28 Aralık 2007 Cuma

ASIL EŞEK KİM?

Poliklinik önünde durmuş öylece bağrışıyorlardı.
Doktor:- Eşek senin babandır.
Hasta: -Asıl eşek senin babandır.
Doktor:- Terbiyesiz.
Hasta: -Asıl terbiyesiz sensin.
Doktor:-Ya defolup gitsene buradan.
Hasta: -Asıl sen defol.
Karşılıklı hakaretler ve hastanın asıllı cevapları. Koridorda yüze yakın insan bir sinema izler gibi izliyordu yaşananları. Hastanın her sesini yükselterek bağrışı kimi hastalarda gülümsemeye yol açıyor diğer yandan bu durum koridordaki diğer doktor ve sağlık personellerinde hafiften bir gol yemiş hissiyatı uyandırıyordu. Gol yemenin hıncıyla doktor arkadaşlarına nerde kontra atak der gibi bakıyorlardı diğer doktor ve sağlık çalışanları.
Doktor gecikmiyor ve daha bir celalleniyor bağırıp hastayı bertaraf etme telaşı ile araya polisli ve devlet memuruna hakaretli cümleleri sıkıştırmayı da ihmal etmiyordu. Az önce gülümseyen hastalara da avantajlı durumda olduğunu hatırlatıyordu bir bakıma. Hastalarda geri adım anlamında önüne bakmalar görüldüğünde maç bitmişti.
Sağlık çalışanlarında beklenen kontratağı görmenin tebessümü hastalarda deplasmanda olmanın hüznü vardı umutlar bir daha ki rövanştaydı.
Bir süre sonra doktor odasına girmiş hastada söylenerek oradan uzaklaşmaktaydı. Hastalarda bu doktor hep böyle sorun çıkarıyor iyi oldu havası, sağlık çalışanlarında da sorun çıkaranın hasta olduğu fikri hakimdi.
Sağlık çalışanlarının ve hastaların farklı açılardan bakarak haklı oldukları iddiasına bir diyeceğim yok. Zaten olayla ilgili ek bilgi edinme gereksinimi de duymadım.
Sizce kim haklıdır doktor mu, hastamı diye de sormayacağım.
Sorun bu değil ki. Sorun insanların bu derece gerginleşerek yüz yüze gelmeleri değimli?
Yaşananlarda bir cinnet hali var dersem herhalde abartmış olmam.
Ne yani bu gün doktor olan yarın hasta olmayacak mı? Yada doktora o şekilde bağıran hastanın çocuğu doktorun yerinde olsaydı ne düşünürdü?
Peki, şuan mecliste kabul edilen 2008 bütçesinden iki tarafa da ayrılan payın aynı olduğunu bilselerdi aynı şekilde bağırırlar mıydı?
Bütçeden sağlığa ayrılan payın sadece % 6 olduğunu, ama faizler ve dış borç ödemelerine bütçenin % 39 unun ayrıldığını duysalardı yinede bu derece öfke duyarlar mıydı bir birlerine?
Sağlığa ayrılan % 6 içinde doktorun maaşı, bebeğin aşısı, yeni açılacak sağlık kurumlarının yatırım giderlerinin yanında özel sağlık kuruluşlarına verilen teşviklerinde olduğunu bilselerdi acaba bir şey değişir miydi?
Asıl önceliklerinin birbirlerine “asıl senin….” demek yerine birada olmak olduğuna karar verselerdi.
Hasta:-Doktor evladım neden böyle niye biz hak ettiğimiz sağlık hizmetini
alamıyoruz?
Doktor:- Bak amca/teyze bütçeden sağlığa ayrılan pay yetersiz bu yüzden ben yeterli maaş alamıyorum, yeterli personel alınmadığı için çok çalışmak zorunda kalıyorum. Sende burada sıra bekliyorsun.
Hasta: -Doktor evladım bu bütçeden sağlığa daha fazla pay ayırsınlar o zaman.
Doktor:-Bu biraz zor çünkü bütçeden sağlığa fazla pay ayrılırsa faizler ve dış borç ödemelerine ayrılan kısımda azalma oluyor bu durumda IMF’nin hoşuna gitmiyor. Hükümette IMF’nin hoşuna gitmeyenden hoşlanmıyor.
Hasta:- O zaman hükümetin bizim hoşumuza giden bir bütçe yapmasını nasıl sağlarız onu düşünelim.
Doktor:-Bunun için senin bana benimde sana küfretmememiz lazım. Oturup konuşmamız lazım. Bir arada olmamız lazım. Senin anlayacağın zor iş en iyisi sen defol git buradan zaten işim başımdan aşkın.
Hasta:- Asıl sen defol.
Sağlıcakla…

8 Aralık 2007 Cumartesi

GOLASTRAN TUTACAK

GOLASTRAN TUTACAK

Elindeki küçük kağıtla oldukça mahcup, ne yapacağını bilemez bir halde kafasını kapıdan uzattığında, duruşundan, vücudunun kendisine direndiğini ve içeri girmek istemediğini zannederdiniz.
-Buyur amca. Denmesiyle geçicide olsa kendine güven duymuş ve içeri girebilmişti.
Elinde tuttuğu kağıdı işaret ederek uzattı.Kenarlarından özensizce koparıldığı belli olan buruşuk çizgili kağıt terden ıslanmış, yazısı çok zor okunur haldeydi. Zorlada olsa okundu. “Golastran tutacak.” Yazının zorda olsa okunması yüzünde derin bir rahatlama sağlamıştı ihtiyar adamın. Ne istediğinin anlaşılacağı ile ilgili bir rahatlamaydı bu.
Ancak sağlık görevlilerinin hiç biri yazının ne anlama geldiğini anlamamışlardı ve kendisi de ne istediğini anlatacak kadar Türkçe bilmiyordu.
Kağıt bir iki kişi tarafından okunduktan sonra, “Sen yanında Türkçe bilen biri ile gel dendi Türkçe.”
Anlayıp anlamadığını anlayacak vakit yoktu ve sırada bekleyen hastalarda homurdanınca sırtı sıvazlandı ve gitmesi gerektiği işaretle anlatıldı.
Yaşlı adamın gidişi ile az önce yaşanan anlaşmazlık, günlük hasta yoğunluğu ve yapılacak işlerin telaşı ile unutuluverdi.
Öğleden sonra hastaların dolaysıyla da işlerin azalması ile biraz oturmaya fırsat bulan sağlık görevlileri masanın üzerinde yaşlı adamdan kalma buruşuk kağıt parçasını gördüler. İçlerinden biri kağıdı diğerlerine göstererek ne yazdığını çözüp çözemediklerini sordu. Kendisi çözmüştü çünkü. Golastran, kolesterol, tutacak da, bakılacak anlamına geliyordu. “Kolesterol bakılacak.” Demek istemişti yaşlı adam.
********************************************************************************************
Orta yaşlı kadın elinde sağlık karnesi ile poliklinik önünde bir süre beklemiş ve numaratörde kendi numarasını görünce içeri girmişti.
Doktor, -Buyurun ne vardı?
-İlaç yazdıracaktım.
Doktorun bu aralar duymayı isteyeceği en son cümle buydu herhalde. Hiç hoşlanmıyordu bu tür isteklerden, şimdi akşamın bu saatinde üstelik birde hasta halde tuttuğu bu nöbette anlatmak zor gelmişti. Böyle bir şey istemeye hakkı olmadığını, tıp fakültesini onun ilaçlarını yazmak için bitirmediğini. Asıl işinin onu muayene ettikten sonra gerekli ilaçları, hangisini uygun görürse, kendisinin yazması gerektiğini.
Ama hem hasta halde nöbet tutmanın hem de bu durumu anlatmanın güçlüğü aklına gelince vazgeçti.
-Ne ilacı yazdıracan?
-Grip ilacı. İşte bu.
Gösterdiği ilaç ağır bir antibiyotikti ve gripte kullanılmazdı. Kaldı ki hastanın grip olup olmadığı da belli değildi. İyice canı sıkılmıştı.
-Bu ilaç grip ilacı değil. dedi.
-Bana bu ilacı dediler.
Kim dedi niye dediyse bu ilaç doğru değildi ve hasta ile anlaşmak gittikçe güçleşiyordu. Son bir çırpınışla.
-İstersen seni muayene edeyim.
-Muayene olmaya hakkım var mı?
-Ne demek tabi ki.
-Ne bilim ben muayene etmiyorsunuz diye düşündüm. Hangi ilacı yazdıracağımı da bilemeyince komşuya sordum. Bu ilacıda komşu söyledi.
Bu konuşmadan sonra doktor hastaya muayene etmeye hakkı olduğunu anlattı ve hasta o gün nöbete kaynanası dahil olmak üzere dört akrabasını muayene ettirmek için getirdi. Onlara şunu söylüyordu “Sağlık ocağındaki doktor hanım muayene ediyor.”
Doktor o nöbetten sonra on yılın üzerindeki hekimlik tecrübesine bir yenisini ekledi.
“Hastalar muayene olma haklarının olduğunu bilmiyor olabilirler.
Sağlıcakla…

HASTA MI, İNSAN MI?

HASTA MI, İNSAN MI?

Genellikle şöyle der doktor. “Size birkaç test yapmamız lazım. Kan, idrar, röntgen vs.” Tam o ara “Neyim var doktor?” sorusuna şu cevabı alırsınız. “Test sonuçların çıksın konuşuruz.”

Geçenlerde bir tıp dergisinde bir tıp doktoru şöyle yazmış. “Artık herkese aksi ispatlanıncaya kadar hasta muamelesi yapılıyor.”

Yazıyı okurken acaba haksız bir itham mı diye düşündüm. Hiçte haksız değil. Gerçektende son yıllarda insanlara “hasta” muamelesi yapılıyor. Öyle ki onca tetkikten sonra hastalığı çıkmayan kendini eksik hissediyor.

Hastanelere başvuran sayısı ile tetkik sayısı arasında oransal artış istatistiksel olarak ne durumda bilmiyorum ama şundan eminim son yıllarda bu oran çok fazla artmıştır.

Tetkik isteme sayısındaki artış hükümetin bile canını sıkıyor. Öyle ki bir takım önlemlerle bunu azaltmaya çalışıyor. Örneğin paket uygulama. Yine hastaneye başvuranlar bilirler (özellikle Celal Bayar Hastanesi) Doktor şöyle der. Sana şu tetkikleri yapmamız gerekiyor ama paketin doldu. Ya seni yatırıp bu tetkikleri yapacağız, ya cepten ödeyeceksin veya sonra gelip yaptır. Hatta şöyle bir uygulama bile duyduk. “Sana burada yapabileceğimiz tetkikleri yapalım. Sağlık ocaklarında yapılan şu tetkikleri de yaptırıp öyle gelin.”

Son günlerde sağlık ocaklarına başvuran vatandaşların elinde bu hastanelerden verilen tetkik istek kağıtları görmeye başladık.

Bu yazdıklarım hastaların ifadelerinden öğrendiklerim. Elbette hükümetlerin sağlık harcamalarında kısıntı yapması doğru değil, doktorlar her istedikleri tetkikleri yaptırabilsinler. Ancak sizce de bu tetkikler biraz abartılmadı mı?

Şimdi ben karikatürde ifade edildiği şekli ile doktorların kafa karıştırmak için tahlil istediğini düşünmüyorum. Ama burada bir yanlışlık, bir sakatlık olduğu kesin.

İNSEV (İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı)’in bir sunumuna katılmıştım. Şöyle demişti eğitimci: “Hastalıkların önemli kısmı dört nedene dayanıyor. 1. Genetik faktörler 2. Kötü Beslenme(az-çok) 3. Hareketsiz Yaşam 4. Sigara. Bu dört faktörle yeterince mücadele edilirse çoğu hastalık ortadan kalkacaktır.

Şöyle düşünelim. Sigara içen hastasıyla bu anlamda ilgilenmeyen bir hekimin her seferinde solunum fonksiyon testi istemesi veya sürekli nefes açıcı ilaç vermesi ne kadar anlamlı görülebilir?

Sağlıkta yaşanan her türlü olumsuzlukta belki sağlık mesleklerine mensup olmamızdan kaynaklı şöyle bir refleks gösteriyoruz. Sağlıkta yaşanan olumsuzluklardan tamamıyla karar vericiler dolayısı ile de hükümetin sorumluluğunda olduğunu iddia ediyor ve kendi sorumluluğunuzu görmezden geliyoruz.

Unutmamamız gereken beklide en önemli nokta, sağlık hizmetini sunanlar olarak karar alıcılar kadar olmasa da, sorumluluğumuz var ve bundan kaçamayız.

Sağlıcakla…

4 Aralık 2007 Salı

GENEL piyasacı SAĞLIK SİGORTASI…

GENEL piyasacı SAĞLIK SİGORTASI…
Geçen sayıdaki yazımda piyasacı sağlıktan bahsetmiş ve genel olarak sağlık çalışanı ile ilgili olumsuzluklarından bahsetmiştim. Yazının sonunda bir sonraki yazıda Piyasacı sağlık vatandaşa ne getirir? Ne götürür? Nasıl kokar? Konularına değineceğim demiştim.
Piyasacı sağlığın diğer ticari faaliyet konularından farkı ele alınmadığını söylemiş ve piyasada üretilen her malın veya hizmetin bir raiç değer üzerinden değişime konu olacağını anlatmıştım.
Arz talep dengesi diye adlandırılan bu mantığın sağlık için de geçerli olacağını ve terzinin diktiği gömlek gibi hemşirenin ürettiği hizmetinde aynı denge ile ele alınacağını da yazdığımı anımsıyorum. Kaldığımız yerden devam edersek konu daha anlaşılır olacaktır.
Eli silahlı bir adam eczaneden içeri girer ve silahı eczacı kalfası temelin alnına dayar. “Bu bir soygundur. Bütün paraları ver.” der. Temelin cevabı: “Reçetesüz heç bir şey vermiyruk.”
Eczacı, temele reçetesiz hiçbir şey verme derken bu durumu kastetmemiştir. Ama sizin ne anlattığınız değil karşıdakinin ne anladığı önemlidir.
İşte aynı mantıkla piyasa kurallarını alıp olduğu gibi sağlık alanında uygulamaya çalışanların olayın ciddiyetini anlamadıkları çok açık.
Sağlık hizmeti öyle bir hizmettir ki toplumdaki hastalık halini öngörerek önlem almak gerektiren buna rağmen ihtiyaç duyana ihtiyaç anında, ihtiyacı kadar, ihtiyaç duyduğu süre kadar kısa sürede karşılamak gerekir.
Vatandaşa sağlığı paran kadar alda diyemezsin. İlk yazıda örnek verdiğim için tekrar örnek veriyorum. Araba üreticisi ne kadar araba üreteceğine, hangi kalitede araba üreteceğine piyasanın arz talep dengesi ile karar verir. Sizde nasıl bir araba alacağınıza veya araba alıp almayacağınıza paranız oranında karar verirsiniz.
Peki ya sağlık böylemidir? Verem hastası ben tedavi olmak istemiyorum derse sen bilirsin mi diyeceğiz? Diyelim ki dedik o verem hastasının dolmuşa binmesini, sinemaya gitmesini de engelleyebilecek misiniz?
Eğer verem hastası tedavi olmazsa çevresini de hasta edecektir. Birde dirençli bir mikrop saçtığını varsayarsanız sizin verem aşınız, sağlıklı beslenmeniz, temizliğe dikkat etmeniz sizi ne kadar korur?
Aile hekimliği ile birlikte uygulamaya girecek olan Genel Sağlık Sigortasında(GSS)da, eczacı kalfası temelde olduğuna benzer, hayati yanlışlar olduğunu görüyoruz.
Bakın ilk olarak sigorta modelini öngörüyor ki bunun işlemeyeceği Bağ-kurun prim toplama oranlarından kolayca anlaşılabilir.
İkincisi, “Temel Teminat Paketi” diye adlandırılan “Paran Kadar Sağlık” anlamına gelen bir uygulama dikkati çekiyor. Bu uygulamada Sosyal Güvenlik Kurumu(SGK) ödediğin prim oranında paketler hazırlıyor. Örn: 127 YTL altında gelire sahip olan bir vatandaşın primini devlet aylık 47 YTL olarak ödüyorsa bu kapsamdaki vatandaşların o yılki sağlık harcamalarının ortalamasının 47 YTL nin altında olması gerekir ki SGK kar edebilsin. 47 YTL nin üstüne çıkamaz. Çıkacak gibi olursa SGK önlem alır.
Nasıl? Çok basit. Hizmetin kapsamını daraltır ya da primi arttırır.
Bu ne demek? SGK ca en gereksiz ve pahalı bulunan hizmet kapsam dışına çıkarılır. Örn: Antidepresanlar kapsam dışıdır.” diyebilir. Başka ülkelerde öyle yapmışlar çünkü.
Diyelim ki geliriniz 127 YTL nin üstünde ve kendi priminizi kendiniz ödüyorsunuz. Aynı şey sizin içinde geçerli olacaktır.
İfade edildiği şekli ile herkes sigortalı olacak ama parası kadar.
İşin birde aile hekimliği ile ilgili olan yanları var. Hani diyorlar ya herkesin bir doktoru olacak. Doğru. Ama yorgun bir doktoru olacak. 3500 ile 4000 nüfusa bakan ve her işe tek başına yetişmeye çalışan ve yetişemeyeceği içinde yeterli özeni gösteremeyen yorgun ve ekibini kaybetmiş, yalnız bir doktoru.
Günde ortalama 60 hasta muayene eden, gebe takiplerini yapan, bebek takiplerini yapan, kronik hastalarının ev ziyaretlerini yapan, aşılamaları yapan ve toplum sağlığının gerektirdiği bütün işleri bir sağlık personeli(ebe veya hemşire) ile yetiştirmeye çalışan bir doktoru olacak.
Sigorta kurumu ile vatandaş arasında sıkışıp kalmış bir doktor.
Yazının başında “Piyasacı sağlık vatandaşa ne getirir? Ne götürür? Nasıl kokar?” diye sormuştum.
Piyasacı sağlık; Vatandaşa paran kadar sağlık getirir. Sağlık hakkını alıp götürür, sağlık yardımına dönüştürür. Kesinlikle kötü kokar.
Sağlıcakla…

SAĞLIKTA PİYASA YAKLAŞIMI वे DENGELİ SAĞLIK ÇALIŞANI

SAĞLIKTA PİYASA YAKLAŞIMI VE DENGELİ SAĞLIK ÇALIŞANI


Piyasada üretilen her türlü mal veya hizmetin fiyatı vardır. Buna iktisatta “raiç değer” denir. Yani terzinin diktiği gömleğin, çiftçinin ürettiği havucun olduğu gibi hemşirenin ürettiği hizmetin, laborantın yaptığı tahlilin, doktor hizmetinin de piyasa raiç değeri vardır ve bu değer piyasa ekonomisi ile yönetilen ülkelerde vazgeçilmez kuraldır. Bu çoğunlukla arz talep dengesi diye ifade edilir.
Piyasaya arz ettiğiniz mal veya hizmet arttığı halde talep artmıyorsa mal veya hizmetin değeri düşecektir. O halde dengeyi piyasa sağlayacaktır. Şöyle ki; araba üreticileri ürettikleri arabanın fiyatının düşme eğilimine girmesini istemiyorlarsa arzı dengede tutmak zorundalar. Daha açık bir ifade ile üretim kalitesini ve sayısını piyasada o kalitede ve sayıda arabayı alabilecek tüketiciye göre ayarlarlar, ayarlamak zorundadırlar. Yoksa piyasanın dengeleyici etkisi(!) ile yok olurlar. .
Hakim olan nedir? Piyasa. Piyasacı ekonomi. Piyasa kuralları.
Bir süredir sağlıkta reform iddiası ile ortaya çıkan hükümet aslında sağlıkta reform yapmıyor. Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor. Sağlık Bakanın deyimi ile gelişmiş ülkelerde.
olduğu gibi.
Aslında çoğu ülkede eğitim ve sağlıkta piyasacı bir yönelimin olduğu, hatta uzun yıllardır olduğu doğrudur. Ancak bu ülkeler sağlıkta ve eğitimde piyasacı oldukları için gelişmiş ülkelerdir yanılsamasının yaratılması doğru değildir.
Ben orta okuldayken Türkçe öğretmenimin anlattığı bir hikaye vardı. Derdi ki; Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizden bazı gençler Avrupa ülkelerine eğitim için gönderilmiş. Bu gençlerin bir kısmı devletin olanakları ile gittikleri bu ülkelerde ki gece hayatına, kültürel yapıya, kadın erkek ilişkilerindeki duruma bakarak ekonomi nasıl gelişir anlamaya çalışmışlar ve sonra şöyle bir sonuca varmışlar. Bizim ülkemizde de gece hayatı gelişir, kültürel yapı Avrupa da ki gibi olur ve kadın erkek ilişkileri de onlara benzerse gelişme olur ekonomi kalkınır. O nedenle Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak bu konularda “reform” yapmak istemişler.
Aynı yıllarda Japonya dan da gençler Avrupa’ya gönderilmiş ama o gençler bizimkilerin ilgilendikleri konularla ilgilenmeyip, fabrikalarla, işçilerin çalışma sistemleri ile, buhar makinelerinin nasıl çalıştığı ile ilgilenmişler. Sonuçta Japonya’nın da bizimde geldiğimiz durum ortada.
Şimdi sağlıkta “reform” yapanlar aynı yöntemi izlemekteler. Bakın diyoruz ki Aile Hekimliği modeli ülkemize uygun bir model değil. Çünkü sonuçta prime dayalı Genel Sağlık Sigortası Sistemine dayanıyor. Ülkemizde prime dayalı model olan Bağ-Kur’un durumu ortada. Orta halli esnafın bile prim ödeyemediği bir ortamda yoksullar prim ödeyemez. Dolayısı ile de sistem çöker.
Cevap; gelişmiş ülkeler bu sistemi uyguluyor. İyide biz gelişmiş ülke değiliz. Olsun gelişiriz. Hele şu Aile Hekimliği modelini getirelim, ondan sonra gelişmek kolay.
Yazıyı daha fazlada dağıtmadan başa dönecek olursak. Ne demiştik? Sağlık Bakanlığı Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor.
Konuyu açmak için şu iki soruya cevap vermeye çalışalım.
Sağlığın piyasalaşması nedir? Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir?
Sağlığın piyasalaşması demek, yukarıdaki araba örneğinde olduğu gibi dengeleyici unsur piyasa olacak demek. Yani sağlıkta hizmet üretimini, sağlık çalışanın ürettiği hizmetin değerini piyasa belirleyecek. Piyasa dedikleri şey doğa üstü bir şey değil ki; ulusal ve uluslar arası sağlık tekelleridir piyasa.
Tıpkı araba örneğinde olduğu gibi.Hükümet aile hekimliği modelinde şu an için Doktorlara göreceli yüksek ücret teklif ediyor. Çünkü işsiz hekim yok. Piyasa daha hekim sayısını arttıramadı. Çözüm daha fazla tıp fakultesi açmak veya ithal hekimlik. İşte size piyasa dengesi. Yani hekim ücretleri, ben daha ucuza çalışırım, diyen işsiz hekimler üretilinceye kadar yüksek kalacak sonra düşecektir. Tıpkı ebe, hemşire ve sağlık memurlarının durumunda olduğu gibi.
Ne yaptı “Piyasa”? Her ilçeye sağlık meslek lisesi, her üniversiteye sağlık yüksek okulu açtı. Şimdi on binlerce işsiz sağlıkçı varken. Tabi ki Ebelere, Hemşirelere “Eleman” muamelesi yapılacak. Ondan sonra çıkıyor ebe arkadaşlar soruyorlar “Neden benim ücretim Doktorla aynı oranda artmıyor.” diye. Cevap: Seni Piyasa dengeledi.
İkinci soruya da böylece cevap vermiş olduk. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir? Demiştik. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına “denge” getirir.
Sağlığın piyasalaşması vatandaşa ne getirir? Sağlıkta Piyasacı yaklaşım nasıl kokar? Bu sorulara fırsat verilirse sonraki yazılarda değinmek isterim.
Sağlıcakla…

SAĞLIKTA PİYASA YAKLAŞIMI वे DENGELİ SAĞLIK ÇALIŞANI

SAĞLIKTA PİYASA YAKLAŞIMI VE DENGELİ SAĞLIK ÇALIŞANI


Piyasada üretilen her türlü mal veya hizmetin fiyatı vardır. Buna iktisatta “raiç değer” denir. Yani terzinin diktiği gömleğin, çiftçinin ürettiği havucun olduğu gibi hemşirenin ürettiği hizmetin, laborantın yaptığı tahlilin, doktor hizmetinin de piyasa raiç değeri vardır ve bu değer piyasa ekonomisi ile yönetilen ülkelerde vazgeçilmez kuraldır. Bu çoğunlukla arz talep dengesi diye ifade edilir.
Piyasaya arz ettiğiniz mal veya hizmet arttığı halde talep artmıyorsa mal veya hizmetin değeri düşecektir. O halde dengeyi piyasa sağlayacaktır. Şöyle ki; araba üreticileri ürettikleri arabanın fiyatının düşme eğilimine girmesini istemiyorlarsa arzı dengede tutmak zorundalar. Daha açık bir ifade ile üretim kalitesini ve sayısını piyasada o kalitede ve sayıda arabayı alabilecek tüketiciye göre ayarlarlar, ayarlamak zorundadırlar. Yoksa piyasanın dengeleyici etkisi(!) ile yok olurlar. .
Hakim olan nedir? Piyasa. Piyasacı ekonomi. Piyasa kuralları.
Bir süredir sağlıkta reform iddiası ile ortaya çıkan hükümet aslında sağlıkta reform yapmıyor. Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor. Sağlık Bakanın deyimi ile gelişmiş ülkelerde.
olduğu gibi.
Aslında çoğu ülkede eğitim ve sağlıkta piyasacı bir yönelimin olduğu, hatta uzun yıllardır olduğu doğrudur. Ancak bu ülkeler sağlıkta ve eğitimde piyasacı oldukları için gelişmiş ülkelerdir yanılsamasının yaratılması doğru değildir.
Ben orta okuldayken Türkçe öğretmenimin anlattığı bir hikaye vardı. Derdi ki; Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizden bazı gençler Avrupa ülkelerine eğitim için gönderilmiş. Bu gençlerin bir kısmı devletin olanakları ile gittikleri bu ülkelerde ki gece hayatına, kültürel yapıya, kadın erkek ilişkilerindeki duruma bakarak ekonomi nasıl gelişir anlamaya çalışmışlar ve sonra şöyle bir sonuca varmışlar. Bizim ülkemizde de gece hayatı gelişir, kültürel yapı Avrupa da ki gibi olur ve kadın erkek ilişkileri de onlara benzerse gelişme olur ekonomi kalkınır. O nedenle Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak bu konularda “reform” yapmak istemişler.
Aynı yıllarda Japonya dan da gençler Avrupa’ya gönderilmiş ama o gençler bizimkilerin ilgilendikleri konularla ilgilenmeyip, fabrikalarla, işçilerin çalışma sistemleri ile, buhar makinelerinin nasıl çalıştığı ile ilgilenmişler. Sonuçta Japonya’nın da bizimde geldiğimiz durum ortada.
Şimdi sağlıkta “reform” yapanlar aynı yöntemi izlemekteler. Bakın diyoruz ki Aile Hekimliği modeli ülkemize uygun bir model değil. Çünkü sonuçta prime dayalı Genel Sağlık Sigortası Sistemine dayanıyor. Ülkemizde prime dayalı model olan Bağ-Kur’un durumu ortada. Orta halli esnafın bile prim ödeyemediği bir ortamda yoksullar prim ödeyemez. Dolayısı ile de sistem çöker.
Cevap; gelişmiş ülkeler bu sistemi uyguluyor. İyide biz gelişmiş ülke değiliz. Olsun gelişiriz. Hele şu Aile Hekimliği modelini getirelim, ondan sonra gelişmek kolay.
Yazıyı daha fazlada dağıtmadan başa dönecek olursak. Ne demiştik? Sağlık Bakanlığı Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor.
Konuyu açmak için şu iki soruya cevap vermeye çalışalım.
Sağlığın piyasalaşması nedir? Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir?
Sağlığın piyasalaşması demek, yukarıdaki araba örneğinde olduğu gibi dengeleyici unsur piyasa olacak demek. Yani sağlıkta hizmet üretimini, sağlık çalışanın ürettiği hizmetin değerini piyasa belirleyecek. Piyasa dedikleri şey doğa üstü bir şey değil ki; ulusal ve uluslar arası sağlık tekelleridir piyasa.
Tıpkı araba örneğinde olduğu gibi.Hükümet aile hekimliği modelinde şu an için Doktorlara göreceli yüksek ücret teklif ediyor. Çünkü işsiz hekim yok. Piyasa daha hekim sayısını arttıramadı. Çözüm daha fazla tıp fakultesi açmak veya ithal hekimlik. İşte size piyasa dengesi. Yani hekim ücretleri, ben daha ucuza çalışırım, diyen işsiz hekimler üretilinceye kadar yüksek kalacak sonra düşecektir. Tıpkı ebe, hemşire ve sağlık memurlarının durumunda olduğu gibi.
Ne yaptı “Piyasa”? Her ilçeye sağlık meslek lisesi, her üniversiteye sağlık yüksek okulu açtı. Şimdi on binlerce işsiz sağlıkçı varken. Tabi ki Ebelere, Hemşirelere “Eleman” muamelesi yapılacak. Ondan sonra çıkıyor ebe arkadaşlar soruyorlar “Neden benim ücretim Doktorla aynı oranda artmıyor.” diye. Cevap: Seni Piyasa dengeledi.
İkinci soruya da böylece cevap vermiş olduk. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir? Demiştik. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına “denge” getirir.
Sağlığın piyasalaşması vatandaşa ne getirir? Sağlıkta Piyasacı yaklaşım nasıl kokar? Bu sorulara fırsat verilirse sonraki yazılarda değinmek isterim.
Sağlıcakla…

2 Aralık 2007 Pazar

PARAN YOKSA HASTALANMA

Paran yoksa hastalanma

Yeni düzenlemelerle TBMM'ye sunulan Genel Sağlık Sigortası tasarısına göre, sigortalıların sahip olduğu haklar tehlikeye giriyor.
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nda yapılacak değişiklikle sigortalılar yatarak tedavi için yüzde 1 katılım payı ödeyecek. Rakam 600 YTL'ye kadar çıkabilecek
Sevk zincirine uymadan 2. ve 3. basamak hastaneye gidenler 10 YTL muayene ücreti verecek. Diş tedavisinde SGK sadece belirlediği rakamı ödeyecek, kalanı sigortalıdan çıkacak
02/12/2007 (2135 kişi okudu)
AHMET KIVANÇ (Arşivi)ANKARA - 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda yapılan değişikliklerle, sağlıkta en fazla şikâyet konusu olan, hastalardan ilave para talep edilmesi kurumsal hale getiriliyor. Sigortalı hastalardan kamuya ait hastanelerde farklı, özel hastanelerde farklı ilave ücret alınabilecek. Şimdiye kadar sadece ilaç ve tıbbi malzemeler için katılım payı ödeyen sigortalılara ilk defa, yatarak tedavide de katılım payı ödeme zorunluluğu getiriliyor. Özel oda, özel hoca talep etmeyen bir sigortalıdan bile yatarak tedavi sırasında yaklaşık 600 YTL'ye kadar katılım payı alınacak. TBMM'ye sunulan 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, sosyal güvenlik reformunun vatandaşlar açısından en kabul edilebilir yanını oluşturan genel sağlık sigortası sisteminde köklü değişiklikler yapıyor. Yürürlük tarihi 1 Ocak 2008 tarihine ertelenen 5510 Sayılı Kanun, kamu ve özel hastane ayrımı yapmadan tüm sağlık kurumlarını aynı statüde kabul ediyor. Kanuna göre, çeşitli bakanlıklardan temsilcilerin katılımıyla oluşturulan Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonu, kamu ya da özel tüm hastaneleri tıp eğitimi, hizmet basamağı, altyapısı, bulunduğu il gibi kriterlere göre ayrı ayrı sınıflandırarak hangi hastanede hangi hastalığın tedavisi için hangi fiyatın uygulanacağını belirleyecek.
İki katını geçemeyecek Kamu ya da özel olmak üzere, SGK ile anlaşmalı hastaneler sigortalılardan sadece 'otelcilik hizmeti' ve 'öğretim üyesi' farkı alabilecek. Yani sigortalılar, özellikle bir öğretim üyesinden tedavi hizmeti alıp, özel bir odada kalmak isterse bunun farkını ödeyecek. Bu şekilde ödenecek ilave ücretlerin toplamı, SGK'nın o hizmet için belirlemiş olduğu fiyatın iki katını aşamayacak. Bunun dışında sigortalıdan ilave ücret talep eden hastanenin SGK ile sözleşmesi feshedilecek. Tasarıda ise, sigortalılardan alınacak ilave ücret konusunda kamu ve özel hastaneler farklı düzenlemeye tabi kılınıyor. 5510 Sayılı Kanun'da öngörülen, hastalardan otelcilik hizmeti ile öğretim üyesi tarafından sağlanan tedaviler karşılığı fark alınması hükmü, sadece kamu hastanelerinde söz konusu olacak. Özel hastaneler ise sigortalılardan, Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonu'nca belirlenen sağlık hizmetleri bedelinin yüzde 20'sine kadar ilave ücret talep edebilecekler. Tasarıya göre ayrıca, "Kurumca belirlenmiş standartların üstündeki talepleri karşılayan otelcilik hizmetleri" ile "hayati öneme sahip olmama ve alternatif tedavilerin bulunması" gibi hususlar göz önüne alınarak, "istisnai sağlık hizmetleri" için, sigortalı hastalardan SGK'nın belirlediği fiyatların üç katına kadar ilave ücret alınabilecek.
Cihaz için katkı artıyor Özel hastane yerine devlet hastanesini tercih eden, özel oda ve özel öğretim üyesi talebinde bulunmayan kişiler de ceplerine 600 YTL koymadan hastaneye gidemeyecek. Çünkü TBMM'ye sunulan tasarıyla Türkiye'de ilk defa, sosyal güvenlik kapsamındaki sigortalılara yatarak tedavi hizmetlerinde katılım payı ödeme zorunluluğu getiriliyor. Hastanede yatarak tedavi gören sigortalılar, tedavi bedelinin yüzde 1'i oranında katılım payı ödeyecek. Bu kişilerden ayrıca, yatarak tedavi sırasında kullanılan ortez, protez, iyileştirme araç ve gereçleri için yüzde 20'ye varan oranlarda katılım payı alınacak. Söz konusu araç ve gereçler için ödenecek katılım payı, brüt asgari ücretin yüzde 75'ine (yaklaşık 450 YTL) kadar ulaşabilecek. Her bir yatarak tedavide alınacak yüzde 1 oranındaki katılım payı tutarı ise 150 YTL'ye kadar olabilecek. Dolayısıyla, kamuya ait bir hastaneye tedaviye giden kişiden dahi, bu tedavi sırasında 600 YTL'ye kadar katılım payı alınacak. Eğer sigortalı hasta, kamuya ait hastanede özel oda ve özel hoca talebinde bulunursa bunlar için ayrıca para ödeyecek. Sigortalı hasta, tedavisini özel hastanede yaptırırsa, 600 YTL'yi bulan katılım payının yanı sıra, SGK'nın özel hastaneye ödeyeceği toplam tutarın yüzde 20'si oranında ayrıca ilave ödemede bulunacak.
Diş için GSS'ye güvenme Özel hastanelerden alınacak fark uygulamasına paralel olarak, diş tedavisinde de fark ödemesinin yolu açıldı. 5510 Sayılı Kanun'da, diş protezleri dışında ağız ve diş sağlığı ile ilgili genel tedavi hizmetlerinin tümünün GSS tarafından karşılanması öngörülüyor. Bunun içerisinde konservatif diş tedavisi, kanal tedavisi, travmaya ve onkolojik tedaviye bağlı protez uygulamaları ile 18 yaşını doldurmamış çocukların ortodontik diş tedavileri yer alıyor. Tasarıda ise tüm bu sayılan tedavilerde SGK sadece, konuyla ilgili komisyon tarafından belirlenen fiyat tarifesi üzerinden ortaya çıkan rakamı ödeyecek. Kalan tutar ne olursa olsun, sigortalı kendisi karşılayacak.
Sevk zincirine dikkat Tasarıya göre, ayakta tedavi kapsamında hekim ve diş hekimi muayenelerinde sigortalılardan muayene başına 2 YTL katılım payı alınacak. Sağlık ocaklarında katkı payı alınmayacak. Ama sağlık ocağına gitmeden doğrudan ikinci veya üçüncü basamak hastaneye başvuranlar için bu para 10 YTL'ye çıkabilecek. Sigortalılardan ilaçta alınacak katılım payı ise ilaç bedelinin yüzde 10'u ile 20'si arasında olacak.
Yeşil kart mercek altında Yeşil kartlıların GSS primini devlet üstlenecek. Ancak yeşil kartta yaygın hale gelen suiistimallerin önlenebilmesi için e-devlet çerçevesinde oluşturulan bilgisayar sistemlerinden yararlanılarak çapraz sorgulama yapılacak. Bu kişilerin öncelikle taşınır ve taşınmaz malları tespit edilecek. Malvarlıklarının belirlenmesinin ardından genel harcamalarına da bakılacak. Harcamaları, taşınır ve taşınmaz malları ile SGK tarafından inceleme altına alınarak, belirlenecek test yöntemleri ve veriler kullanılarak tespit edilecek her türlü gelirin aylık tutarı net asgari ücretin üçte birinden az olan kişilerin GSS primini devlet karşılayacak.

27 Kasım 2007 Salı

SAĞLIK HAKKIMIZ VE GELECEĞİMiZ

Sağlıkta dönüşüm programının en önemli kısmı anlamında olan ve hükümetinde siyasi olarak büyük yatırımlar yaptığı Aile Hekimliği tartışmaları sürüyor. O kadar ki geçen haftada yazdım, sağlık ocakları adeta bu konuyla yatar kalkar oldu. Dilimizin döndüğünce anlatmaya çalışıyoruz. Anlatmaya da devam edeceğim çünkü bu konu oldukça önemli ve bir o kadarda yakıcı. Halka her ailenin bir hekimi olacak denerek şirin gösterilmeye çalışılan bu sistemin aslında paran kadar sağlık anlamına geleceğini ve ülkemizin sağlığının tüccar mantığı ile hareket eden özel sağlık kuruluşları ile sigorta şirketlerinin insafına bırakılacağı çok açık. Bu güne kadar olan yazılarda aile hekimliğinin ülkemizde yaşanması muhtemel olumsuzlukları üzerine durduk. Bize verdikleri cevap hemen tüm Avrupa ülkelerinde bu sistem uygulanıyor ve bu sistem çağdaş bir sistemdir. Söylemlerini inceleyelim.ingiltere: Bu ülkede aile hekimleri evde veya muayenehanesinde hasta bakar ve uygulamalarını ya özel muayenehanesinde yada kamudan(sağlık ocağından) kiraladığı bir odada yapar. Sistem günümüzde özellikle koruyucu hizmetler ve sevklerle ilgili ciddi sorunlar yaşamaktadır. Bazı kötü tanı almış (örneğin kanserli) hastalar kendilerine bakacak aile hekimi dahi bulamamaktadır. (Aksakoğlu 1995) ingiltere’de bir dönem kendi bütçesi olan aile hekimleri de yaratılmak istenmiş ancak başarılı olunamamıştır. Aile hekimliği uygulaması ingiltere’de hiçbir zaman bir ekip çalışmasına gidememiş, tedavi edici hekimlik üzerine kurulu yalnız bir hekim modeli olarak kalmıştır. (Baggot 2000)Almanya: Aile hekimliği sosyal sigorta ile bağlantılı olması nedeniyle aşırı ve gereksiz kullanıma açık, oldukça pahalı bir sistem yaratmıştır. Aile hekimleri koydukları tanı ve yaptıkları girişimlere karşılık belli puanlar toplayan ve bu puanların karşılığında para kazanabilen mekanik bir kitle haline gelmiştir. Doğal olarak bazı hastalıklar veya hastalar puan olarak değersiz olduğunda aile hekimlerinin ilgisini çekmemektedir. Almanya’da ödemelerin verilen hizmet başına yapılması ve sistemin sigorta sistemi ile finanse edilmesi sağlık harcamalarını gereksiz yere arttırmaktadır.(Roemer 1991) ABD: Aile başlangıçta örgütlü olarak oluşturulmamış, sağlıkta amaçlanan kara dayalı karmaşa ortamında kendiliğinden yerini almıştır. Başlangıcı kovboylar dönemindeki kasaba hekimlerine yada altın madenlerinde veya demiryolu inşaatlarında çalışan şirket hekimlerine dayanır. (Mc Kenzie 2002) 2. Dünya savaşı gelişen sosyal devlet döneminde ise hastane uzmanı ile bağlantılı sağlık sigortasından finanse edilir konumda, sözleşmeli olarak çalışmaya başlamıştır. Günümüzde ABD’de aile hekimliği modeli aşırı uzmanlaşma ve hastaların sınırsız istekleri karşısında önemini kaybetmiştir. (Konver 1990)Kanada: Uzun süredir sigorta sistemi ve aile hekimliğini bir arada götürürken artık tıkanmışlık yaşanmakta, aile hekimleri tüm dünyada olduğu gibi sadece kendine başvuranlara bakan, poliklinik yoğunluklu bir uygulama olarak gerçekleşmektedir. Hastalar yoğunluk ve niteliksiz hizmet nedeniyle zorunlu olmadıkça hekime gitmemeye çalışmakta, sık sık aile hekimlerini değiştirmeye çalışmaktadır. Bulgaristan: 1999 dan sonra Dünya Bankasının isteği ile girdiği aile hekimliği sitemi ile tam bir çıkmaza saplanmış durumdadır. Artık Bulgarlar hastaları müşteri, aile hekimlerini ise şahıs tüccarı olarak isimlendirmektedir. Aşı oranları düşmüş, diş sağlığı hizmetleri ise sigorta teminat paketinden çıkarılmış durumdadır.(Kapaklı 2003)Yukarda verdiğim örnekler Tıp Dünyası dergisinin çeşitli bilim adamlarının bu ülkelerde yaptıkları araştırmalarda vardıkları sonuçları özetliyor. Yine örneklerden de anlaşılacağı gibi aile hekimliği uygulaması artık önemini kaybetmiş, işlemez hale gelmiş en önemlisi de pahalı bir sitemdir. Bulgaristan’ da yaşananların aynısı ülkemizde de Dünya Bankası ve IMF nin dayatmaları ile yaşatılmaya çalışılmaktadır. Aile hekimliğinden daha da önemli ve asıl karşı çıkılması gereken Genel Sağlık Sigortasıdır. Aile hekimliği sistemini finanse etmek için düşündükleri sigorta modeli. Hükümet her ailenin hekimi olacak diyerek tribüne oynarken bunu söylememeye özellikle dikkat ediyor. Bizler sağlık çalışanları ve Manisa halkı olarak bu uygulamaya karşı olmalı ve derhal bu sistemden vazgeçilmesini istemek durumdayız. Bizim ülkemiz şartlarına uygun sağlık ocakları çok az destekle daha iyi işler hale getirilerek birinci basamak sağlık hizmetinin sorunları çözülebilir. Ancak sağlık ocağı sistemi döner sermaye ile, yeterince kaynak ayrılmaması ve yeterli sağlık çalışanı bulundurulmaması nedeniyle olumsuz bir sistemmiş gibi görünmesi sağlanmıştır. Gerçek olan sağlık ocağı modeli ile genel bütçeden masrafların karşılanması ve yeterince sağlık çalışanı istihdamı ile bu konu halledilebilir. Sağlık çalışanları ben ne olacağım demekten vazgeçmeli ve biz ne olacağız demelidir. Manisa halkı hiçbir ayrım gözetmeden ve hiçbir yönetmelik ve yasayı aramıza koymadan kamu çalışanı, özel sektör çalışanı- işçi, işsiz- sendikalı, sendikasız- çocuk, yaşlı- öğretmen, öğrenci- doktor, hasta- zengin, fakir- okumuş, cahil- şucu, bucu. Kendi içinde bir zenginliği ortaya koyabilmeli ve farklılıkları ile bu güzelliği yaratabilmeli. Haydi hep birlikte aile hekimliğine hayır diyelim, sağlığımıza ve geleceğimize sahip çıkalım.Sağlıcakla...

26 Kasım 2007 Pazartesi

GOLASTRAN TUTACAK

Elindeki küçük kağıtla oldukça mahcup, ne yapacağını bilemez bir halde kafasını kapıdan uzattığında, duruşundan, vücudunun kendisine direndiğini ve içeri girmek istemediğini zannederdiniz.
-Buyur amca. Denmesiyle geçicide olsa kendine güven duymuş ve içeri girebilmişti.
Elinde tuttuğu kağıdı işaret ederek uzattı.Kenarlarından özensizce koparıldığı belli olan buruşuk çizgili kağıt terden ıslanmış, yazısı çok zor okunur haldeydi. Zorlada olsa okundu. “Golastran tutacak.” Yazının zorda olsa okunması yüzünde derin bir rahatlama sağlamıştı ihtiyar adamın. Ne istediğinin anlaşılacağı ile ilgili bir rahatlamaydı bu.
Ancak sağlık görevlilerinin hiç biri yazının ne anlama geldiğini anlamamışlardı ve kendisi de ne istediğini anlatacak kadar Türkçe bilmiyordu.
Kağıt bir iki kişi tarafından okunduktan sonra, “Sen yanında Türkçe bilen biri ile gel dendi Türkçe.”
Anlayıp anlamadığını anlayacak vakit yoktu ve sırada bekleyen hastalarda homurdanınca sırtı sıvazlandı ve gitmesi gerektiği işaretle anlatıldı.
Yaşlı adamın gidişi ile az önce yaşanan anlaşmazlık, günlük hasta yoğunluğu ve yapılacak işlerin telaşı ile unutuluverdi.
Öğleden sonra hastaların dolaysıyla da işlerin azalması ile biraz oturmaya fırsat bulan sağlık görevlileri masanın üzerinde yaşlı adamdan kalma buruşuk kağıt parçasını gördüler. İçlerinden biri kağıdı diğerlerine göstererek ne yazdığını çözüp çözemediklerini sordu. Kendisi çözmüştü çünkü. Golastran, kolesterol, tutacak da, bakılacak anlamına geliyordu. “Kolesterol bakılacak.” Demek istemişti yaşlı adam.
********************************************************************************************
Orta yaşlı kadın elinde sağlık karnesi ile poliklinik önünde bir süre beklemiş ve numaratörde kendi numarasını görünce içeri girmişti.
Doktor, -Buyurun ne vardı?
-İlaç yazdıracaktım.
Doktorun bu aralar duymayı isteyeceği en son cümle buydu herhalde. Hiç hoşlanmıyordu bu tür isteklerden, şimdi akşamın bu saatinde üstelik birde hasta halde tuttuğu bu nöbette anlatmak zor gelmişti. Böyle bir şey istemeye hakkı olmadığını, tıp fakültesini onun ilaçlarını yazmak için bitirmediğini. Asıl işinin onu muayene ettikten sonra gerekli ilaçları, hangisini uygun görürse, kendisinin yazması gerektiğini.
Ama hem hasta halde nöbet tutmanın hem de bu durumu anlatmanın güçlüğü aklına gelince vazgeçti.
-Ne ilacı yazdıracan?
-Grip ilacı. İşte bu.
Gösterdiği ilaç ağır bir antibiyotikti ve gripte kullanılmazdı. Kaldı ki hastanın grip olup olmadığı da belli değildi. İyice canı sıkılmıştı.
-Bu ilaç grip ilacı değil. dedi.
-Bana bu ilacı dediler.
Kim dedi niye dediyse bu ilaç doğru değildi ve hasta ile anlaşmak gittikçe güçleşiyordu. Son bir çırpınışla.
-İstersen seni muayene edeyim.
-Muayene olmaya hakkım var mı?
-Ne demek tabi ki.
-Ne bilim ben muayene etmiyorsunuz diye düşündüm. Hangi ilacı yazdıracağımı da bilemeyince komşuya sordum. Bu ilacıda komşu söyledi.
Bu konuşmadan sonra doktor hastaya muayene etmeye hakkı olduğunu anlattı ve hasta o gün nöbete kaynanası dahil olmak üzere dört akrabasını muayene ettirmek için getirdi. Onlara şunu söylüyordu “Sağlık ocağındaki doktor hanım muayene ediyor.”
Doktor o nöbetten sonra on yılın üzerindeki hekimlik tecrübesine bir yenisini ekledi.
“Hastalar muayene olma haklarının olduğunu bilmiyor olabilirler.
Sağlıcakla…

18 Kasım 2007 Pazar

HASTA MI, İNSAN MI?

Genellikle şöyle der doktor. “Size birkaç test yapmamız lazım. Kan, idrar, röntgen vs.” Tam o ara “Neyim var doktor?” sorusuna şu cevabı alırsınız. “Test sonuçların çıksın konuşuruz.”

Geçenlerde bir tıp dergisinde bir tıp doktoru şöyle yazmış. “Artık herkese aksi ispatlanıncaya kadar hasta muamelesi yapılıyor.”

Yazıyı okurken acaba haksız bir itham mı diye düşündüm. Hiçte haksız değil. Gerçektende son yıllarda insanlara “hasta” muamelesi yapılıyor. Öyle ki onca tetkikten sonra hastalığı çıkmayan kendini eksik hissediyor.

Hastanelere başvuran sayısı ile tetkik sayısı arasında oransal artış istatistiksel olarak ne durumda bilmiyorum ama şundan eminim son yıllarda bu oran çok fazla artmıştır.

Tetkik isteme sayısındaki artış hükümetin bile canını sıkıyor. Öyle ki bir takım önlemlerle bunu azaltmaya çalışıyor. Örneğin paket uygulama. Yine hastaneye başvuranlar bilirler (özellikle Celal Bayar Hastanesi) Doktor şöyle der. Sana şu tetkikleri yapmamız gerekiyor ama paketin doldu. Ya seni yatırıp bu tetkikleri yapacağız, ya cepten ödeyeceksin veya sonra gelip yaptır. Hatta şöyle bir uygulama bile duyduk. “Sana burada yapabileceğimiz tetkikleri yapalım. Sağlık ocaklarında yapılan şu tetkikleri de yaptırıp öyle gelin.”

Son günlerde sağlık ocaklarına başvuran vatandaşların elinde bu hastanelerden verilen tetkik istek kağıtları görmeye başladık.

Bu yazdıklarım hastaların ifadelerinden öğrendiklerim. Elbette hükümetlerin sağlık harcamalarında kısıntı yapması doğru değil, doktorlar her istedikleri tetkikleri yaptırabilsinler. Ancak sizce de bu tetkikler biraz abartılmadı mı?

Şimdi ben karikatürde ifade edildiği şekli ile doktorların kafa karıştırmak için tahlil istediğini düşünmüyorum. Ama burada bir yanlışlık, bir sakatlık olduğu kesin.

İNSEV (İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı)’in bir sunumuna katılmıştım. Şöyle demişti eğitimci: “Hastalıkların önemli kısmı dört nedene dayanıyor. 1. Genetik faktörler 2. Kötü Beslenme(az-çok) 3. Hareketsiz Yaşam 4. Sigara. Bu dört faktörle yeterince mücadele edilirse çoğu hastalık ortadan kalkacaktır.

Şöyle düşünelim. Sigara içen hastasıyla bu anlamda ilgilenmeyen bir hekimin her seferinde solunum fonksiyon testi istemesi veya sürekli nefes açıcı ilaç vermesi ne kadar anlamlı görülebilir?

Sağlıkta yaşanan her türlü olumsuzlukta belki sağlık mesleklerine mensup olmamızdan kaynaklı şöyle bir refleks gösteriyoruz. Sağlıkta yaşanan olumsuzluklardan tamamıyla karar vericiler dolayısı ile de hükümetin sorumluluğunda olduğunu iddia ediyor ve kendi sorumluluğunuzu görmezden geliyoruz.

Unutmamamız gereken beklide en önemli nokta, sağlık hizmetini sunanlar olarak karar alıcılar kadar olmasa da, sorumluluğumuz var ve bundan kaçamayız.

Sağlıcakla…

12 Kasım 2007 Pazartesi

SAĞLIK HAKKI VE HASTA HAKLARI


SAĞLIK HAKKI VE HASTA HAKLARI

“Dün dünde kaldı cancazım, artık yeni şeyler söylemek lazım.”
Mevlana

Hakikaten de yeni şeyler söylemek, yeni fikirler üretmek kısacası çok çalışmak lazım çook.
Bu gün size sağlıkla ilgili yeni şeylerden ve yeni şeyler söyleyen birinden Dr Mustafa SÜTLAŞ’tan bahsedeceğim.
Hasta hakları konusunda Türkiye’de sayılabilecek birkaç kişiden biri. Hasta hakları derneği HAYAD’ın ilk kurucularından.
Sonra hasta hakları mücadelesinin sadece hasta şikayetleri noktasına gelmesi ve tıkanması ile yine yeni şeyler söylemek ve yeni açılımlar yapmak için “Sağlık Hakkı Hareketi Derneği” kurucusu ve halen başkanı.
Bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da ciddi bilgi eksiği olmasına aldırmadan canla başla çalışıp o eksiği kapatmaya çalışan bir işçi.
Sağlıkla ilgili yazı yazan ve okuyan biri olarak bir çok yazımda başvuru kaynağım olması nedeniyle oldukça önemli bulduğum ve önemsediğim biri.
Bu günlerde Manisa’da. “Sağlık Hakkı ve Hasta Hakları” ile ilgili bir dernek çalışmasına destek vermek için geldi. Birlikte ulaşabildiğimiz duyarlı kişi ve kurumları dolaşıyoruz. Her gittiğimiz yerde gazetede, televizyonda, dernekte, vakıfta, lokalde, lokantada anlatıyor. Oldukça sakin ama bir o kadar inatla.
Sağlığın bir hak olduğundan bahsediyor.
Sağlık hizmetlerinin, anayasamızda yazılı "sosyal devlet" ilkesi gereği “kamusal bir görev” olduğunu söylüyor.
Sağlık hizmeti ertelenebilir, yararlanmaktan vaz geçilebilir yada yerine başkası konulabilir bir hizmet değildir diyor.
Çünkü diyor dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, ülkemizde de "sağlık hizmetleri" hızla ticarileştiriliyor ve özelleştiriliyor. Sağlığı ticarileştirme ve özelleştirme, sağlıklı yaşama hakkımızın daha çok ihlâline yol açmaktadır. Oysa "Sağlıktan ve özgürlükten" tasarruf edilemez.
Tamda bu nedenle mücadele yürütmekten, birlik olmaktan, dayanışmadan söz ediyor.
Tüm bu yaşanan olumsuz gelişmeler ve sağlıktaki yıkıma karşın mücadele yürütmek hastaların, hasta yakınlarının, sağlık hizmeti sunanların (sağlıkçıların) dolayısıyla da tüm toplumun görevidir.
Öyleyse hasta haklarını, ama beraberinde sağlık hakkını da savunan, kişiyi hasta olmadan, sağlıklı yaşam hakkına kavuşturmayı öncelik edinen bir birlikteliği oluşturmalı ve bu sistemi oluşturmak için birlikte mücadele yürütmeliyiz diyor.
Tüm dediklerini, dediklerimizi ete kemiğe büründürecek bir çalışmaya, öncülük etmek yol göstermek içinde Manisa’ya geldi fazla söz etmeye gerek kalmadan bir davet yetti gelmesi için.
Pazartesi gününden bu yana birlikte çalışıyoruz ve bu amaçla ulaşabildiğimiz tüm kurumlara, bireylere ulaşmaya çabalıyoruz.
Ulaştığımız tüm yerlerde yukarıda yazdığım çerçevede ne yapmak istediğimizi anlatıyoruz. Sonra bu çabaların somutlaştırılması amacıyla yapacağımız toplantıya çağırıyoruz.
Toplantımız 20 Kasım 2007 günü saat:19.00 da Eğitim Sen Manisa Şubesinde olacak.
Bu yazıyı okuyan ve bir şekilde bu çalışmaya katkı koyabileceğini düşünen tüm dostları da o toplantıya katılmaya çağırıyorum.
Yazıyı Mustafa SÜTLAŞ’ın bir sözü ile bitireyim.
"En az yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızdan da sorumluyuz."
Sağlıcakla…

SAĞLIK HAKKI VE HASTA HAKLARI

5 Kasım 2007 Pazartesi

SİZ HİÇ...


SİZ HİÇ…


Siz hiç bağırmaktan, slogan atmaktan, yürümekten yorulmuş ama mutlu olmuş elli bin kişiyi aynı alanda, aynı anda gördünüz mü? Ben gördüm. Geçen Cumartesi günü yani 3 Kasımda Ankara’da gördüm bu topluluğu. Nereden diye sorarsanız. Kendimden derim. Çünkü elli binden biride bendim. Cuma akşamı Manisa öğretmen evinden hareket eden sekiz otobüsten birinde de ben vardım. Hafif bir buruklukla gidiyordum Ankara’ya. İçimden daha önceki eylemler gibi sönük geçecek mi acaba diye düşünüyordum ve gerçeği söylemek gerekirse fazlada bir ümit yoktu içimde.Ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken son olaylar, savaş çığlıkları ümitsiz olmak için yeterli idi. Öyle idik. Ama yol ilerledikçe daha ilk molada ufak ümit kıpırtıları dolduruyordu içimizi. Kula’da İzmir’den gelen dostlar bağışlamıştı bunu bize. Derken Ankara hipodroma otobüsümüzün giremeyişi ne kadarda mutlu etmişti hepimizi.Siz hiç trafik sıkışıklığından memnun olan 40 bin kişi gördünüz mü? Ben gördüm. Kendimden biliyorum. Kırk binden biri bendim. Hipodroma girişimiz geciktikçe umutlarımız daha da artıyordu.Sonra kortejler oluşturulurken, ses aracından yapılan anonslar “Arkadaşlar sığmıyoruz.” Sığmamanın sevinci…Siz hiç slogan atarken yüreğinden ses çıkan 50 bin kişi gördünüz mü? Ben gördüm. Sonra Sıhhiye meydanında yapılan anonslar “Arkadaşlar alana giriş yapamayan dostlarımız var. Lütfen omuzlarımız arasındaki mesafeyi kısaltalım.” Mutluluğumuz tarif edilemezdi.İşte tüm umutsuzlukların umuda kestiği beyazın en temiz hali bu rengârenk alanda idi ve KESK Genel Sekreteri Abdurrahman DAŞDEMİR tertip komitesi adına konuşuyordu.Günlerdir savaş nidaları bir karabasan gibi üzerimize çöktü diyordu. Günlerdir her yerde ölüm kutsanıyor, oysa ölüm çocuk büyütmeyi bilmez. İşte tam o anda elli bin kişinin hep yürek ağladığını hissettim. Siz hiç elli bin kişinin tek yürek olup kötü bir durumdan kurtulma ümidini görmenin mutluğu ile ağladığını gördünüz mü? Ben gördüm.Dönüş yolunda istisnasız herkesin yüzünde yorgunluk ve mutluluk gördüm. Çocuklarım, ülkem, geleceğim aklıma geldi ve 3 Kasım Ankara mitingini düzenleyen, katılan, katılamayan ama gönlü ile katılan herkese teşekkür ederim dedim. Siz hiç tüm barışseverlere ve bu yazıya ilham oldu diye Sezen AKSU’ya tek yazıda teşekkür eden birini gördünüz mü? Ben gördüm. Nereden mi? Kendimden. Sağlıcakla…

1 Kasım 2007 Perşembe

DOKTOR HANIM POFUDUK KİM?


Bu günlerde sağlık ocaklarına gittiyseniz fark etmişsinizdir. Sağlık ocağına işi düşen herkesin eline bir broşür tutturuluyor.
Broşürde “Aile Hekimliğine Geçiyoruz.” deniyor. Aile hekimliği gelince ne olacak falan.
Genel Sağlık Sigortasından bahsediyor mu diye uzun uzun inceledim. Yok.
Broşür baştan sona reklamcı mantığı ile hazırlandığından özellikle resimler insanda burası neresi gibi garip bir duygu uyandırıyor.
İlk resimde bir kız çocuğu annesi tarafından aile hekimine getirilmiş şekilde resmedilmiş. Ama çocuk hasta değil. Zaten doktorun dinleme cihazı kız çocuğunun oyuncak ayısı üzerinde.
Bu resimden yola çıkarak aile hekimliği modelinin Genel Sağlık Sigortası sonrası ile ilgili bir hikaye uyduralım.
Hikaye şu; evin prensesi, biz bu kıza Ayça diyelim. “Anne pofuduk(resimdeki oyuncak ayıya da bu isim yakıştı sanki) hastalandı.” diyor. Annesi de tüm duyarlılığı ile alıp ayıcığı kızı ile birlikte “Aile Hekimine” geliyor. (Aile hekimine de Nalan diyelim)
Anne,“Doktor hanım (veya Nalan) pofuduk hastalandı.” der. Yalnız bu sırada bir eliyle oyuncak ayıyı işaret etmez. Çünkü pofuduğun kim olduğu bilinmektedir.
Doktor Nalan, “Ya çok üzüldüm. Ayçacığım getir de pofuduğa bir bakalım.” der ve dinleme cihazı ile pofuduğu dinlemeye başlar.Buraya kadar her şey resmedildiği gibidir.
Sonra Dr Nalanın aklına pofuduğu kayıt etmesi gerektiği gelir ve Ayçaya dönerek “Söyle bakalım Ayça pofuduğun kimlik numarasını.” Ayça annesine bakar ve gözleri nemlenir.
Anne, “Nalancım pofuduğun kimlik numarası yok.” der.
Dr Nalan “Kimlik numarası yoksa kayıt yapamam. Kayıt yapamazsam Genel Sağlık Sigortası Primini ödeyip ödemediğini anlayamam. Hem yeni çıkan Türk Ceza Kanununa göre oyuncak ayı muayenesi hangi kapsamda ele alınıyor onada bakmam lazım.”
Ayçanın annesi hafiften sinirli bir tavırla “Dr Nalan, hiç oyuncak ayının kimlik numarası olur mu?” diye sorar.
Dr Nalan daha da sinirli bir şekilde gülümseyerek. “Üzgünüm kimlik numarası yoksa hele prim ödeyip ödemediğine bakamazsam pofuduğa bakamam. Hangi aile hekimine kayıtlı ise ona gidin.”
Ayçanın annesi Doktor Nalan’a sitem etmekle kalmaz. Seneye kayıt döneminde nasıl başka doktora kayıt olacağı tehdidini de savurur ve kapıyı çarpıp çıkarlar.
Dr Nalan “Paşa keyfiniz bilir. Hem kimlik numarası olmayan bir pofudukları var hem de güçlüler.” diyerek sıradaki hastaya geçer.
Sıradaki hastada Süleyman adında, beş yaşlarında bir çocuktur. Annesi çocuğun ateş, kusma, ishal şikayetlerinden bahsederken Doktor Nalan önce kayıt yapalım der. Süleyman’ın kimlik numarası vardır. Derin bir nefes alınır. Ancak Süleyman’ın babası Genel Sağlık Sigortası primini yatıramamıştır. Üstelik aylık geliri 127 YTL nin üzerindedir.
Dr Nalan “Üzgünüm der. Çocuğunuza bakamam. Genel Sağlık Sigortası Primi yatmamış.”
Süleyman’ın annesi “Doktor hanım çocuk çok hasta, ateşi var, kusuyor, üstelik ishal. Siz hele bir bakın ne gerekiyorsa yaparız.”
Dr Nalan “Üzgünüm az önce pofuduğa da bakmadım. Gerçi onun kimlik numarası bile yoktu. Sizin var. Ama prim ödeme şartı. Sigorta kurumunun talimatı böyle.”
Süleyman’ın annesi; “Doktor hanım pofuduk kim?.”
Hikayenin bundan sonrasını yazmayalım. Zaten sonrası da yok.
Yazının başında da belirttim. Bir olaya reklamcı gözüyle yaklaştığınızda durum oldukça aldatıcı ve abartılı olabiliyor. Yıllar önce bir margarin firmasının reklam sloganı “Özen gösteren anneler için.” Şeklinde idi. Yani eğer çocuklarınıza bu margarinden yedirirseniz “Özen Gösteren Anne” olursunuz. Oysa bir anne çocuklarına özen gösteriyorsa margarin yedirmemeye çalışmalıdır diyebiliriz. Ama reklamcılar işte böyle yaklaşabiliyorlar.
Sağlıcakla…

27 Ekim 2007 Cumartesi

SAĞLIKTA PİYASA YAKLAŞIMI VE DENGELİ SAĞLIK ÇALIŞANI.

Piyasada üretilen her türlü mal veya hizmetin fiyatı vardır. Buna iktisatta “raiç değer” denir. Yani terzinin diktiği gömleğin, çiftçinin ürettiği havucun olduğu gibi hemşirenin ürettiği hizmetin, laborantın yaptığı tahlilin, doktor hizmetinin de piyasa raiç değeri vardır ve bu değer piyasa ekonomisi ile yönetilen ülkelerde vazgeçilmez kuraldır. Bu çoğunlukla arz talep dengesi diye ifade edilir.
Piyasaya arz ettiğiniz mal veya hizmet arttığı halde talep artmıyorsa mal veya hizmetin değeri düşecektir. O halde dengeyi piyasa sağlayacaktır. Şöyle ki; araba üreticileri ürettikleri arabanın fiyatının düşme eğilimine girmesini istemiyorlarsa arzı dengede tutmak zorundalar. Daha açık bir ifade ile üretim kalitesini ve sayısını piyasada o kalitede ve sayıda arabayı alabilecek tüketiciye göre ayarlarlar, ayarlamak zorundadırlar. Yoksa piyasanın dengeleyici etkisi(!) ile yok olurlar. .
Hakim olan nedir? Piyasa. Piyasacı ekonomi. Piyasa kuralları.
Bir süredir sağlıkta reform iddiası ile ortaya çıkan hükümet aslında sağlıkta reform yapmıyor. Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor. Sağlık Bakanın deyimi ile gelişmiş ülkelerde.
olduğu gibi.
Aslında çoğu ülkede eğitim ve sağlıkta piyasacı bir yönelimin olduğu, hatta uzun yıllardır olduğu doğrudur. Ancak bu ülkeler sağlıkta ve eğitimde piyasacı oldukları için gelişmiş ülkelerdir yanılsamasının yaratılması doğru değildir.
Ben orta okuldayken Türkçe öğretmenimin anlattığı bir hikaye vardı. Derdi ki; Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizden bazı gençler Avrupa ülkelerine eğitim için gönderilmiş. Bu gençlerin bir kısmı devletin olanakları ile gittikleri bu ülkelerde ki gece hayatına, kültürel yapıya, kadın erkek ilişkilerindeki duruma bakarak ekonomi nasıl gelişir anlamaya çalışmışlar ve sonra şöyle bir sonuca varmışlar. Bizim ülkemizde de gece hayatı gelişir, kültürel yapı Avrupa da ki gibi olur ve kadın erkek ilişkileri de onlara benzerse gelişme olur ekonomi kalkınır. O nedenle Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak bu konularda “reform” yapmak istemişler.
Aynı yıllarda Japonya dan da gençler Avrupa’ya gönderilmiş ama o gençler bizimkilerin ilgilendikleri konularla ilgilenmeyip, fabrikalarla, işçilerin çalışma sistemleri ile, buhar makinelerinin nasıl çalıştığı ile ilgilenmişler. Sonuçta Japonya’nın da bizimde geldiğimiz durum ortada.
Şimdi sağlıkta “reform” yapanlar aynı yöntemi izlemekteler. Bakın diyoruz ki Aile Hekimliği modeli ülkemize uygun bir model değil. Çünkü sonuçta prime dayalı Genel Sağlık Sigortası Sistemine dayanıyor. Ülkemizde prime dayalı model olan Bağ-Kur’un durumu ortada. Orta halli esnafın bile prim ödeyemediği bir ortamda yoksullar prim ödeyemez. Dolayısı ile de sistem çöker.
Cevap; gelişmiş ülkeler bu sistemi uyguluyor. İyide biz gelişmiş ülke değiliz. Olsun gelişiriz. Hele şu Aile Hekimliği modelini getirelim, ondan sonra gelişmek kolay.
Yazıyı daha fazlada dağıtmadan başa dönecek olursak. Ne demiştik? Sağlık Bakanlığı Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor.
Konuyu açmak için şu iki soruya cevap vermeye çalışalım.
Sağlığın piyasalaşması nedir? Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir?
Sağlığın piyasalaşması demek, yukarıdaki araba örneğinde olduğu gibi dengeleyici unsur piyasa olacak demek. Yani sağlıkta hizmet üretimini, sağlık çalışanın ürettiği hizmetin değerini piyasa belirleyecek. Piyasa dedikleri şey doğa üstü bir şey değil ki; ulusal ve uluslar arası sağlık tekelleridir piyasa.
Tıpkı araba örneğinde olduğu gibi.Hükümet aile hekimliği modelinde şu an için Doktorlara göreceli yüksek ücret teklif ediyor. Çünkü işsiz hekim yok. Piyasa daha hekim sayısını arttıramadı. Çözüm daha fazla tıp fakultesi açmak veya ithal hekimlik. İşte size piyasa dengesi. Yani hekim ücretleri, ben daha ucuza çalışırım, diyen işsiz hekimler üretilinceye kadar yüksek kalacak sonra düşecektir. Tıpkı ebe, hemşire ve sağlık memurlarının durumunda olduğu gibi.
Ne yaptı “Piyasa”? Her ilçeye sağlık meslek lisesi, her üniversiteye sağlık yüksek okulu açtı. Şimdi on binlerce işsiz sağlıkçı varken. Tabi ki Ebelere, Hemşirelere “Eleman” muamelesi yapılacak. Ondan sonra çıkıyor ebe arkadaşlar soruyorlar “Neden benim ücretim Doktorla aynı oranda artmıyor.” diye. Cevap: Seni Piyasa dengeledi.
İkinci soruya da böylece cevap vermiş olduk. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir? demiştik. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına “denge” getirir.
Sağlığın piyasalaşması vatandaşa ne getirir? Sağlıkta Piyasacı yaklaşım nasıl kokar? Bu sorulara sonraki yazılarda değinmek isterim.
Sağlıcakla…

YEM BORUSU ÇALDI

Gazetelerde televizyonlarda hemen her gün duyarız/izleriz. "Sağlıkçılara % 50 zam", "Öğretmene ek zam yolda.", "Memura zam müjdesi.", "Hekimlerin özlük haklarında ve ücretlerinde iyileştirme yapılacak." Vs, vs. Ama gerçekte bu haberlerin hemen hiç birinin gerçekleştiğini görmeyiz. "Memuru enflasyona ezdirmeyeceğiz."in ne büyük yalan olduğunu en çok pazara yada alışverişe çıktığımız zaman anlarız. Bu türden haberler ister istemez bizlerde beklenti yaratır. Ekonomik durumumuzun düzelme ihtimali bizi o kadar rahatlatır ki, geçeriz televizyonun karşısına bekleriz. İş yerimizde konuşur kritik yaparız. "hadi bakalım inşallah" sonra malum iyileştirmeler bir türlü olmaz. Homurdanırız. Ümitsizliğe kapıldığımız , "olmayacak" dediğimiz anda yeni bir haber çıkar aynı türden. Beklentiler sil baştan alınır. Ümitlerimiz tekrar filiz verir kaldığı yerden. 1 Aralık iş bırakma eylemi öncesi ve sonrasında da en başta bahsettiğim türden haberler o kadar çoğaldı ki acaba dedik.
"Kartaca hükümdarı Anibal, Kartaca’dan İtalya’ya giderken yolda fırtına başlamış... Yolculuğun bu nedenle uzaması yüzünden geminin ambarındaki talimli ve terbiyeli atların yemi bitmiş... Atlar açlıktan huysuzlaşıp, çifte atmaya, kişnemeye ve ortalığı dağıtmaya başlamışlar... Çare düşünen komutanlar, acayip bir kurnazlık bularak, atlara "yem borusu" çalmışlar. Yem verileceğini düşünen atlar sakinleşip beklemeye başlamışlar... Zaten İtalya sahillerine yaklaşan gemiler yem borusunu birkaç kez daha çalarak durumu idare etmişler."(1)
Görünen o ki Anibal ve atları çok şanslı çünkü İtalya sahilleri yani yem bulma şansları yakın.Birkaç yem borusu ile durum idare edilmiş. Teşbihte hata olmaz ama bizim yem borularının bir kaçla ifade edilmesi pek mümkün değil. Birkaç deyince aklımıza yüz yada iki yüz gelmez. Üç dört demek daha akıllıca.
"Demokraside çareler tükenmez.", "Dün dündür, bu gün bu gündür." Cümleleriyle büyüyen bizlerin durumu açıklanır gibi görünmüyor. Toplumsal olayları açıklamak veya gidişatını kestirmek o kadar kolay değil. En azından tahmin bile etseniz yanılma olasılığınız çok fazla.Yakın dönemde gündemimizde olan, daha doğrusu gündemimizde olması sağlanan, olaylara baktığımız zaman "beyaz enerji", "mavi akım", "kırmızının solgunluğu" vs aklın almasına imkan yok. Daha doğrusu çıldırmamak içten bile değil. Yine de olanlara bakıp da ümitsizliğe kapılmamak lazım.
Dedim ya toplumsal olayları kestirmek o kadar kolay değil. Gerçekte var olan çelişkileri uzun süre gizlemek hiç kolay değil. Bir bakarsınız bir yerlerden çıkıvermiş. O zaman paniklersiniz, ne yapacağınızı şaşırır öylece kalıverirsiniz. Elbette "yem borusu" çalanların durumunu tahmin etmek zor olmaz. O talimli ve terbiyeli atlar birde bakarsınız ki gemilerinizi çifteliye çifteliye paramparça edivermiş. 1 Aralık eylemi öncesi en çok attığımız slogan "gemileri yaktık, geri dönüş yok!.." sloganıydı. Benzetmek gibi olmasın birden aklıma geldi.
Neyse konumuza geri dönelim. Dedim ya paniklersiniz, ne yapacağınızı şaşırır öylece kalıverirsiniz diye. İşte o zaman belki birbirinize sırf arkadaşlık olsun diye verdiğiniz o yüz binlerce doların aslında rüşvet olduğu gerçeğini insanlar kavrayıverir. Ve bunun hesabını sormaya kalkabilirler.şimdilerde pek uzak hatta imkansız gibi görünse de. Neden? Diye soracak olursanız, açıklayayım demeyeceğim. Memlekette olanların açıklanmaya ihtiyacı yok ki. Her şey o kadar açık seçik ortadaki görmemek mümkün değil. Batık bankalar, hortumlamalar, kredi yolsuzlukları, adam kayırma, rüşvet, gelir dağılımındaki uçurumlar, açlık, sefalet ücreti daha sayılabilecek bir çok konu... Ama çıt yok. Sanki yaşananlar Amerikan yapımı bir aksiyon filmi ve bizi hiç alakadar etmiyor gibi. Film icabı yani.
Geçenlerde bir sohbet ortamında emekli öğretmen bir büyüğümüzün okuma öğretme konusunda anlattıkları hayli ilginçti. "Okumayı her çocuğa öğretebilirsiniz, yeter ki zeka seviyesi çok düşük olmasın. İki ayda, üç ayda, bir yılda süre önemli değil. Eninde sonunda çocuklar okumayı öğrenir. Ama bu o kadar önemli değildir. Önemli olan okuduğunu anlamasını sağlamaktır. İşte asıl problemde burada, bizde insanlar okuduklarını anlayamıyorlar, anlayabilselerdi zaten bu durumda olamazdık." Evet, bence de can alıcı konu bu yani okumak, okuduğunu anlamak. Kıyaslamak, kuşku duymak, soru sormak ve olanlardan bir sonuç çıkarmak. İşte bu.... İşte bu... en kaba tabiriyle böyle bir değerlendirme sonuca ulaşmak için yeterli.
Bu konuyla ilgili daha çok şey yazılabilir, örnekte verilebilir ama daha fazla yazmama engel olan daha doğrusu kalemimde ki mürekkebi bitiren bir şey var. Değerli emekli öğretmen büyüğümüzün sözleri. Duydunuz mu?. Bakın, dikkatlice dinleyin. İşte, "YEM BORUSU ÇALDI!.." Yem borusu çaldı!.. Yem geliyor!.. mu acaba!?
(1) Öküz Dergisi/Ocak 2001

KARDEŞ VE SEVDALI

Bazen sözün tükendiği, yazının anlamsızlaştığı anlar vardır. Öyle bir anı yaşıyoruz.
Sadece sağduyuya ihtiyacımız var.
Sağduyulu bir suskunluğa, başka hiçbir şeye değil.
Susup bir birimizin yüzüne bakmaya.
Bakıp birbirimize sarılmaya.
Sarılıp hüngür hüngür ağlamaya.
Ağlayıp tüm içten gelen titreyişlerimizi bir birimize hissettirmeye.
İçten gelen ağlama dalgalarını bastırmadan, ağlamaya, ağlamaya, ağlamaya.
Ağlayıp arınmaya.
Acılarımızı yaşarken, bin yıldır kardeş, sevdalı olanların nasıl bin bir türlü oyunlarla bir birine düşman edilmeye çalışıldığını anlamaya.
Anlayıp tekrar birbirimize sarılmaya ve tekrar ağlamaya ihtiyacımız var, başka hiçbir şeye değil.
Kardeş hem de öyle böyle değil, kız alıp kız vermiş, birlikte oyunlar oynamış, halay çekmiş, sipere yatmış, söz etmiş, türkü çığırmış bir kardeşlik.
Kardeş ki bin yıllık.
Sevdalı ama günü birlik değil, yaşadığı coğrafyanın her türlü zorluğuna birlikte göğüs germiş, el ele tutuşmuş, birlikte çocuklar dünyaya getirmiş.
O çocuklar ateşlenince, birlikte sabahlamış, acılanmış, kederlenmiş.
O çocuklar iyileştiğinde birlikte sevinmiş, coşmuş, öpüşmüş.
Kardeş ama en laftan anlamazı, her türlü oyuna, dalavereye, kıyıma birlikte göğüs germiş.
Her türlü çıkmazı birlikte aşmış, birlikte savaşmış, birlikte zaferler kazanmış, aynı kazanda aşlar pişirip ikram etmiş.
“Biz aynı kazanın aşuresiyiz kardeş.”dedirtmiş.
Tuzunu paylaşmış, şekersizliğini üzüm kurusu ile atlatmış.
Bir birlerine hürmet etmiş, saygı göstermiş, çocuklarına biz kardeşiz diye belletmiş.
Sevdalı ama kitaplara sığmamış ciltlerce yazılmış, uzun kış gecelerinde, gazlı lamba ışığında okutulmuş okuma bilen çocuklara, ardından ağlanmış, böyle sevda görülmedi denilmiş.
Her seferinde aynı sevda yaşanırken içten içe yanmış tutuşmuş.
Acı kahveler ikram etmiş. Öyle ki hatırı kırk yıllarca bitmez.
Kirve olmuş.
Can olmuş.
İç içe geçmiş.
Etle tırnak olmuş.
Baran’lar, Yağmur’lar aynı okullarda okumuş, aynı hastanelerde ateşler içinde yatmış, aynı suda yüzmüş. Aynı çocuk parkının salıncağında sıra ile sallanmışlar.
Bir birlerinden korkmadan, birbirlerinden şüphe duymadan…
Kimi zaman küsmüşler ama uzun sürmemiş aynı şen kahkahalarla devam etmişler oyunlarına.
Ana babaları onlara bakarak kendileriyle (böyle çocuklar yetiştirdikleri için), ülkeleriyle (böyle bir coğrafyada yaşadıkları için), demleri ile (aynı çaydanlıkta demlendikleri için) gurur duymuş.
Aynı kardeşlik, aynı sevdanın ham meyvesi olmuş birlikte pişmiş.
Bir arada yaşamı savunmuş.
Şimdi bu kardeş ve sevdalıların durmaya düşünmeye, sakin olmaya ihtiyacı var.
Sağduyuya, barışa.
Kolumuza girip hadi hadi deyip acele ettirenleri de sağduyuya çağırmaya. “Dur bakalım gel bir çay içelim, konuşalım.” demeye.
Konuşmaya, başka hiçbir şeye değil.
Sağlıcakla… 23.10.2007