve ülkede, trafik koca bir yara haline gelmiş… Yüzlerce insan bu sorun nedeniyle yaşamını yitiriyor ve siz bu konuda belki ölüm sayısını azaltabilecek çözümler sunabilecekken, bir gazeteye röportaj veriyorsunuz ve isminiz açıklanmasın istiyorsunuz.
Tüm bu yaşananlardan sonra o ülkede kim akademik özgürlükten bahsedebilir?
Sonra ana haber bültenlerinde ahlanır dururuz işte…
Ortada bir sorun var mı-var…
Ne yapıyoruz sorunu çözmek adına?
Uyarılarda bulunuyoruz.
Sonuç değişiyor mu?
Hayır…
Tekrar sorunla karşılaştığımız da yine uyarıda bulunmak hiçbir derde deva olmayacaksa ve bunu bile bile, tek yaptığımız uyarıda bulunmaksa, burada bir çaresizlik var demektir. İşte bunu görmek gerek.
Bu ülkede akademisyenler uzmanlık alanları olan konularda çözüm önermeye çekinir olmuşlar.
Bakın bu konuda en iyi örnek ise Prof Dr Onur Hamzaoğlu örneğidir.
Onur hoca, Kocaeli üniversitesinde bir halk sağlıkçıdır. İşi, halk sağlığı ile ilgili çalışmak. Öyle de yapıyor. Kocaeli’nde Dilovası denen bir bölge var bu bölgede aşırı sanayileşmeden kaynaklı çevre kirliliği oluşmuş. Halkın sağlığı tehlikede yani… Kirlilik o kadar artmış ki bu kirlilik anne sütüne kadar etki ediyor.
İşte Onur Hamzaoğlu bu kirliliği dert ediyor kendine ve ulaştığı sonuçları birçok defa resmi kurumlara yazılar, raporlar yazarak iletiyor, bir sonuç alamıyor. Ve en sonunda Onur Hoca bulgularını basınla paylaşıyor.
İşte bu noktadan sonra başına gelenler; Belediye başkanı onur hocaya hakaret ediyor ve dava açıyor. Üniversitede açılan idari soruşturmalar. O kadar ilginç baskı ve sindirme mekanizmaları devreye giriyor ki, anlatsam sayfalara sığmaz. Nitekim konu, koca bir kitap olarak yayınlandı bile.
Benzer baskılar birçok akademisyenin, halk sağlıkçının başında. Yaşandı/yaşanıyor. Beyza Üstün, İlker Belek, Timuçin Köprülü, Ertan Yılmaz, Meryem Kurtulmuş, Seydi Çelik, Özlem Özkan… Say say bitmez.
Efendim konu trafikti oradan girdik ve akademi özgürlüğünde iş kilitlendi. Şimdi neremiz doğru ki diyenler çıkabilir, haklıdırlar da çoğunlukla.
Ama ne yapalım bizimde elimizden gelen bunları yazmak, öyle yaptım bende. Sürçü lisan ettiysek affola…
Sağlıcakla…

8 Ekim 2013 Salı

Münevver’e değer biçmek…

Hangi yıldı hatırlamıyorum, 2004 veya 2005, Manisa’da bir panel/forum düzenlenmişti.
Bir restoranın alt katında düzenlenen etkinliğin tam adını da, maalesef hatırlamıyorum ama konusu; sosyal devletten uzaklaşılması dolayısıyla da eğitim, sağlık ve sosyal güvenliğin durumu vb. gibi bir şeydi.
Her neyse. Panel kısmı bitince paneli düzenleyenler dediler ki; Birazdan ikinci kısma geçeceğiz. Sizden sağlığın bu günü ve geleceği ile ilgili birkaç cümle ile katkıda bulunmanızı bekliyoruz.
SES Manisa Şubeyi temsilen orada bulunduğumdan kabul ettim.  
Uzatmayalım. Şöyle bir konuşma yaptığımı bu gün gibi hatırlıyorum.
“Eğitim ve sağlıktaki piyasalaşma hep okulların, hastanelerin özelleştirilmesi gibi bir çerçeve içerisinde sunuluyor, gerçi buda doğrudur, ancak tehlike bu çerçevenin çok üstündedir ve de büyüktür. Sağlıktaki asıl tehlike bu gün yaşanan/yaşatılan bir zihniyet değişimindedir. Bu gün hastanelerin özelleştirilmesi ve sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesi konusu işin görünen kısmı… Oysa arka planda daha ciddi değişiklikler yapılıyor. Örneğin sağlığın tanımı değiştiriliyor. Nedir sağlığın tanımı? Kişinin bedenen, ruhen ve sosyal yöntem tam iyilik halidir. İşte bu tanım değişiyor. Artık kişinin sisteme katkısı ile ilişkilendiriliyor sağlıklı olma hali ya da sağlıklı kalma hakkı.
Şimdi burada emekli ağabeylerimiz, ablalarımız var. Bu sisteme 30–35 yıl hizmet etmişler ve emekliliği hak etmişler. Bu olaya nasıl bakıyoruz? Diyoruz ki zamanında çalışarak sisteme hizmet ettiler ve artık sosyal güvenlik sistemi onlara bakmak zorunda. Emekli maaşlarını alacaklar ve hastalandıklarında tedavi maliyetlerine bakılmadan gereken özen ile tedavi görecekler. Buna hakları var diyoruz. Bizde böyle diyoruz, sistemin yöneticileri deböyle diyor… Bu gün bu ilgiyi görebiliyorlar-göremiyorlar bu ayrıca tartışılabilir ancak zihni olarak buna hakları olduğunu herkes kabul ediyor. İşte bu zihni algı şöyle değişiyor. Ali öğretmen kaç yaşında? Bundan sonra sisteme bir katkısı olabilir mi? Olabilirse ne kadar? Mevcut hastalığının sisteme yükü ne kadar? İşte bu sorulara tam bir kar/ zarar mantığı içerisinde cevaplar verildikten sonra karar verilecektir tedavisinin yapılıp yapılmayacağına…”
Dinleyicilerin, özellikle emekli olanların, kendi aralarında; olur mu hiç öyle şey dediklerini bu gün gibi hatırlıyorum. O gün için konuştuğum yerden bu tepkileri çok net gördüm ve acaba abartıyor muyum diye de endişelendim.
***
Bu gün 2013 yılına geldik ve şimdi eminim, a b a r t m a m ı ş ı m.
Bakın Münevver Karabulut cinayeti bize bu konuda, en son ve çarpıcı örneği verdi.
Cinayetten mutlaka haberdarsınız. Öldüren şahsın sosyal konumundan, ailesinin zenginliğinden vs. Çok fazla ayrıntıya gerek yok. Ancak dün haberlere konu olan gelişme benim yukarda ifade ettiğim zihni değişime işaret etmiyor mu?
Kafası kesildikten sonra çöp konteynırına atılan Münevver için mahkeme bir değer biçilmesini istemedi mi?
Ve bilirkişi neye dayanarak değer biçti?
Bir tabloya baktı, adına PMF yaşam tablosu denilen ve 1931 yılında hazırlanan bu matematiksel hesaplamalar ortaya bir sonuç çıkardı.
İşte haberlerde duydunuz. 37 bin lira gibi bir değer ve bu değerin 19 bin lirası babaya 18 bin lirası da anneye ön görüldü. Katilin ailesi bu değeri fazla buldu ve katil olan oğullarının öğrenci olmasından bahisle biçilen değerde indirim talep ettiler. Eğer mahkeme bu isteği yerinde bulursa, literatüre birde; Katile öğrenci indirimi, girecek ve göreceğiz.
***
Burada değer biçen bilirkişiyi veya mahkemeyi suçlayamayız elbette, burada bence ele alınması gereken zihniyettir.
Bu mantıkla, özel okullarda okutulmuş, mürebbiyeler ve özel şoförlerle bu güne gelmiş bir Münevver ile devlet okullarında okumuş bir Münevver bir olabilir mi?
***
İşte sağlık hizmet sunumunda da benzer tablolarla, yaşamlarımıza ve tedavilerimize değerler biçilecek, bunu görüyoruz.
İşte biz yıllardır tamda bu nedenle; sağlığın ticareti olmaz diyoruz.
Sağlıkta ticaret ölüm demektir, diyoruz.  
İşte bu nedenle, en azından eğitim, sağlık ve sosyal güvenlikte eşit olmalı yurttaşlar, diyoruz.
Son söz: PMF ölçeğinde kişinin 65 yaşında öleceğini öngören bir sistemin emeklilik yaşını da 65’e çıkarmış olması mezarda emeklilik değil de nedir?
Sağlıcakla… 

3 Ekim 2013 Perşembe

Üç yeteneğe üç EVET…

Diyorum ki şu “yetenek sizsiniz” adlı yarışmaya bende katılayım. Çıkayım Acun Ilıcalı’nın karşısına, ama en çok Acun Ilıcalı’nın karşısına, göstereyim yeteneğimi…
Kim bilir belki üç evet alırım ve öylece uğurlarlar beni.
Hülya Avşar yıldızlı bi evet yapıştırır suratıma ve Eser Yenenler kilomdan bahisle, beni sempatik bulduğunu ancak yeteneğimin de yabana atılmayacağını söyleyerek; bende evet diyorum, deyiverir belki.
Aslında bekliden ziyade kesin.
Yani sanırsam, galiba, kesin!
***
Gelelim yeteneğime…
Efendim sabır taşını çatlatacak bir sabretme yeteneği var bende.
Bakın İstanbul’da Hasan Ferit Gedik dört kurşunla vuruldu ya, ben ne yaptım biliyor musunuz?
Tek yaptığım, bu haberi sosyal medyadan paylaşmak…
Ve bu paylaşımın verdiği cesaret(!)le başladım diğer arkadaşlarımın paylaşımlarını kurcalamaya… Kim paylaşmış, kim paylaşamamış, tuttum çetelesini…
Sonra Hasan Ferit Gedik’in hastane odasına teknisyen kılığında girenlerin videosu düştüğünde ortamlara, sokaklara dökülüp, bağır bağır bağırmadım…
Gencecik bir fidanı kör kurşunlara getirdiler de birde delilleri karartıyorlar, ey ahali diye haykırmadım, sadece sosyal medyadan paylaştım bu videoyu…
Hepsi bu…
***
Sabrın sonu selamettir kavlinden bir halde, Hasan Ferit’in cenazesini taşıyan kelpçeli bir baba eliyle karşı karşıya kaldığım andı. Hasan Ferit’in babasının eliydi bu.
Ve kelepçeliydi…
Gerçeği söylemek gerekirse ki gerekir,  bu resme biraz olsun kahrettim, ama çok değil birkaç dakika sonra ağız dolusu gülebildim mesela, okuduğum bir Bektaşi fıkrasına…
Belki sorun gülüşüm değil, doğrudur insan her durumda gülebilmelidir beğendiği bir fıkraya…
İyi de, aynı ağız doluluğu ile niye ağız dolusu bir küfür savuramaz, genç bir fidanı öldürenlere, katillere?
İşte burada bir yetenek var gibi geliyor bana…
Sabır yeteneği…
***
Ne diyordum yetenekli olduğumdan bahisle; sabırlıyım, dedim değil mi, bence birde korkaklığım eklenmeli buna…
İşte yukarda da yazdım Hasan Ferit’in katillerine bir ağır küfür etmekten bile imtina edişim.
Söyleyin Allah aşkına bu korkaklık değil de nedir?
Bir mahalle düşünün; uyuşturucu kaçakçılarının güpegündüz adam öldürdüğü, öldürülen gence cenaze töreninin çok görüldüğü bir “ötekiler” mahallesi…
Neymiş gergin bekleyiş sürüyormuş…
Neyin bekleyişi?
Hangi Hak razı olur bir mevtanın, hemde gencecik bir delikanlı bedeninin, hak ettiği bir cenaze merasiminden mahrum bırakılmasına?
Ve hangi Halk böyle bir durum ile karşı karşıya iken bu derece suskun kalabilir?
İşte ben dahil bir çok insanın bu durum karşısında hakkıyla bir tepki koyamıyor olmasında; ele alınması, incelenmesi gereken bir korkaklıkta bayağı bir yetenek diyorum ben…
Korkaklık yeteneği…
***
Şimdi diyeceksiniz ki, çıktın yüce jürinin karşısına ve hakkıyla anlatabildin yeteneklerini, öyle ya kimi anlatamayabilir, sen anlattın… Sonra jüri en Hülya haliyle sorsa, dese ki; ikinci turda ne yapacaksın?
İşte ona da hazırlıklıyım.
İkinci turda riyakârlığımla karşınızda olacağım derim.
Bakın açıklayayım. Hasan Ferit’ten bahsediyorduk oradan devam edelim, zira üç gün oldu bedeni buluşamadı toprakla Hasan Ferit’in, Babası kelepçeli geldi oğlunun cenazesine de bir kürek toprak atamadı oğlunun üstüne, yüreğini soğutamadan gitti girdi dama…
İşte o Hasan Ferit konusu, sabah kahvaltı ederken işyerinde bir televizyon kanalınca haber edildiğinde misal, için gürül gürül kan ağlarken, şimdi iş arkadaşların ne düşünür diye vaz geçmişsen tepki koymaktan…
Al sana bundan büyük riyakârlık mı olur?
Bunların hepsi yetenek bence…
Ve bu yetenekler bende var…
Ne dersiniz siz; şimdi bu yazıyı buraya kadar okuma sabrını gösterenler, önemli yetenekler değil mi bunlar?
Siz jüri olsanız verirmiydiniz “Evet”lerinizi…

Sağlıcakla… 

1 Ekim 2013 Salı

Sağlıkta Sihir Dönemi Bitiyor…

Sağlık sistemimizin “sihirli” rakamları açıklandı, duydunuz mu?
Siz duymadıysanız bile İngiliz avam kamarası duydu.
Sadece duymakla kalmadı, birde ağızları açık kaldı.
Şaşırdılar yani…
Nasıl şaşırmasınlar…
Yılda 90 Milyon acil vakamız var.
Evet, yanlış duymadınız 90 Milyon…
Yani nüfusundan daha fazla acil hasta bakan tek ülkeyiz.
Dünya birincisiyiz…
Ayakta tedaviler yılda; 700 Milyon…
Nüfusun on katı…
Bu neredeyse kişi başı başvurunun ona çıkması demek.
Meşhur sağlıkta reform başlamadan önde bu sayı 4 civarındaydı…
Yeter mi?
Elbette yetmez.
Bakın İngiliz avam kamarasının şaşırdığı birkaç rakam daha; Yılda 10 Milyon MR çekimi… 2 Milyar kutu ilaç...
Tam bir tetkik ve ilaç bolluğu…
İşte İngilizler bu sihirli rakamları duyunca nedir bunun aslı demişler ve bir akademisyen çağırmışlar ve ondan bilgi almışlar.
Çağrılan akademisyen, Türk Oftalmoloji Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Süleyman Kaynak.
Kimdir diye ufak bir araştırma yaptım, nerdeyse bine yakın yayını var, İngilizler birini durup dururken çağırmıyorlar demek ki…
Hoca toplatıda anlatmış, bende TTB’nin web sayfasından okudum.
Bakın neler demiş neler…
Günde 100–120 hasta bakan hekimler, hastaya zaman ayıramadıkları için çok sayıda tetkik ve çok sayıda ilaç yazıyorlar demiş.
Doğru.
Bakınız 10 Milyon MR, 2 Milyar kutu ilaç…
Hoca devam etmiş; bu durumdan hastalar “mutlu” fakat diye de eklemiş…
Bu mutluluk gerçeğe dayanmıyor!
“Hekime ulaşmak kolaylaştı ama gerçek tedaviden uzaklaşıldı.”
Hasta memnuniyeti anketleri de bunu doğrulamıyor mu?
Sağlığa yılda 1000 Dolar harcıyor(sağlıkta dönüşümden önce bu rakam 500 Dolar civarındaydı) hastadan % 75 memnuniyet elde ediyoruz. 
Aynı parayı harcayan ülkelerde bu oran % 25...
Aynı memnuniyet oranını tutturan Finlandiya, sağlığa yılda 4000 Dolar harcıyor. 
Yani biz 4 kat daha az harcıyor ancak üç kat daha fazla memnuniyet elde ediyoruz.
Ticari bir mantıkla bakarsanız çok karlı bir yatırım öyle değil mi?
Ancak her zaman söylüyoruz, tekrarda fayda var; sağlıkta ticaret olmaz… 
Çok para harcayan çok sağlıklı olur diye bir kural yok.
Şunu demek istiyorum.
Hekime ulaşmak kolaylaşmış ancak tedaviden, yani gerçek tedaviden uzaklaşılmış ise hasta hak ettiği tedaviye ulaşamıyor demektir.
Hasta doktora gidiyor geliyor ve bir sonuç elde edemiyorsa… Sağlık emekçisinin ve hekimin itibarı kalmaz. Bunu itibarsızlaştırma işinde yöneticilerde görev alır; alın size doktor ayağınıza geldi. Beş dakikada muayene eder, on dakikada ilaca ulaşırsınız, derse.
İlk başta hasta bundan memnun olur ama bir süre sonra…
Başlar birinci derecede muhatabı olan hekime şiddet uygulamaya…
Bakın bu konuda da Süleyman Kaynak hocaya bırakalım sözü…
“Sağlık sisteminin bu aşırı yüklenmesi, tarihin en kutsal ilişkisi olan hasta hekim ilişkisini de bozmakta ve bu durum da yöneticiler tarafından hekimi itibarsızlaştırıcı sözlerle desteklenmektedir. Bu nedenle hastalar ve yakınları herhangi bir şekilde isteklerini  yerine getiremeyen veya hastalık prognozundan memnun kalmayan kişilerce hekim ve diğer sağlık personeline taciz ve saldırılar olmaktadır.   Son altı aylık dönemde sağlık personeline 6580 den fazla kayıtlı saldırı vardır ve bunların 2/3’ü doğrudan tedavi yapan doktora yöneliktir.  Bu çözülmesi gereken sihirli rakamlardan birisidir.”
Demek ki neymiş, sihir diye bişey yokmuş, onun adı illüzyonmuş.
Yani el çabukluğu marifet…
Sağlıcakla…