28 Aralık 2010 Salı

İLANEN DUYURULUR


Değerli vatandaşlar sevgili üniversite öğrencileri,

23.12.2010 tarihi itibariyle Cumhuriyeti koruma görevi gençlerden alınmış Manisa Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Mehmet PAKDEMİRLİ beyefendiye verilmiştir.

İş bu görev Sayın rektör tarafından bizzat üstlenilmiştir.

Bu görevin Sayın Rektörde olduğu ilanen ulusal kanalarda duyurulmuş, tebliğ edilmiştir.

Bu tarihten sonra sayın rektör bakacak, korunması gerekiyorsa koruyacak.

Gerekmiyorsa korumayacak.

Eğer herhangi bir konuda yetersiz kalırsa uygun gördüğü kişilere görev verecek, uygun görmediği kişilerin görevlerini ellerinden alacaktır.

Hâşâ bu tarihten sonra üniversite içinde herhangi bir kişi, Sayın Rektör görev vermeden, bir işe kalkışır, kendine herhangi bir konuyu iş edinir, eksik-fazla yapmaya çalışırsa, bu kişilerin kimlikleri toplanacak üniversiteden derdest edilecek.

Bu taahhüt sayın rektörün kendisince verilmiş bulunmaktadır.


Not: Bundan önceki taahhütler tedavülden kaldırılmıştır.

***

Değerli Üniversite Öğrencileri ve Sevgili Manisa’lılar,

28.12.2010 tarihi itibariyle üniversitede protesto eylemleri yapanlar “Provekeci” öğrencilere destek veren siyasiler “Muz Cumhuriyeti Savunucuları”, sendika yöneticileri de “Sendika Ağası” ilan edilmiştir.

Bu ve diğer konularda kişilere gerekli isimleri takma görevi ise AKP Manisa İl Başkan Yardımcısı İsmail Aydın’a verilmiştir.

Sayın Aydın bahse konu tarihten itibaren uygun gördüğü mevkideki kişi ve kurumlara, münasip isimler verecek, daha önce verilmiş isimleri gerekli görürse geri alacaktır.

İş bu görev Sayın Aydın tarafından bizzat üstlenilmiştir.

Sayın Aydın’dan habersiz herhangi bir kuruma unvan veren, isim yakıştıranlar tespit edilecek ve Sayın Aydın tarafından bizzat verilen, demokrasi derslerine devam etmeleri sağlanacaktır.

Bu demokrasi derslerini aldıktan sonra hala üniversite öğrencilerine destek vermeye kalkan; parti, sendika veya dernek tespit edilirse bu kişilere “Sizi Allah Islah Etsin.” Denilecek ve HEK’e(1) ayrılamak üzere ilgili kuruma sevki sağlanacaktır.

Not: Bundan önceki isimler, unvanlar Sayın Aydın uygun görmediği sürece kullanılmayacak bir süre isimsiz olarak kabul edileceklerdir.


Duyarlı Manisa Kamuoyuna İlanen Duyurulur.


Sağlıcakla…


(1) HEK: Harap Edilmiş Kullanılamaz.

28.12.2010

Hususi kurtlar ve kavun gibi tatlı kazlar…

“Vatandaşı tabiri caizse yolunacak kaz gibi görmeyin.”

Bu sözleri 2005 yılı ağustos ayında, bir özel hastanenin açılışında, Başbakan söyledi.

2010 yılı aralık ayında bu konuşmadan tam beş yıl sonra hastaneler gece tarifesine geçtiler.

Anadolu da bir tabir vardır; “Kavun tatlı ben napim?” diye.

Sanırım özel hastane patronları da kendi aralarında son yaşanan gece tarifesi konusunu böyle bir tabir kullanarak AK’lamışlardır.

* * *


Eskiden Taksilerde gece on ikiden sonra gece tarifesi olurdu. Bu tarife iki katı ücret demekti. Gece on iki de başlar sabah son bulurdu.

Vatandaş misafirlik dönüşü taksiyle dönmeyi planlıyorsa “Gece tarifesine kalmayalım.” derdi.

* * *


Özel hastanelerin bir kısmı kavunun tatlılığından olsa gerek gece tarifesine geçmişler.

Ama öyle bir gece tarifesi ki sormayın, gece 12 yi beklemiyor. Kiminde öğlen 12 de başlıyor, kiminde akşamüzeri...

* * *


Olay, Radikal gazetesinin bir muhabirini özel hastane muayenesine göndermesiyle ortaya çıkıyor. Hastane hasta/muhabire; “Uzman hekime muayene olmak ister misin?” diyor, olumlu yanıt alınca gece tarifesinden bahisle 67 TL ödemesi gerektiğini söylüyor. Sadece muayene ücretinde değil, tahlil, film vs her türlü işlem için uygulanıyor bu gece tarifesi…

Birkaç gün sonra aynı hastaneye gündüz başvuran hasta/muhabir bu sefer 20 TL ilave ücret ödüyor.

* * *


Biz küçükken şehirden ilçeye otobüsle gelir oradan da köye taksi ile giderdik. Eğer taksiyi hususi tutarsan hiç beklemez, biner gidersin ve 5 kişilik ücret ödersin. Yok, hususi olmasın dersen bekler ve tek kişilik ücret ödersin. O yüzden otobüsten iner inmez sorardı taksiciler “hususi mi?” diye…

* * *


Ee ne var bunda, hususi hastaneye gidersen ücret ödersin demeyin.

Burada olay başka, fikir başka…

İşte fikir başka olunca, mantık tersten kurulunca, sorun ortaya çıkıyor.

Yoksa Aşık Veysel’in dediği gibi; “ Koyun kurt ile gezerdi. Fikir başka başk'olmasa ...”

Buradaki hususi hastanelerin durumu şu; bunlar hususi olma özelliğinden bir bakıma vazgeçmiş SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) ile sözleşme imzalamışlar. Yani SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığının birleşmesi ile oluşan SGK ile...

Demişler ki biz kamu hastaneleri gibi vatandaşa hizmet verip ücretini de SGK’dan alacağız.

Yani hususi taksi olmaktan çıkıp dolmuş/taksi olmuşlar…

Ama kavunun tatlılığından olacak ilçeden köye gidecek garibana diyorlar ki; sen hususi değilmiş gibi taksi dolana kadar bekle ama hususi ücreti öde…

Hal böyle olunca koyun kurt ile gezemiyor.

* * *


O halde bir mekanizma oluşturmalı ve koyunu kurda boğdurtmamalı...

İşte bu o kadar kolay değil. Neredeyse kuzuyu kurda emanet etme durumu var.

2005 yılında Başbakan o konuşmayı yaptıktan sonra köprülerin altından çok sular aktı.

Uygulama ilk çıktığında özel hastaneler ilave ücret alamayacak dendi.

Bir yıl sonra yüzde beş, bir yıl sonra yüzde otuz, en sonunda da yüzde yetmişe kadar ilave ücret alabilirler dendi.

Belirlenen ücretler dışında ücret alan hastaneler tespit edilirse SGK bu hastanelerle olan sözleşmesini fesh edecekti buda değişti, yerine para cezası kondu…

İşte o akan sular bizi gece tarifesi noktasına getirdi. Konu ulusal gazetelerin manşetine taşınınca SGK inceleme(!) başlattı.

Ne olacak?

İn-ce-le-ne-cek…

Sağlıcakla…

23.12.2010

Sağlıkta "Yetmez ama evet" dönemi...

Sağlık sisteminde önemli artçı depremler oluyor. Bu artçıların bir kaç tanesi de Manisa'da yaşanıyor.

Şimdilik sadece sağlık çalışanlarınca hissedilen bu artçı depremler büyük bir fay hattı üzerinde meydana gelen önemli ve korkutucu hareketlenmeler olarak kayda geçmelidir.

Evet geçen Aralık ayı başlarında Merkezde iki adet Toplum Sağlığı Merkezi kapatıldı, kapatılmayanın da kadrosu azaltıldı.

Bu ne demek?

Bu, yüz bin kişiye 5 Çevre sağlığı teknisyeni bakıyordu ama artık üç yüzbin kişiye 2 Çevre Sağlığı teknisyeni bakacak demek.

Bu, yüz bin kişiye 6 Ebe bakıyodu ama artık üç yüzbin kişiye 1 Ebe bakacak demek.

Bu yüz bin kişye 4 Hemşire bakıyordu ama artık üç yüzbin kişiye 2 Hemşire bakacak demek.

Bu Yüz bin kişiye 4 Laborant bakıyordu ama artık üç yüzbin kişiye 1 Laborant yeter demek.

Bu yüz bin kişiye 4 Doktor bakıyordu artık üç yüzbin kişiye 3 Doktor yeter demek.

Bu yüz bin kişiye 1 Eczacı, 1 Psikolog, 1 Sosyal Çalışmacı, 1 Diyetisyen, 1 Sosyolog, 2 Tıbbi Teknolog bakacaktı ve malesef bu mesleklerden kimse TSm lerde bulunmuyordu ancak bundan sonra TSM lerde üçyüzbin kişiye bu olmayan meslek mensupları hizmet verecek demek.

Ne oldu, halkın sağlık hizmetine olan gereksinimi mi ortadan kalktı yoksa siz bu işleri gerksiz mi görmeye başladınız?

Tabi işin kolayı bulunmuş, adına hasta hakları denen bir kavram koymuşsunuz ortaya, vatandaş şu doktor bana yan gözle baktı, şu hemşire iğnemi yaparken canımı yaktı, şu kişi işe geç geldi şikayetleri ile oyalana dursun yeter...

Yarın salgın çıkınca da bir ekip kurarsınız. Salgın geçene kadar numune aldık, laboratuvara gönderdik falan derken gündem değişir konu hallolur, oh ne ala memleket...

Halbuki hasta hakları deyince akla en başta dört tane bildirge gelir.
Açın bakın Sağlık Bakanlığı Hasta Hakları web sayfasını (http://sbu.saglik.gov.tr/hastahaklari/giris.html) karşınıza bu belgeler çıkar; Lizbon bildirgesi, Bali Bildirgesi, Amsterdam Bildirgesi, Hasta Hakları Avrupa Statüsü...

Açın bakın Bali bildirgesi madde 1 a) Her insan ayırımcılık yapılmaksızın yeterli tıbbi bakım görme hakkına sahiptir.
Açın bakın Amsterdam Bildirgesi madde 1.6.Herkes hastalıkların önlenmesi ve sağlık bakımı için yeterli ölçüde çaba gösterilerek sağlığının korunması ve kendisi için edinilebilir en yüksek sağlık seviyesine kavuşma fırsatı hakkına sahiptir.

Açın bakın Hasta Hakları Avrupa Statüsü; Hastalıklara Karşı Ön Dört Hakkın birinci maddesinde " 1.Koruyucu Tedbirlerin Alınması Hakkı: Her bir birey hastalıktan korunmak için uygun hizmet (tedavi) alma (görme) hakkına sahiptir. Bu amaca ulaşmak için sağlık hizmetlerinin görevi, risk taşıyan çeşitli grupların düzenli aralıklarla ücretsiz olarak sağlık hizmetlerinden ve bilimsel araştırma sonuçları ile teknolojik yeniliklerden herkesin yararlanmasını sağlamaktır."

Yukarda sayamadığım bir sürü hak belgesi; açın bakın, okuyun hepsi benzer haklarla doludur.

Ama işin kolayı bulunmuş.

İktidar partisine yakın biri iseniz hele hele başhekim yardımcısının cep numarası varsa elinizde, önce acildeki sağlık memurunu bir gerekçe ile terslersiniz sonra ararsınız başhekim yardımcısını cepten, çıkar gelir. Başlar sizin adınıza sağlık personeline emretmeye. Ezmeye... Ne de güzel egolarınızı okşatmışsınızdır.
Ne hoş bir tatmin yoludur o...

Helal olsun size de düzeninize de...

Oysa sağlık hakkı, hasta hakkı kavramları bunlar değil.

2007 yılında başlamıştı bu süreç. O günlerde itiraz etmiştik ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin yok edildiğini söylemiştik.

2007 14 Martında temsili bir tabutla Ağız Diş Sağlığı Merkezi önünden İl Sağlık Müdürlüğüne yürümüştük. Tabutun önünde giden arkadaş bir adet sağlık ocağı resmi taşıyordu.

Tabutta da sağlık ocağı…

O gün orada yaptığımız basın açıklamasında “Eğer engel olunmazsa birinci basamak sağlık hizmetleri yok edilecek, koruyucu sağlık hizmetleri aksayacak. Özelleşecek.” demiştik.

Tıpkı bu günkü gibi “Uykusu Derin bir Şehir” karşılamıştı bizi.

Aradan bir yıl geçmiş. Aile hekimliği sistemi getirilmiş ve sağlık ocakları kapatılmıştı. Bütün sağlık ocakları aile hekimlerine kiraya verildiği halde sağlık ocakları tabelalarını indirmemişlerdi.

Vatandaş fark etmemişti bile bu değişimi.

Yine itiraz ettik.

Duramadık.

2008 14 Martında yine İl Sağlık Müdürlüğü önündeydik. Bu sefer bir tabut yoktu ama sağlık ocakları kapatılmıştı ve biz sağlık ocakları için lokma döktürdük. Sağlık ocakları siteminin kurucusu olan Nusret Fişek hocanın yol arkadaşları olarak bir son görev/protesto gerçekleştirdik.

Ama yine olmadı...

Lokmanın yağlı oluşunun verdiği ağırlıktan mı yoksa alışkanlıkla mı bilinmez, lokmayı yiyen devam etti derin uykusuna.

Ardından katkı payları geldi. Birinci basamak dâhil bütün sağlık kurumlarında katkı payları dönemi başlamıştı. Almanya’da “Ayak Bastı Parası” denen bu uygulama kabul edilemezdi.

Kabul etmedik...

Yine itiraz ettik.

Devlet, fakir diye yeşil kart verdiği kişiden, bütünüyle ücretsiz olması gereken birinci basamak sağlık hizmetlerinmden bile katkı payı alıyor bu olmaz dedik.

Dava açtık.

Mahkeme lehimize yürütmeyi durdurma kararı vererek birinci basamakta katkı paylarına dur dedi. Birinci basamak sağlık kuruluşları bu karardan sonra yani SES’in açtığı davanın sonucunda ücretsiz oldu.

Hükümet ne yaptı?

Sanki bu durum kendi iradesiyle gerçekleşmiş gibi, büyük büyük ilanlar hazırlattı; “Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri Ücretsiz.” diye...

Aile hekimliği uygulaması başladığında Manisa merkezde üç adet Toplum Sağlığı Merkezi(TSM) açıldı. Daha doğrusu açılmış gibi yapıldı. İlk önce Sağlık Müdürlüğünün alt katı verildi 1 Nolu TSM ye. Olmadı eski 1 Nolu Sağlık ocağına taşındı. 2 Nolu TSM Karaköyü mesken tuttu. 3 Nolu TSM ise sadece kâğıt üzerinde kaldı, bir türlü oluşturulamadı.

Yani her biri yüz bin nüfusa bakacak bu merkezler adeta kaderlerine terk edildi.

En az ek ödeme buralarda çalışanlara verildi. Yetmedi geçici görevlere, aşılara ve her türlü zor göreve buranın personelleri koşturuldu.

O dönemde de yine sokaklara çıktık. Basın açıklamaları yaptık. Kokart taktık. İtiraz ettik.

Yıl 2010 Kasım ayı iki TSM birden kapatıldı. Hem de hiçbir makul gerekçe gösterilmeden. Adeta açamadık bari kapatalım dendi.

Artık Manisa’nın birinci basamak sağlık hizmetlerine yani 300 bin nüfusa tek Toplum Sağlığı Merkezi bakacak…

Hem de kadroları azaltılmış, geçici görevlendirmelerle uslandırılmış, yorgun bir TSM ile yoluna devam edecek Manisa ili... Ve birinci . basamak sağlık hizmetleri...

Kolay gelsin...

2008 yılında 100 bin nüfusa bir TSM yetmez diyorduk, madem yetmez 300 bin nüfusa baksın dediler.

Ne dersiniz; Evet mi diyelim, Hayır mı?

Yoksa “Yetmez ama Evet mi?”

Sağlıcakla…

17.12.2010

11 Aralık 2010 Cumartesi

Torbaya konan yasalar…

Yeni ve çıkması muhtemel torba yasa tasarısının adını biliyor musunuz?

“Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu Ve Diğer Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı.”

Adı üzerinde bir torba yasa tasarısı.

İçerisinde ne yok ki?

Devlet memurlarının disiplin amirlerinden tutunda, meslek liselerinde okurken staj yapan gençlerin alacağı ücrete, Genel Sağlık Sigortası ile ilgili düzenlemelerden, esnek ve kuralsız çalışmaya varıncaya kadar her şey.

Yasa tasarısını indirip okumak isterseniz tam yüz altmış üç sayfa, yetmiş bin iki yüz seksen üç sözcük.

Hem de ne sözcükler var içinde. Örnek: tevkifat, tarhiyat, muhtasar, ihtirazi kayıt, iblağ, emtia, topaz, fer’i alacak vb…

Ne diyorlar bu yasalarda, bizi ilgilendiren bir bölüm var mı içinde diye merak edip açsanız, ilk önce iktisat, sonra hukuk okumanız yetmedi ardından da büyük bir Osmanlıca sözlük indirmeniz gerekecek.

Neyse ki sendika uzmanlığı diye bir meslek var. Erkan Aydoğanoğlu almış taslağı incelemiş tabi uzman, demin dediğim konulara vakıf, bir değerlendirme yazmış. Ben de yüz altmış üç sayfa, yetmiş bin iki yüz seksen üç sözcükten oluşan asıl taslağı bırakıp uzmanımızın on sayfa dört bin iki yüz bir sözcükten oluşan değerlendirmesini okudum.

Okuduğum bölümlerden bir kaçını buradan aktarayım. Özetin özeti bir bakıma…

MADDE 23… Bu güne kadar asgari ücret 16 yaşından küçükler ve 16 yaşından büyükler diye belirleniyordu. Değişiklikle asgari ücret; 18 yaşından büyükler ve 18 yaşından küçükler olarak belirleniyor. Yani gençler iki yıl daha az paraya çalışsınlar deniyor.

Halen 16 ve 17 yaşında olanlar iki yıl daha ayda 80 TL az ücrete razı olacaklar demek oluyor.

MADDE 54… Bu madde de yapılan değişiklikle; meslek liselerinde okuyan öğrencilere staj sırasında ödenen ücretin düşürülmesi söz konusu.

Nasıl yapılıyor?

Bu durumdaki gençlere halen “Asgari ücretin % 30’undan daha az ödenemez.” İbaresi değiştiriliyor ve “Asgari ücretin net tutarının % 30’undan daha az ödenemez.” Denerek gençlerin aldıkları ücret düşürülerek murat edilen gerçekleştiriliyor.

MADDE 59… Söz konusu değişiklikle 18–29 yaş arası gençlere istihdam olanakları sağlanmaya çalışılıyor deniyor.

Nasıl?

Belli kriterlere sahip 18–29 yaşa arası gençleri işe alan işverenlerin o işçilerle alakalı sigorta primi vb gibi ödemeleri işverenden alınmıyor.

Nereden alıyor?

İşsizlik sigortası fonundan… Yani işçilerin emekleri ile oluşturdukları fon bir bakıma patronlara vergi indirimi şeklinde yansıtılıyor.

“Ama işsizliğe çare olsun diye yapılıyor” diyenler yanılıyor. Çünkü yeni istihdam alanları açılmıyor. O halde bu vergi indiriminden yararlanmak isteyen patron ne yapacak?

Bu konuda Erkan Aydoğanoğlu’nun değerlendirmesi şu şekilde; “Bu düzenleme yürürlüğe girdiğinde, işverenler prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar deneyecek. 29 yaş altında olanları daha çok istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışacak. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması neredeyse imkânsız hale gelecek. Bu uygulama sanıldığının aksine istihdamı teşvikten çok, özellikle 30 yaş üzerindeki işsizlerin istihdamını neredeyse imkânsız hale getirecek.”

MADDE 75… bu madde 657 sayılı yasanın 91. Maddesinde yapılacak bir değişiklikle ilgili. Diyor ki; Kadrosu kaldırılan memurlar, en geç altı ay içinde kendi kurumlarında niteliklerine uygun bir kadroya atanırlar. Bunlar, atama işlemi yapılıncaya kadar kurumlarında niteliklerine uygun işlerde çalıştırılır ve yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait malî haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam ederler. “

Eski kadrolarına ait mali ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam ederler. Güzel.

Ne zamana kadar?

Atama işlemi yapılıncaya kadar.

İşte bu konuda da Erkan’ın bir uyarısı geliyor; 657 sayılı DMK’nın 4-C maddesi yukarda belirtilen işlemin bizzat yapıldığı bir düzenlemedir. Özelleştirilen kamu işletmelerindeki kamu işçileri, 4-C kadrosuna geçene kadar özlük haklarını ve ücretlerini tam almış daha sonra işçilerin 4-C’ye geçirilmesi ile ücret ve özlük haklarında yarıdan fazla kayıp yaşanmıştır. Taslağın 4. maddesi dikkatli okunduğunda “kadrosu kaldırılan memurlar”ın “yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait malî haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam” edeceği belirtilerek, “yeni bir kadro” ifadesi ile ne kastedildiği tam olarak anlaşılamamaktadır.

Tekel işçileri atama işlemleri yapılıncaya kadar hak kaybı yaşamadılar taki 4C’ye atanana kadar.

Tasarıda bahsi geçen, esnek çalışma, kuralsız çalışma, memurların disiplin amirlerinin değişmesi konusu, kurumlar arası geçici görevlendirmeler konularına giremiyorum bile.

Şimdi siz polisin üniversiteli gençlere neden bu kadar sert müdahale ettiğini merak ediyorsanız ve anlamaya çalışıyorsanız ben bu torba yasa ile bu müdahaledeki sertliğin bağlantılı olduğunu düşünüyorum…

Torbadan bizler için ne çıkacak acaba diye bakanlara söyleyebileceklerim şimdilik bunlar.

Sağlıcakla…

10.12.2010

5 Aralık 2010 Pazar

Doktor bu ne? !!perdón! dottore (Doktor Pardon)

SES Manisa Şube Üyesi Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi Doktorlarından Dr Özcan Sakıncı altı ay tutukluluktan sonra serbest bırakıldı.

Yani devlet bir bakıma “Doktor Pardon” dedi.

Önce evini bastı, evinde bulunan birkaç dergi, bir iki kitap vs'ye dayanarak, Doktor bu ne? dedi. Altı ay sonra serbest bıraktı.

Altı ay önce silahlı terör örgütü üyesi olmak suçlaması ile sabaha karşı saat beşte evinden alınan ve altı ay cezaevinde tutulan üyemiz, geçen Cuma günü yani 26.11.2010 günü görülen duruşmasında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Peki, ne oldu da gözaltına alınan ve altı ay tutuklu kalan arkadaşımız serbest bırakıldı?

Mahkeme heyetinin dediğine göre; sanıkların delilleri karartma ihtimalleri kalmadığından tutuksuz yargılanmalarına…

Delillerden kasıt birkaç dergi, bir iki kitap, kendi aralarında telefon görüşmeleri ve bir de fotokopi bir belge…

Başka delil?

Yok…

Hâkim tahliye kararını okuduğunda salondaki sevinci görmeliydiniz.

Bense yaşanan sevincin aksine üzüldüm.

Sanki biri yüreğimi ellerinin arasına almış, sıkıyordu, sıkıyordu...

Sevinenlere, böyle bir duruma sevinmek zorunda kalacak kadar çaresiz kalan dostlarıma üzüldüm...

Düşünün; Bir mahkeme, birkaç dergi ve bir iki kitap, bir de fotokopi bir belge...

Sabaha karşı saat beşte polis evinizi basıyor hem de öyle böyle değil birkaç panzerle ve onlarca polis... Ve sizi, eşinizi; dergi ve çoğu tıpla ilgili kitaplarınızı tutuklayıp götürüyor...

Sendika olarak emniyete gittiğimizde; gizlilik kararı var avukatlar bile görüşemez deniyor.

Sonra tutuklanıyorsunuz ve cezaevine konuyorsunuz.

Aradan altı ay geçiyor ve sendikamızın avukatı “Efendim bu dava skandal bir davadır. Artık bu tür davaların açılması bile üzücüdür. Müvekkilim çocuk doktorudur, toplumda saygın bir kişidir. Kaçma ihtimali yoktur. Birkaç dergi ve bir iki kitap bir de nereden nasıl elde edildiği, sahte mi gerçek mi olduğu belli olmayan bir belgeye dayanarak altı aydır içerde tutuluyor. Müvekkilimin tahliyesini talep ediyorum.” Ve mahkeme, 15 dakikalık bir aradan sonra, karar veriyor.

"Bütün delillerin toplandığı görülmüş olup sanıkların delilleri karartma ihtimali olmadığından, söz konusu belgenin mahiyeti hakkında içişleri bakanlığına yazı yazılmasına ve sanıkların tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesine…”

Dedim ya salonda büyük bir sevinç. Bizim doktoru göreceksiniz nasıl mutlu, sanki tıp fakültesini yeniden kazanmış. Kendi deyimiyle mordoğan bir çocuğun ağlama sesini duyduğunda hissettiği mutluluk var üzerinde, etrafa öpücükler gönderiyor. Bir de babasına sakin ol işareti yapıyor. Bunca heyecana yüreği dayanmaz diye korkulan babasına...

Düşünün çocuğunuz üniversite sınavında ilk bine girmiş, tıp fakültesini hem de ülkenin en iyi tıp fakültelerinden birini kazanmış. Yetmemiş dünyanın en zor sınavı diye tabir edilen Tıpta Uzmanlık Sınavında (TUS) yüzüncü olmuş. Daha yeni çocuk doktoru çıkmış...

Bir duyuyorsunuz ki çocuğunuz evi basılarak tutuklanmış…

Niye?

Herhangi bir gazete bayisinde bulunabilecek yasal bir derginin birkaç sayısı, bir iki kitap ve nereden geldiği, nasıl elde edildiği dahi bilinmeyen, fotokopi bir belge yüzünden.

Sonra altı ay süren ceza evi, hücre, tecrit…

En sonunda mutlu(!) ara karar; tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor.

Dava sırasında iki, üç defa Özcan’ın babasına baktım; yıkılmıştı, sakin olmaya çalışmaktan başka sıkıntısı yok gibiydi. Yüzüne baksanız, içinde kopan fırtınaya kalbi dayanmayacak zannedersiniz.

Kim bilir ne kadar zordur bir baba için oğluyla ilgili verilecek kararı beklerken geçirilen 15 dakika...

Tutuksuz yargılanan biri adres tespiti sırasında; “Adresim değişti efendim” diyor ve ekliyor “Gözaltı sonrası değiştirmek zorunda kaldım.”

İçim cız etti...

Büyük bir şamata ile sabaha karşı saat beşte eviniz basılıyor ve gözaltına alınıyorsunuz. Emniyete çağrılsanız gidebilecekken, illa sabaha karşı saat beşte gelen ve çok önemli bir suçluyu gözaltına almış gibi davranan bir kaç araba polis... ve o mahallenin en büyük gündemi olan siz... Şimdi barınabilirsen barın o mahallede…

Adamcağız da taşınmış.

Taşınmak zorunda kalmış.

Verilen kararların, gözaltıların arka planları ne kadarda trajik…

Şu işte diyecekler, “Geçen gün sabaha karşı saat beşte evi basıldı. Yargılanıyormuş.”

Sağlıcakla…
03.12.2010

Aşının ithali biber gazının yerlisi

Yoksa siz de ilerde biber gazı maliyetini arttıracak çocukların yerli aşı vurulmaları yerine yerli biber gazı ile etkisiz hale getirilmesinden yana mısınız?

Seksenli yılların ortalarında o zamanın tek televizyonu TRT'de Zeki Alaysa–Metin Akpınar’ın aşı ile ilgili reklâm filmleri gösterilirdi. O filmlerden en çok aklımda kalan kısmı ise Metin Akpınar’ın “Çocukla aşı olmaz. Zeytunge, zeytunge” dediği bölümdü. Metin Akpınar böyle deyince fondan aşının faydaları anlatılmaya başlanırdı, Metin Akpınar anlamaya çalışan mimikleri ile dinler tam anladı denilen yerde; “Hemen eşeği aşılatacağım” der ve bu yolla taşrada çocuklara verilen önem hicvedilirdi.

Benim çocukluğuma ilişkin bu kareler bizlere ve büyüklerimize aşının önemini çok iyi anlatmış olsa gerek köye sağlık ekibi geldiğinde annem kolumdan tuttuğu gibi aşılatmaya götürmüştü beni. Benim aşının güzel ve yararlı olduğunu anlamamda sağlık görevlisinin üzerine aşı damlatılmış şekeri ağzıma vermesiyle mümkün olabilmiştir diyebilirim.

Biber gazı ile ilgili haberlerin ajanslara düştüğü yıllar ise 2000'li yılların başında oldu. Emniyet artık toplumsal olaylarda vatandaşı copla dağıtmıyor, biber gazı kullanıyordu. Yani önce gazlıyor, ardından copluyordu. Bazen gazlarken copluyor, bazen de coplarken gazlıyordu. Çoğunlukla “Ayakların baş olmaya…” yeltendiği anlarda ortaya çıkan bu gaz en çok "Taksimde 1 Mayıs" tartışmalarında tanıştığımız bir olgu haline geldi. Hatta bir süre sonra bu kimyasal silah, emniyet teşkilatının vazgeçilmezleri arasında yerini almış ve geçen yıllarda kullanımı epey artmıştı.

Biber gazı ile aşının aynı yazıya malzeme olması fikri ise ülkemizde yerli biber gazı üretimine başlanacağına ilişkin haberi okumamla ortaya çıktı. Belki tesadüf belki değil ama bu haberi de TRT'nin web sayfasından okudum.

Haberde; yılda ortalama 70 bin adet biber gazı ithal eden emniyetin katlanarak artan biber gazı maliyetinden gaza gelerek çareyi yerli üretimde bulmasından bahsediliyordu.

Bu haberi okuyunca ilkokulda almış olduğum ve şimdilerde neredeyse unutulmuş olan “Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı” eğitimimden olsa gerek heyecanlandım. Heyecanlandım çünkü artık eylemlerde gözümüze “yerli malı” biber gazı sıkılacaktı. Bu durum bizlerin, gazı üretenlerin yurttaşlarımız olması nedeniyle avunmamız ve dolayısıyla da daha az acı çekmemizi sağlaması söz konusu olabilirdi. Hem belki gazı kullanan polis memurları sprey kutularının üzerindeki uyarıları okuyacak ve sıktıkları maddenin vitamin olmadığını, bir tür kimyasal silah olduğunu düşünerek daha az sıkmaya özen göstermeleri de ihtimal dahlindeydi. Ve böylece biber gazı maliyetleri katlanarak artmak yerine katlanarak azalabilecekti.

Konunun aşı ile bağlantısı ise Sağlık Bakanlığı'nın, Emniyet'le aynı hassasiyetleri paylaşmayıp yerli aşı üretimi ile ilgili bir çalışma içine girmemesi nedeniyle oldu.

Yılda 70 bin adet biber gazı, 50 milyon adet de aşı ithali yapılıyor ülkemize. Sağlık Bakanlığı'nın açıkladığı verilere göre 2009 yılında aşı için 300 milyon TL para harcanmış.

Gerçi emniyetin biber gazı maliyetlerinin katlanarak artacağı ile ilgili öngörüsü hiç yabana atılır gibi değil. Bu durumda ya biber gazı sıkılacak insan sayısında veya biber gazı sıkılan insanlara sıkılacak miktarda bir artış katlanması bekleniyor anlamı çıkar ki her iki durumda da pek parlak bir gelecek beklemiyor bizi...

Gelelim deminden beri sormaya fırsat bulamadığımız o beklenen soruya; Sağlık Bakanlığı neden yerli aşı üretimi çaresine yönelmiyor?

Bu konuda sıralanan birkaç bahane var. Birincisi nüfusumuzun az olması nedeniyle aşı üretim maliyetinin yüksek oluşu ki bu bahane aşı üretimi yapan Küba’nın nüfusunun 11 milyon olduğu düşünülürse hemen çürütülür. İkincisi ise devletin üretim yapması fikrine sıcak bakılmamasıdır. Bu konuda biber gazı için düşünülen yerli üretim çözümü düşünüldüğünde inandırıcılığını yitiririr.

Neredeyse Osmanlı'dan bu yana aşı üretebilmiş bir ülkede 1998'den bu yana aşı üretimine son verilmiş ve her yıl milyonlarca lira aşı ithali için harcanıyor.

Yine Sağlık Bakanlığı'nın verilerine dönecek olursak; aşıya 2005 yılında 51 milyon, 2006’da 113 milyon ayrılmış. 2009 yılında 300 milyon harcanmış. 2009 yılında sadece domuz gribi için ayrılan bütçe ise 500 milyon. Görüldüğü gibi asıl katlanma aşıya ayrılan bütçede oluşuyor.

Konya Selçuk Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden Prof. Dr. Osman Erganiş "En fazla 100 milyon avroluk bir bütçeyle aşı tesisi kurulabilir. Burada Türkiye’nin 10 yıllık aşısı üretebilir" diyor (bkz saglikaktuel.com).

Anlaşılan Sağlık Bakanlığının ufku emniyetin ufku kadar açık değil. Bizim gibi her gün hak kaybı yaşanan ülkelerde emniyetin ufkunun açık olması pek şaşılacak bir durum gibi gözükmüyor zaten.

Ancak her şeye rağmen aşı bilinen en etkin koruyucu sağlık hizmeti materyali, biber gazı ise bir tür kimyasal silah ve insan sağlığına zararlı olduğu kanıtlanmış durumda...

Birinin yokluğu sevindirirken diğerinin yokluğu üzüyor. .

Sizce aşı mı, biber gazımı?

Yoksa siz de ilerde biber gazı maliyetini arttıracak çocukların yerli aşı vurulmaları yerine yerli biber gazı ile etkisiz hale getirilmesinden yana mısınız?

Sağlıcakla...
26.11.2010