23 Ocak 2013 Çarşamba

Pipi göstermenin psikopatolojisi…


Bizim toplumsal travma hikayemiz; "Oğlum amcalara pipini göster." le başlar, "aslan oğlum"la sürer ve "sen benim kim olduğumu biliyormusun"la final yapar. 
"Oğlum amcalara pipini göster..." döneminde ne dense yaparız. Açar gösteririz…
Hemde ortada gösterecek birşey olmadığı halde...
Bi bakarız, babamız "Aslan oğlum." lar dadır.
Acaba deriz, kıymetli bir şey mi var bizde. Hani bulunmaz hint kumaşımı, çünkü babamız konuyu her fırsatta oraya getirmekte ve finalde de bizi “üç evet”le uğurlamaktadır.
"Aslan oğlum!"
***
Bu durum kimi amcaların bizi bir tenhada sıkıştırdığı ana kadar sürer.
"Aç len pipini." der. 
Açsan bi türlü açmasan bi türlü. 
Açtın diyelim; "Bu ne lan ufacık. " ardından "Koparim mi ha, kesim mi? Ha ha ha, ho ho ho…" 
Açmadın; "Geçen zırt pırt açıyodun ya...." sonra yine "koparim mi, kesim mi. Ha ha ha, ho ho ho…" 
Hangisiyiz biz? 
Babanın "aslanı"mı, amcanın dalga geçtiği "ha ha ha”sı mı?
Biz “aslan oğlumla "koparim mi", "kesim mi" "bu ne ufacık"lar arasında örselenirken bi şey fark ederiz. 
Babanın ve annenin ve dahi cümle aile büyüklerinin gördüğü ile gerçek arasında kocaman bir fark var.
Onların “aslan” dediğine gerçek hayatta “bu ne lan... “deniyor.
Nasıl baş edeceğiz aradaki bu farkla, nasıl evin "aslanı" olmaya devam edeceğiz?
***
Sonra bu derde derman olmasa da en azından ağrıyı dindiren bir şey daha keşfederiz; "ABARTMAK" tır bu... Ruhumuzu tedavi etmese de etkili bir ağrı kesici hap olur bizim için, bu keşif. Bi bakarız ki ailemizde hazırdır bu “Abartma hap”ını yutmaya…
Eve gelip de; “baba bu gün maçta sekiz gol attım” yalanımız, hiç ama hiç sorgulanmaz ve hemencecik kapıveririz “aslan oğlum”u…
Yolu yok bu “hap”ı içeceğiz. Çünkü olayları, olduğu gibi anlattığımızda pek takdir görmüyor, hatta eleştiri bile alıyoruz; “Nasıl yenildiniz? Edemediniz mi, sizde onlara gol atsaydınız?”
Oysa yenilseniz bile evde "maçta sekiz gol attım" deme imkânı vardır her zaman için...
Bu "Abartı" kalesi sonuna kadar açıktır bize ve atarız golleri… 
Ha ha ha; ho ho ho…
***
Diyelim büyüdük ve polis olduk. Devam ederiz, abartma hapını içmeye ve içirmeye...
Gündüz istediğimiz kadar azar duyalım; isterse amirler bizi insan yerine koymasın, ne gam...
Eve geldik mi iş değişir. 
Başlarız anlatmaya; komserler bizden şöyle çekinir, böyle çekinir. 
Uzman çavuş olsak da durum aynıdır.
Alayda en takdir edilen çekinilen, kıymet verilen bizizdir. 
Hemşire isek, doktorlar kimi tedavileri bizden sorar. Başhemşire bize sormadan adım atmaz. 
Pratisyen doktorsak, uzman doktorlara taş çıkarırız taş...
Öğretmensek, adı üstünde, bilmediğimiz konu yoktur, gece gündüz öğretiriz, okul müdürü “Hocam sen olmasan, öğretecek bişey kalmaz. “der. 
***
Böyleyiz işte. 
Ama evde ve eş dost arasında...
Gerçek mi? 
Kimin umurunda…
***
Ya abartarak ve örselenmiş yanımızı gizleyerek, devam edeceğiz yaşamaya...
Ya da olayları olduğu gibi kabul edeceğiz ki, bu iyi bir durum değildir. 
O zaman mücadele etmek, değiştirmeye uğraşmak, bi sürü dert.
***
Bu toplumsal abartının en traji komik hali askerlik anılarımızda ele verir bizi. 
Bakın, hepimiz askerde çok rahatızdır. Misal hepimize komutan çok saygı duymuştur ve en rahat görevleri bize vermiştir. Hatta biz kimi zaman bölük komutanını tokatlayıp, alay komutanına fırça bile atmışızdır.  En keskin nişancı bizizdir, duruma göre iş gelir; "Astsubaylar bana abi derlerdi."ye kadar uzanır çoğunlukla. 
Niye askerlik anıları bu kadar ölçüsüzce abartılır? 
Çünkü genelde askerlik memleketten uzakta yerine getirilir ve eş dost; konu, komşu hiç bir zaman orada ki rezilliğimize şahit olmaz.
*** 
İşte; "amcaya pipiyi göster"le başlayan, "koparim mi pipini" ile devam eden ve “ha ha ha; ho ho ho” ile katlanılamaz olan ve "abartmak"la ağrısı kesilen travmatik halimiz gelir bizi bir hastanenin yoğun bakımında buluverir. 
Eş, dost, akraba bir olmuşuz (beş kişi) yoğun bakımdaki seksen dörtlük teyzemizi ziyarete gitmişiz. Bir hastaneye ziyarete gidebilmek için gerekli tüm teknik donanıma sahibiz işte.
Hadi o zaman...
***
Düşünsenize aramızdaki hemşire, işinin ehli biri.  
Sonra iki polis varki ekipte; onlardan birinin komser tokatladığı, emniyet amiri azarladığı rivayet olunuyor. E bir de uzman çavuş var, onun namı da az değil. Öğretmenin ise her konuda fikri var. Uzatmayalım bu beş kişi hasta ziyaretine giderler. Ama olaylar umdukları gibi gelişmez. Orada görevli hemşire, ziyaretçilerin yoğun bakımı boşlatması gerektiğini, bu durumda tedavi yapamayacağını söyler. Ziyaretçi beşli, ekip üyesi hemşireye dönerler. 
Hemşire; "Evet meslektaşım haklı, bu durumda tedavi olmaz, çıkalım. "dese sorun olmayacaktır. Ama böyle derse daha önceki böbürlenmelerden hareketle: "Sen iyi bir hemşireydin madem, görevli hemşire söylemeden önce niye uyarmadın bizi? Hadi arkadaşlar çıkalım, niye demedin?" demezler mi?
***
Bu durumda ziyaretçi ekip üyesi hemşire, bir hamle yapmalı ve görevli hemşirenin karşısında ezik duruma düşmemelidir. 
Öyle de yapar: "Bak abacım, bende hemşireyim ve biz bu işi senden daha iyi biliriz. " 
Ama görevli hemşire ikna olmaz ve güvenliği çağırmak için telefon açmaya kalkar. Bu durumda da komser tokatlayan polislerin ve namlı uzman çavuşun müdahale etmesi şart olur: "Kapat o telefonu, güvenlik biziz. Gerekirse buraya askeri de, polisi de yığarız."
Bu müdahalede kar etmezse yapılacak tek şey kalmıştır; görevli hemşireyi saçlarından tutup sürümek, yetmedi kafasını duvarlara çarpmak...
***
O artık bir hemşire değildir çünkü. O sizi yıllar önce tenhada sıkıştıran amcadır, "ha ha ha"dır. O görevli hemşire, yıllardır içimizde sakladığımız ezikliğimizi yüzümüze vurmuştur. Üstelik artık bizi tenhada sıkıştıran amcanın karşısında olduğu kadar da çaresiz değilizdir. 
İşte bu noktada toplumsal cinnet hali, aklı selimi tutsak etmiş ve iş çığırından çıkmıştır. 
Hemşireyi döven ekip, toplu bir intikamın peşindedir. 
Bu güne kadar belletilen tek kanun uygulanır: Şİddet...
Bu şiddet kiminde; Hekime, hemşireye…
Kiminde: Öğretmene, öğrenciye…
Kiminde: Kadınadır.
Kısacası: Şiddet artık toplumsaldır.
Sağlıcakla…

15 Ocak 2013 Salı

Güvence Sizsiniz Türkiye...


-Acun bey!... Acun beyyy!... Acun beey!...
-Efendim.
-Acun bey!... Acun beyyy!...
-Efendim.
-Acun bey!... Size bişey diyebilirmiyim?
-Buyur.
-Acun beyyy!
-Buyur, dinliyorum.
-Acun bey! Siz hiç taşeronda çalıştınız mı?
-Hı…
...
-Hülyanım!
-Efendim.
-Hülyanımm!
-Evet..
-Hülyanım! Sizi bi kere öpebilirmiyim?
-Bi kere mi?
-Hı hı...
...
-Ahmet abi!... Ahmet abiii!
-Efendim.
-Ahmet abi sen taşeronda çalışıyosun değil mi?
-Evet.
-Saat 12.30 da taşeron hakları ve asgari ücretle ilgili basın açıklaması varmış. Gidelim mi?
-Ehem kem küm...
...
-Ayşe abla! Ayşe abla!
-Efendim.
-Ayşe abla, sende taşeron işçisisin, ne dersin gidelim mi taşeron eylemine?
-Ikır sıkır...
...
-Aylanım! Aylanım!
-Efendim...
-Gidelim mi?
-Bi kere mi?
-Hı hı…
-Bak şöyle yapalım. En iyisi sen git o eyleme... Evet... Evet... Evet...
...
-Ahmet abi!
-Evet sen git.
...
-Aylanım!
-Bende evet diyorum ve seni üç evetle uğurluyoruz.
Alkışlar...
Sağlıcakla...

10 Ocak 2013 Perşembe

An...


Bu gün yazı falan yazmayayım diyorum.
Yada en azından yazdığım yazı, çok anlaşılır, genel geçer bir konu olmasın. 
Ben bu gün Metin Kaçan için dertleneyim. 
Bir boğazın köprüsünden aşağı bırakmış bedenini ve takside kalan çantasından anlamışlar kim olduğunu... 
Bir romanını bıraksaydı anlaşılırmıydı kim olduğu?
...
Bu gün açayım internetten "Ağır Roman"ı izleyeyim. O hal üzre düşüneyim; "intiharın arifesinde, yaşamın şerefesinde" diyenin vardığı sonuca kafa yorayım...
Taksideki son dokuz saniyesini hayal edeyim onun…
Edip Canseverin masa şiirindeki; "Biranın masaya dökülüşü..." an... "tahrip gücü yüksek saatli bir bomba...dır patlar an" (1) diyerek
...
Tam boğaz köprüsü üzerinde taksi şöförüne: "Bi saniye dururmusunuz..." dediği, ömrünün son dokuz saniyesini… 
Sonra tam altıncı saniyede cüzdanını ve cep telefonunu arka koltuğa bıraksın. 
Bu, geriye doğru sayımın altıncı saniyesinde olsun...
Her intihar bir geriye sayımmıdır, yoksa ileri doğru bir sıçrayış mı, diye düşüneyim.
An be an geçsin aklımızdan tüm bunlar...
An be an…
O anın Metin Kaçan'ın beyinde bıraktığı ince sızılı salıgılar aklıma düşsün benim… Saniyenin uzun, salisenin geçmiyor gibi geldiği anlarda  "Borçları kefilleri ve bonoları unut…(2)” alım…
“İkramiyeler bensiz çekil…(2)”sin dünyada... denen anı anlayalım…
Karar anına…
An'a...
Ve belki yüksekten korkan bir kişinin, en büyük düşüşe sevdasıdır bu, hangimiz tam olarak bilebiliriz ki… 
O her an akla gelen...
O karşı konulmaz, dizlerin bağını çözen heyecan, karındaki karıncalanma, o öldüren merak...
Yıllarca içinde biriktire biriktire; o vazgeçilemezliğine karşı koyamaz halde, bir dantel gibi ilmek ilmek işlenen düşüş anıdır o belki, kimbilir.
Tüm bunları düşüneyim bu gün…
... 
Sonra boğaz köprüsünden aşağıya, ummana...
Beton etkisi ürpertiye son bir göz atış... 
Tam üçüncü saniyede olmuş olmalı bu...
Üç…
İki…
...
İkinci ve birinci saniyenin uzun uzun yaşanması, nabzın hala atıyor olmasındaki ağırlık... 
...
Kimi sevgililer, yaşanmışlıklar, kırgınlıklar bir bir geçerken ışık demetleri içinde, mısra mısra... 
Boşluğa bırakılmak için bedenin, ayak kaslarındaki gerilme, kolların iki yana açılması; saçların, kirpiklerin ürpertisi...
Kalp basıncının şahdamarındaki etkisi...
Kirpiğin kaşına değdiği an...
...
Yok, bu gün taşeron işçilerin işten atılması konusunu erteleyeyim. 
Doğal gaza, elektiriğe gelen zamların yanında asgari ücretteki artışın komikliği, dursun bir yanda... 
Bırakayım asgari ücret tespitindeki danışıklı yoksullaştırma oyunlarını…
Sağlıkta dönüşüm övgülerine bir başka yazıda cevap yetiştireyim.
Ben bu gün, en azından anlaşılır bir konuyu olsun, yazmayayım.
Ben bu gün, boşlukta hızla düşmekte olanın düşüncelerine dalayım.
Ömürme şelpe vururken bir bağlamanın telleri, ben o an, diyeyim...
O an...
Sağlıcakla…

(1) Atila İlhan
(2) Turgut Uyar