26 Ocak 2012 Perşembe

Bizzat böyle düşündüm…


Bizim mahallede bir teyze var, ne zaman görsem hastaneden geliyorum veya hastaneye gidiyorum diyor.
Geçenlerde yürürken onunla karşılaştım. Şu katkı payları meselesinin sohbetine gireyim dedim.
—Teyze, hastaneleri özelleştiriyorlar biliyor musun?
—Özelleşsin iyi olur.
—Teyze ama o zaman sağlık paralı olacak, zaten katkı payları ile zorlanırken, daha da zorlaşacak sağlık...
—Bişey olmaz, diyor.
...
—Teyze allasen sen ayda ne kadar katkı payı ödüyon?
—Ne biliim ben... Maaştan kesiyolar ben ödemiyom ki...
—Maaş senin maaşın değil mi?
—Amcanın maaşı, benim değil...
Ben teyzeden aldığım aparkatların sersemliği ile uğraşırken, zırrr telefon…
Bir bey, adını vermeyeceğim bir bankanın genel müdürlüğünden, ‘bizzat’ aradığını söyledi.
—Buyurun.
Oldukça nazik bir üslupla uygun olup olmadığımı, halimi-hatırımı sordu.
E bende “bilmukabele” dedim, söylemesi ayıp aileden aldık o terbiyeyi.
Sonra usuldan konuya geldi.
—Efendim, dedi. Bilmem ne bankası olarak size özel 8000 TL lik kredi hazır, isterseniz alabilirsiniz.
—Ney?
—8000 TL lik kredi efendim, adınıza çıktı. İsterseniz alabilirsiniz.
Duyanda Milli Piyangodan büyük ikramiye çıktı sanır. 
—Beyefendi, bu kredinin faizi kaç?
—Efendim şöyle ki...
—Ya boşver, soruyu şöyle sorayım. Faizsiz mi bu kredi?
—Hayır, efendim niye faizsiz olsun?
—Madem faizsiz değil, madem kendimde istersem her hangi bir bankaya giderek alabileceğim bir krediden bahsediyoruz, ne diye beni telefonla arayarak, büyük ikramiye kazanmışım havasına sokuyorsunuz işi?
—Efendim…
—Ben o banka şubelerine istersem gidip kredi başvurusunda bulunabilirim değil mi?
—Evet, efendim, bulunabilirsiniz.
— E peki bu telefon niye?
—Efendim sinirlenmenize gerek yok, almıyorum dersiniz, ne var ki bunda.
—Tamam, sinirlenmeyeyim.
...
Kısa bir sessizlik.
—Efendim, dedi, efendim… Eğer bu krediyi kullanmak isterseniz telefondan ‘bizzat’ bana ulaşabilirsiniz.
—Oldukça normal, dedim. Çünkü sizde ‘bizzat’ bana ulaştınız, ancak teşekkür ederim, almayayım.
… 
Kısa bir sessizlik daha.
...
Yeşilçam filmlerinde bir replik vardı, hani yoksul ama gururlu genç bir zaman sonra zengin olur ve o günlerde kendisini hor görmüş ama şimdi fakir olmuş, tombul zengini çağırır da makamına, buradaki tombul zengin ben oluyorum, arkası da dönük bir halde…
Hatırladınız mı?
İşte öyle bir; hoşçakalın, dedi ve kapattı.
İki gün önce de, aynı kredi teklifi cep telefonuma ve mail adresime gelmişti.
Bu ne biçim bir ısrardır, bu ne saldırgan satıştır? 
Bankalarda para birikince borç verecek adam ararlar bu normaldir, dedim kendi kendime, bünye boş değil tabi, az bir iktisat okumuşluk var açık öğretimden, ordan biliyorum…
Adı üstünde kapitalizm böyle bir şeydir, borç verecek ki faiz alabilsin.
Ona da talimat vermişler, borç verecek adam bul, diye oda müşterileri telefonla "bizzat" arayarak, kaçırılmaz fırsat sunuyor(!), görüşmeler yapıyor, diyorum…
...
IMF’ninde benzer bir telefonu zamanın başbakanına veya muktedirlerine bizzat açmış olabileceği fikri beliriyor zihnimde…
Demek, aynı telefonu veya görüşme önerilerini 24 Ocak 1980 öncesi bu ülkenin yöneticileri, muktedirleri de almış ve o gün bu kredi teklifine “yok” denmediği için bu gün bu haldeyiz.
Onlarda muhtemelen teyze gibi düşünmüşlerdir. “Amcanın maaşı” hesabı…
Halkın malı, deniz, gibi…
İşte o “telefondan” bu yana kamuya ait her şeyimizi bir bir satıyoruz da yine de azalmıyor borçlarımız.
O günden beridir bu borç faizi sarmalı içinde bir türlü doğrulmuyor belimiz.
...
IMF satın diyor, satın... Babalar gibi satın...
Onlarda çıkıp medyanın karşısına, espritüleliklerinden hiç ama hiç taviz vermeden, hafif bir anadolu aksanı da katarak konuşmalarına...
—Babalar gibi satacağız, diyorlar…
—Hastaneleri, okulları, fabrikaları, duble yolları...
Önce Kanun Hükmünde Kararnameler çıkararak, Kamu Hastaneler Birliği kuruyorlar sonra tek amacı kar etmek olan şirketlere dönüştürüyorlar hastaneleri…
En sonra final sermaye devşir;"kemiksiz et"...
Ham hum şaralop.
...
Bir an için şu telefonu ‘bizzat’ arasam adıma çıkmış 8000 TL’yi alsam mı acaba dedim, ama olmadı, maaş benim maaş…
Belki de halkımızda teyzenin; “Amcanın maaşı..” dediği mantıkla bakıyordur;  hastanelerine, okullarına duble yollarına…
Ondandır bu kadar kolay satılıyor oluşu her bişeyin…
Aman diyorum, Abidin o ne biçim düşünce öyle, eşkıya gibi, tööbe töbe…
Sağlıcakla...

25 Ocak 2012 Çarşamba

Er…TeLe…nen GSS...




Genel(!) Sağlık Sigortası artık hayatımızın içinde…
Peki, ne zaman çıktı?
2008 yılında…
Allah Allah, biz niye fark etmedik?
Sürekli er…TeLe…niyor da ondan.
Yerel seçim var; vatandaş memnuniyeti düşmesin, er…TeLe…yelim…
Hele şu referandum da geçiversin bi yo, er..TeLe…yelim…
Genel seçim var; aman deyim şimdi yürürlüğe girmesin, er…TeLe…yelim…
Er… TeLe…ne-er…TeLe…ne, geldik 2012 yılına…
Şimdi artık er…TeLe…necek durumu da kalmadı meretin.
Ne olacak?
İlk olarak en yoksullar, yani az…TeLe…liler… topun ağzında…
Gelir testi yapılacak, eğer 295 TeLe nin üstünde gelirleri varsa prim ödeyecek; 35 TeLe…
Misal, 296 TeLe kazanıyorsa 35 TeLe sini bu ek vergiye ayıracak.
Kaldı 256 TeLe …
Hasta oldu Aile hekimine gidecek; katkı payı 3 TeLe …
Kaldı 253 TeLe …
Aile hekimi beş kalem ilaç yazdı; ilk üç ilaca kadar 3 TeLe, sonra her kutu başına 1 TeLe ödeneceğinden; ilaca katkı payı 5 TeLe …
Kaldı 248 TeLe …
İlaçlar 40 TeLe tuttu; % 20 ilaca katılım payı 8 TeLe …
Kaldı 242 TeLe…
Unutmadan, Aile hekimi önerilerde bulundu; “Dışarı çıkma, sıcak olsun ev, iyi beslen.”
O vakit, bir torba kömür al 10 TeLe, bir kilo da kıyma 30 TeLe… Ekmek, soğan evde var 0 Tele…
Kaldı 202 TeLe…
Akşam oldu, yok düşmüyor ateş, hadi bakalım hastaneye, taksiyle gidecek değilsin a ( Ömer Dinçer ne demişti; Parası olan taksiye biner, olmayan dolmuşa…) dolmuşla git yanında da refakatçin var; dolmuş ücreti 6 TeLe…(gidiş-dönüş)
Kaldı 196 TeLe…
Doktor acil olmadığına karar verdi, yarın polikliniğe gel dedi, reçete vermedi şanslısın; sadece 5 TeLe…
Kaldı 191 TeLe…
Ertesi gün tekrar hastane yolundasın; 6 TeLe tekrar dolmuş parası, 8 TeLe hastane katkı payı, 5 TeLe ilaca katkı payı, 11 TeLe ilaca katılım payı % 20…
Kaldııııı 161 TeLe…
Kömür bitti bir torba daha; 10 TeLe, tüpte bitti 60 TeLe, birazda erzak alalım doktor kendine iyi bak dedi; 40 TeLe de o…
Kaldı 51 TeLe…
Elektrik faturası geldi 46 TeLe…
Kaldı 5 TELE…
E iyileştin artık. Ne demişti Mehmet Ali Şahin; “Vatandaşın bir sigarası kaldı, dokunmayın.” diye…
Hadi öyle yap sende al bir paket sigara; 5 TeLe…ye…
TelLe…ndire TeLle…ndire…
Genel Sağlıcakla kardeşim…

20 Ocak 2012 Cuma

Arlanmak yada arlanmamak...


Bu tutmuş, bu pişirmiş, buda hani bana hani bana demiş, diye tanımladığımız, “Ruh Sağlığı Hastanesi iftirasını” hatırladınız mı?
Hani Tabip Odalarının, KESK ve bağlı sendikaların GREV diye yola çıktığı günlerde, çok değil bu günden bir ay önceydi…
Hani Sağlık Sen yanına bir basın ordusunu alıp Ruh Sağlığı Hastanesi Başhekimini ziyaret etmişti de; “SES temsilcisi fişleme yapıyor.” diye iddialarda bulunmuştu…
Sonra polis hastaneye gelmiş SES temsilcisinin bilgisayar kopyasını saatler süren çalışmayla almış, İzmir’e kadar incelensin diye göndermişti…
Hatırladınız mı?
O olay ne oldu dersiniz?
O fişleme iddiası nasıl sonuçlandı?
O koca koca puntolarla yapılan haberlerin sonu ne oldu sizce?
Ben cevaplayayım; HİÇ…
Evet, hiçbir şey çıkmadı.
Savcılık ön inceleme sonrası konuyu kapattı. Yani incelemeye gerek bile duymadı. 
Konuyu kapattı.
Yok, böyle bişey dedi.
Şimdi siz, bu tutan, pişiren ve savcılığa koşturan güruh, rezil oldu diye düşünebilirsiniz diye söylüyorum.
Öyle bir şey olmadı, olmazda.
Öyle olsaydı bu iftiraya cesaret edemezlerdi.
Azcık düşünürlerdi, savcılığa koşturmadan önce.
Ar ederlerdi.
...
Etmediler.
Murathan Mungan; “Bu ülkede her şey olabilirsiniz ancak REZİL olamazsınız.” demiş.
Doğruda söylemiş.
Şimdi bu yazıdan sonra bir gazeteci Sağlık Sen Başkanı Yüksel ÜLKER’e mikrofon uzatsa ve sorsa, “Sayın Başkan ne oldu?” diye.
Ne der biliyor musunuz; “Biz kimseye iftira atmadık, bize ulaşan şikâyetleri dile getirdik. Biz bir sivil toplum örgütü olarak ….BILA, BILA, BILA….”
Yada savcılığa koşturan başhemşireye aynı mikrofonu uzatalım; “Ben idareci olarak hüküm vermedim şüphelerimi savcılığa ilettim… LA LEYLİM GALA GULA DA HAP HUP…”
Hiç olmazsa Ruh Sağlığı Hastanesi Başhekimi çıkıp birkaç kelam eder sanırsınız. Yok oda aynı “EHEM KEM KÜM” lerdedir. Emin olun…
Şimdi durup bir an için düşünelim.
Öyle ya bu ülkenin savcısına dilekçe vermek neden ayıp olsun ki…
Elbette kişi bir konunun soruşturulmasını istediğinde savcılığa gidebilir…
E o zaman sorun ne, diyenlere söylüyorum.
Sorun ne biliyor musunuz?
Bir kişiyi bulunduğu görevden aldırmak için önce başhekim yardımcısı marifeti ile “Bu görevden ayrıl, bak yoksa seninle uğraşacaklar…” dedirttikten.
Türlü çeşit bahanelerle makama çağırıp çağırıp azarlattıktan sonra, yine o kişiyle ilgili bir olay gelişince orada olmayan kişileri dahi zorlayarak tutanak tutturduktan.
Yetmedi, basına verelim rezil olsun, çamur atalım izi kalsın demektir ayıp olan.
Arlanılması gereken durum budur işte.
Sen adına sendikayım diyeceksin.
Kamu hastaneleri bir bir özelleştirilecek, sağlık hakkı ortadan kaldırılacak, üyelerin dahil bütün sağlık emekçilerinin iş güvencesi yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olacak.
Tüm bunlara karşın hem mücadele vermeyecek hemde mücadele edenlerin ayaklarına dolanacaksın.
İşte budur sorun…
Sen bir kurumun amiri olacaksın, hiçbir sendikayı makamına basınla kabul etmediğin halde bir sendikayı sırf güçlü durumdalar diye makanıma alacaksın ve orada bir tiyatro sahnelenmesine göz yumacaksın.
Yahu durun daha araştırmadık, soruşturmadık, yargısız infaz yapmayalım, basın lütfen bunu haber yapmasın demeyeceksin.
İşte budur ayıp olan.
Sen Başhemşire olarak hemşire meslektaşına dahi sormadan, olayın içeriğini bildiğin halde savcılığa dilekçe vererek bu tiyatroda rol alacaksın.
İşte budur hicap edilmesi gereken.
Şimdi ben bunları yazdım diye birileri rezil olacak, utanacak, hicap edecek sananlar; sizedir sözüm.
Boşuna heveslenmeyin onlar utanmayacaklar, yine büyük büyük puntolu cümleler kurup; “Biz sivil toplum örgütü olarak….”lanmaya devam edecekler...
AL TAKKE VER KÜLAH devam edecekler bildikleri yollarda yürümeye.
Yani düşmez kalkmazlıkları, hacı yatmazlılarına bir zarar gelmeyecek.
Gemileri yürüyenler devam ederler yollarında; biz çıkarız kerevetine…
Sağlıcakla…

18 Ocak 2012 Çarşamba

Gelenek Sürüyor...


Hrant DİNK davası sonuçlandı.
Yorumlara bakıyorum.
Vicdanları yaralayan bir karar çıktı, diyorlar.
...
Ne vicdan varmış, yaralan yaralan bişey olmuyor.
Adam, beni kullandılar, diyor.
Savcı örgütlü işlenmiş bir suç var, diyor.
Sağır sultanların, kör emniyet müdürlerinin bilgisi dahilinde; karakollarda kahramanlık resimleri çekiliyor cinayetin hemen sonrasında,  koca bir Trabzon’un kahvelerinde konuşula konuşula işleniyor cinayet, satın alınan silahın nevi, çıkılan yolun saati tek tek işleniyor tutanaklara da...  
Yine de iz yok diyor mahkeme... 
Sonuç?
Biri çocuk, biri azmettiren iki piyon…
Başka?
Sonra yorum yapılıyor ana haber bültenlerinde; vicdanlar sızladı, diye…
Yada;  yaralandı vicdanlar…
Ne vicdanmış.
En ağır ve pis kokulu cinayetlerde bile anca sızlıyor, olmadı yaralanıyor.
13 yaşında kıza 26 kişi tecavüz ediyor, kız karşı koyabilir, tecavüzü kabul etmeyebilirdi, diyor mahkeme…
Sonra Hrant’ı vuran 17 lik tosun için; çocuktur, diyorlar.
Anca, yaralanıyor vicdanlar…
Ne demişti Hrant’ın Rakel’i?
“Bir çocuktan katil yaratan karanlığı sorgulamadan…”
Evet, o karanlığı sorgulamak günüdür, gelmiştir, geçmiştir…
Hep aynı sernaryo ile sahneye konan tiyatroları artık kaldırmıyor midem…
Vicdanımın sızlayacak yeri kalmadı, yaralarımdan irin sızıyor…
Kör kurşunlara gelen Hrant’ın delik ayakkabılarını görüyorum sürekli…
Bütün kaldırımlara o fotoğrafı yerleştiriyorum.
Üstüne örtülü kağıdın beyazlığı kirletiyor her yanı…
Bu dava ile kirleniyor her karış toprak…
Tek tesellim; “Bu dava bitmeyecek.” diyen insanların varlığı…
Başka da umudum yok bu coğrafyadan, ne kurumlarından ne mahkemelerinden adalet beklemiyorum…
Geceleri kör karanlıklarda açıyorum gözlerimi, tavana bakıyorum…
Yıldızları görüyorum beton tavanlarda…
Van’da üşüyorum, naylon çadırlarda yanıyorum, Agos’un önünde kurşunluyorlar sırtımı da... ölmüyorum…
Cinayeti kör bir kayıkçı olup görüyorum.
Oturup kendi yaralarıma ağlıyorum.
Hrant’a, Uğur’a, Türkan’a, Ahmet’e, Musa’ya, Turan’a, Nazım’a, Sabahattin’e, Necati’ye, Songül’e, Behçet’e…
Ve bu ülkenin faili meçhul(!) bahçesinin kırmızı karanfillerine…
Alıcı kuşlar dönüyor tepemde…
Cehenneme kadar yolunuz var diyorum…
Bu dava bitmeyecek, o kadar...
Sağlıcakla…




5 Ocak 2012 Perşembe

Korkunun Krallığı


Korkuyorum.
...
Son günlerde yaşanan vahşeti kendime dahi itiraf edemez bir sıkışma yaşıyorum içimde...
Koca koca suratlar daha da kocamanlaşıp f 16 uçuşları yapıyor üzerimde.
Daha da korkuyorum, silikleşiyorum, küçük kuytular arıyorum kendim için.
Bombalar yağıyor kuytuluklarıma...
Sonra o kuytularda, Atila İlhan'dan "Korkunun Krallığı" şiirini okuyorum.
Kendimi teskin edeyim diye yapıyorum bunu.
Olmuyor. 
Korkacak bişey yok, dahi diyemiyorum kendime, böyle bir telkinde bulunacak cesate bile sahip değilim. 
Korkuyorum/ korktuğumun bilincindeyim...(*) 
...
Korktuğum için olacak, yazamıyorum da.
Kimi zaman yazmaya gayret ediyorum.
Hadi diyorum.
Ama tutuk, silik, anlamsız şeyler karalıyorum biteviye, vazgeçmek zorunda kalıyorum.
Ardından önümde duran ve bana bön bön bakan o karalamaları, ne yapacağımı bilemez halde, "Yazı taslak" diye kendime mail atıyorum. Bi ara o taslaklardan bir köşe yazısı oluşturayım diye...
Televizyonu açıyorum, midem kalkıyor haberlerden...
...
Korkma, diyor içimdeki ses, korkma...
Yine bilgisayarın başına oturuyorum, elim "yazı taslak"lara gidiyor.
...
"Uludere Katliamı" diye başlamışım yazıya. 
Yok, diyorum "katliam" dememeliyim, başım belaya girer.
"Uludere ölümleri" diye değiştiriyorum yazının başlığını.
İçimden bir itiraz yükseliyor; Ne yani, diyor, sebepsiz mi oldu bu ölümler? Bu 19 çocuk doğal karşılanabilecek bir kazanın mı kurbanı?
Hayır, öyle değil, milletvekilleri açıklıyor öyle olmadığını, sivil toplum örgütlerinden oluşan heyetlerin raporları var. 
Olay katliam. 
Kuşku yok buna...
...
O halde yazının başlığı?
...
Katliam demeyeyim de, yitik diyeyim yada kırım...
...
Olmuyor.
...
Nereye koysam Uludere ismini ardından katliam geliyor, korkuyorum...
Siliyorum "Uludere Katliamı" başlıklı yazı taslağını...
Aklımdan da sileyim istiyorum, kafamın değişik bölümlerine bastırıyorum parmaklarımla, bir silme tuşu arıyorum oralarda bir yerde.
...
Yok...
...
Silemiyorum...
...
Başka şeyler yazayım, dağıtayım kafayı, diyorum. 
Sağlıkta katkı payları...
Evet evet bu konu önemli, bunu yazayım, diyorum. 
...   
Olmuyor...
...
Hastanelerin ticarethaneye dönüştürülmesi konusu, sağlığın bir hak olma olgusu, Genel Sağlık Sigortası vb. 
O kadar çok konu var ki, onları yazayım, diye zorluyorum kendimi.
...
O kadar zorlama sonrası anlamsız, zoraki metinler çıkıyor...
Ne yapacağımı şaşırıyor, bırakıyorum öylece...
...
Yazmak zorunda değilim diyorum. 
Bırak kalsın. Kapat gitsin, sana mı kaldı...
...
Kapatamıyorum...
Kapanmıyor, her yandan ölüler sızıyor...
...
Bak, diyorum Abidin, ki ikinci adım budur, aklını başına al, koca koca yazarlar işlerinden oluyor, gazeteciler hapiste, yazılmamış kitaplar yasaklanıyor, sen kendini ne sanıyorsun, kapat, ört üstünü...
Der demez aklıma battaniyelere sarılı çocuk ölüleri geliyor, büyük(!) kaçakçılardan oluşan otuzbeş ceset, traktör römorkunda, yada katır sırtındalar ve gözümün önünden gitmiyorlar.
... 
Uludere'lerde kaybolmuş buluyorum kendimi, yolunu, pusulasını, rehberini kaybetmiş bir aciz insan oluyorum. 
Bu coğrafya zordur, diyen hatibi hatırlıyor, terliyorum...
...
Kurt ulumaları sarıyor her yanı, gereken yapıldı, diyor, gerektiği gibi...
Anlıyorum ama algılayamıyorum.
...
Bu suskunluk bu pespaye körlük bu umursamaz sürü içinde olmak daha da korkutuyor, sıtmaya tutulmuşum, titriyorum.
Vurulmuşum, düşüm gecelerden kara, diyor Ahmed Arif...
Vurulmuşum kanlı up uzun...
...
Vay le, bu ne biçim yara...
...
Sıyrıl bu korkudan yeter artık, diyorum kendime.
Sıyrıl...a...mıyorum.
Sonra yine Atila İlhan'ı okuyorum, "Korkunun Krallığı"nı...
...
şişe yeşili şerare atlamaları
şurup kırmızısı çakıntılar
sağım solum her tarafım elektrik
korkuyorum
korktuğumun bilincindeyim
birileri
şalteri indirdi indirecek 
...
(*)
...
Sağlıcakla...  



(*) Atila İlhan Korkunun Krallığı