27 Aralık 2012 Perşembe

Süte geçen ağır şarlatanlıklar...


Uzmanlık alanı halk sağlığı olan bir bilim insanı, bir alanda çalışma yapar ve çalışmadan elde ettiği bulgularda da; insan sağlığına zararlı etmenlere rastlarsa…
Sanayinin çevreye verdiği zarar nedeniyle o bölgede halk sağlığının tehlikeye düştüğünü tespit ederse…
Hatta bu kirlilik nedeniyle suya geçen ağır metallerin anne sütüne, çocukların ilk dışkısına kadar nüfus ettiğini görürse ne yapmalıdır?
a) Gizlemelidir.
b) Açıklamalıdır.
c) Gizlememelidir ama halka da açıklamamalıdır.
Sizin cevabınız elbette “açıklamalıdır” olacaktır. Bence de açıklamalıdır.
Sizin ve benim cevabım belli, peki resmi kurumların; valilik, belediye, yök, sağlık bakanlığının cevabı nedir?
Ben açıklayayım: c şıkkı.
Evet, Onur Hamzaoğlu'nun yaşadıklarından ben bunu anlıyorum.
Onur Hamzaoğlu Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı bölümünde profesördür.
Hamzaoğlu 2004 yılında Kocaeli Dilovası hakkında bir araştırma yapıyor.
Diyor ki; Dilovası halkı çevre kirliliğinden kanser oluyor, buradaki kanser oranı Türkiye ortalamasının üstünde…
Bu ulaştığı bulguyu Tıp Fakultesi dekanlığına, oradan rektörlüğe, oradan da valiliğe ulaştırıyor…
2005 yılında bir araştırma daha yapıyor: Dilovasında yaşayanların kansere yakalanma riskleri, diğer yerlere göre 4-5 kat daha fazla…
Bulguyu da; Tıp Fakultesi dekanlığına, oradan rektörlüğe, oradan da valiliğe ulaştırıyor.
2007 yılında Sağlık Bakanlığı Kanser Savaş Daire Başkanlığı, Kocaeli Sağlık Müdürlüğü ve Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı olarak yeni bir araştırma daha başlatıyorlar ekip olarak.
Ekipte Onur Hamzaoğlu’da var.
Bu araştırmada da, 2000–2007 yılları arasında ölen 100 kişinin 30'unun ölüm nedeninin kanser olduğunu saptanıyor.
Bulgu da; Tıp Fakültesi dekanlığına, oradan rektörlüğe, oradan da valiliğe ulaşıyor.
Bütün bulguları TBMM’ye iletiliyor, uluslararası dergilere gönderiliyor.
Buraya kadar bir sorun yok. Çünkü Hamzaoğlu üstüne düşeni yapmış, araştırmış, sonuçları da ilgili yerlere iletmiş. 
Sonra ne olduğu ile ilgilenmemeli o işini(!) yapmalı ve bu sonuçları halka açıklamamalıdır. 
Ancak yıllarca ulşılan bilgiler, bulgular iletildiği halde herhangi bir sonuçta alınamıyor, önlem alınmıyor. 
Derken Onur Hamzaoğlu 2010 yılında bu kirliliğin: annelerin sütüne, çocukların ilk dışkısına dahi bulaştığını tespit ediyor. 
Anne sütlerinde ve bebeklerin ilk dışkılarında bulunan bu ağır metallerin çok olumsuz sonuçları olacağını, buralara yeni sanayi alanları açılamayacağını kamuoyu ile paylaşıyor.
İşte yıllardır kılını dahi kıpırdatmayan bu yetkililer kıyameti koparıyorlar.
Diyorlar ki; Çalışma yap. 
Tamam. 
Ama çalışmanı bize açıkla ancak vatandaşa değil.
İlk olarak Kocaeli belediye başkanının hakaretine uğruyor, "Şarlatan" oluyor.
Sonra Kocaeli üniversitesi Onur Hamzaoğlu hakkında soruşturma açıyor. .
En sonunda da dava açıyorlar.
Gerekçe: “Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük” dediği, basın yoluyla bu bilgileri açıkladığı ve bu vesileyle ‘haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı”
Komikliğe bakarmısınız…
Daha da komiği Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı bir taraftan Prof. Hamzaoğlu’nu YÖK’e şikâyet ediyor ama diğer yandan, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığı’na Kocaeli ilindeki kirliliğin geldiği tehlikeli boyuta dikkat çekmek için yazı yazıyor.
Tüm bunlar bu ülkede yaşandı yaşanıyor.
Ben bu vesileyle bir soru sormak istiyorum.
Bir bilim adamı yıllarca şurada çevre kirliliği var, insanlar kanser oluyor, ölüyor, kirlilik anne sütüne bile geçti dediği halde hiçbir şey yapmayanlar mı “şarlatan”, yoksa bu bilgiyi kamuoyuna açıklayan mı?
Sağlıcakla…  

24 Aralık 2012 Pazartesi

Hayali başvekilin…

Zenginsiniz, birçok arsanız, mülkünüz var. 

Hanlarınız, hamamlarınız, karayollarınız var. Hem de duble... 

Bir de anmaya değmez, bir arsanız var Manisa'da... Hani Manisa Belediyesinin şantiye olarak kullandığı TOKİ 3'ün oradaki... 

Bu arada adınız "Halk"... 

Halk diyelim biz, size... 

Öyle ya halksınız ve her şey sizin için... 

*** 

Zenginsiniz ya her işle meşgul olamıyorsunuz haliyle, dört yılda bir seçim yapıyor ve zenginliklerinizi yönetmek üzere vekiller, başvekiller seçiyorsunuz kendinize... 

Öyle ya vaktiniz yok sizin... Siz sanayide günde on iki saat haftada altı gün, bantın başındasınız bir asgari ücrete... 

Diyelim onca yoğunluk içinde bir "fakir"i başvekil seçtiniz kendinize... 

Başvekilin de bir hayali var. Şehir hastaneleri yapmak istiyor. 

Ama şu kuvvetler ayrılığı yok mu bela oluyor başına... 

Neyse efendim fazla uzatmayalım mevzuyu... 

Biz yazıyı, sizin Manisa merkezdeki arsanız üzerine kuralım. 

*** 

Bir gün başvekiliniz gelse ve size: "Efendim" dese... 

Efendim diyor, çünkü önemli olan size hizmet etmek. 

Zira başvekiliniz, yukarda da söylediğim gibi, oldukça fakir biri... 

—Efendim, Manisa çıkışında, TOKİ 3'ün yanındaki belediyeye ait şantiye arsasına 400 yataklı bir hastane yapalım. 

Ne dersiniz? 

Evet mi, hayır mı? 

Ya da, olabilir de diyebilirsiniz, değil mi? 

Olabilir, dediniz ve önerilerini sunmaya başladı başvekiliniz. 

—Efendim, arsaya 12.000 metre kare kapalı alan üzerine muhteşem bir hastane yapılacak, öyle muhteşem olacak ki çatısına helikopter inecek, altına alışveriş merkezleri konacak. Vatandaş burada tedavi olacak, hop hop hoplayacak... memnuniyeti tavan yapacak. Hem de sizden para çıkmayacak... 

*** 

Ballı börek, değil mi? 

Eeee... 

—Eee'si efendim, size bu hastaneyi Berlusconi adında bir "dostumuz"un şirketi yapacak. İki bilemedin üç yılda bu dostumuzun şirketi hastaneyi tamamlayacak. Biz de karşılığında kendisine yirmibeş yıl kira ödeyeceğiz. Yılda 65 milyon falan. 

Siz gözünüzü tavana dikip başladınız hesap yapmaya. Yirmibeş çarpı altmışbeş milyon... 

—Efendim dese, başvekiliniz, siz bu hesaplarla niye kafanızı yoruyorsunuz? 

Hemen eline kumandayı alıp tv yi açsa ve "Muhteşem Yüzyıl" dizisini kast ederek. 

—Bakın ecdadımızı nasılda kötü gösteriyorlar. Ve gürleyerek eklese: "Biz ecdadımızı..." 

Haklı bulduysanız bir saftasınız, bulmadıysanız hop diğer safta... 

Al takke ver külah ecdat tartışması… Derken bir ara sokaktan bir SES duysanız... 

O SES'te misal Sağlık Emekçilerinin düzenlediği bir yürüyüşün SES'i olsa... 

"Hastaneler halkındır satılamaz." 

Hastane mi? Sloganlar, sloganlar sağlık emekçileri ile bir olup da manolya meydanında alsanız soluğu... 

Hadi. 

Oldu mu şimdi, tam Hürrem başını kapatmış ve işler yoluna girmişken... 

*** 

—Hastane diyordun? diye döndünüz başvekile... 

—Evet hastane, yedi yıllık hayalim. Bu hastaneyi yapacak şirkete 25 yıl boyunca 65 milyon kira ödeyeceğiz ya bence bu yetmez. Altındaki alışveriş merkezlerini ve çekirdek sağlık hizmeti dışındaki bütün işleri de ücretsizce verelim diyorum kendilerine... Daha olmadı, o işyerlerindeki ticari faaliyetlerinden de vergi almayalım… 

Sizin kafa iyice karışsa ve "Bu Berliskoni ne ara bu kadar dost oldu bizle?" diye sorular sormaya kalksanız kendinize. Ama şimdilik bir şey demeseniz ve başvekil devam etse anlatmaya... 

—Kuvvetler diyorum ayrı ayrı olmasa, hepsi bende olsa, ben ODTÜ'ye kolaycana girebilsem... 

O ara kuvvetle muhtemel şöyle geçse aklınızdan. "Manisa'nın 400 yataklı bir hastanesi olacak, yatak sayısı artacak. E bu iyi…" 

Ancak siz böyle düşünürken, başvekil şöyle dese: 

—Efendim biz bu 400 yataklı hastaneyi yaptıktan sonra mevcut hastanelerden 400 yatağı da azaltalım diye karar aldık, bi de yeni yapılacak hastanede yeterince hasta yatmaz belki diye % 70 yatak doluluk garantisi verelim diyoruz bu şirkete, malum misafirperver milletizdir. 

*** 

Siz iyiden iyiye bu hastane işinin terazisi kaçtı, sağlık emekçileri doğru söylüyor galiba diye düşünmeye başlamışken, başvekil tv'nin kanalını değiştirse, bi baksanız, Cimbom fener maçı 1–0, hadi kim attı golü ya... 

Sağlıcakla...

13 Aralık 2012 Perşembe

Abur cubur eğitimi 2…


"Abur cubur eğitimi..." başlıklı yazım nedeniyle birçok kişiden, özellikle öğretmenlerden,  epey geri bildirim aldım.
O bildirimlerden kimi örnekler vererek konuyu tartışmayı sürdürelim istiyorum.
Bakın bir öğretmen arkadaşın mesajı:
" Bizim okulda 5.-6.-7.-8. sınıflar sabahçı, 4. sınıflar öğlenci. 1.-2.-3. sınıflar ise 10.55 de derse girip, 15.50 de çıkıyorlar. Benim sınıfımda 10.55 de derse giriyor. Sabah eşim ve kızımla saat sekiz gibi kahvaltı ediyoruz. Saat 10.55 de derse giriyoruz. Saat 15.50 ye kadar dersteyiz. Öğlen yemeği mecburen okulda yeniyor. Teneffüsler 10 dakika, bunun 7–8 dakikası dışarıda geçiyor. Bu sürede ne yenirse artık…”
Yedi sekiz dakikalık öğlen arası…
Ne kadar ironik değil mi?
Çocuklara beslenme dersinde bu öğretmenin şöyle dediğini düşünün: “Çocuklar yemeklerimizi hızlı hızlı yemeyelim. Lokmalarımızı yavaş yavaş ve uzun uzun çiğneyelim.”
O öğretmenin aklına, az önceki teneffüste, 5-6 dakikada yemek zorunda kaldığı öğlen yemeği gelsin.
Gelmez mi?
Gelir…
***
Bir başka öğretmende bu geri bildirime şu yorumu atmış: "Benim böyle bir uygulamadan haberim yoktu."
Bir uygulama ki öğretmenlerin dahi haberi yok.
Bir okul düşünün…
Sabahçılar var, tamam…
Öğlenciler de var, oda tamam…
Ya Allah aşkına, bu üçüncü gruba ne ad vereceğiz?
Sabah 10.55’te derse giriyor, 15.50’de çıkıyorlar.
Kuşlukta girip ikindide çık…
Ne diyelim?
Kuşlukçular mı?
***
Bir diğer öğretmenden gelen yorum:
“Ben 1. sınıfları okutuyorum. Aynı sınıfı 5. sınıflarla paylaşıyoruz. 5. sınıfların pazartesi günleri dersi geç bitiyor. Biz o gün 14.30 da derse girip, 19.20 de dersten çıkıyoruz. 1. Sınıf çocuğu eve gittiğinde neredeyse uyku saati geliyor. Diğer günlerde ise 13.15 de başlayan dersimiz saat 18.30 da bitiyor. Çocukların derslerde motive olmaları çok zor hele 4.,5. saatlerde çok zor oluyor ders işlemek. "
***
Bir okul 07.30 da ders başı yapıyor ve 6-7 hatta 8 saat ders yapıyor.
Eğer anne baba çalışıyorsa, çocuk saat 12.30 da eve geliyor ve akşama kadar tvnin, bilgisayarın başında…
Bir diğer çocuk öğlene kadar aynı durumda, ya geç yatıp geç kalkıyor yada erken kalkıp oda tvnin, bilgisayarın başına geçiyor.
Ya 66 aylık olup 19.20 ye kadar ders görmek zorunda kalan çocuk?
Öğleden sonra gir derse, akşam olunca çık, eve git, yemek ye yat!
***
Sabahçıların sorunları…
Öğlencilerin sorunları…
Şimdi birde kuşlukçular var hayatımızda…
Soru: “Sizin oğlan sabahçı mı, öğlenci mi?”
Cevap: “Kuşlukçu…”
***
Akşamları okulların dağılma saatleri okul önlerine gidin, karanlıkta çocukların çıkmasını bekleyen, yüzlerce veli göreceksiniz, sorun onlara “Memnun musunuz?” diye…
Bakın ne cevaplar alacaksınız.
Benim yazıya gelen yorumlardan anladığım.
Bu sitemden veliler memnun değil...
Öğretmenler memnun değil...
Çocuklar memnun değil...
E o halde sormak gerekmez mi: bu sistem kimin memnuniyetini hedefliyor?
Sağlıcakla…

11 Aralık 2012 Salı

Abur cubur eğitimi…


Geçenlerde kızımın okulunu ziyarete gittim. Çocuklar teneffüsteydi. Bahçeden içeriye bakarken dikkatimi çekti, bütün çocukların ellerinde atıştırmalık bişeyler...
Kiminin elinde tost, kiminin elinde meyve suyu… Kimi kraker yiyor. Hallerinde bir acelecilik, bir enerjisini harcayamama sıkıntısı… Teneffüsler çok kısa diye düşündüm.  
Çocuğun biri, bir elinde meyve suyu diğerinde tost olduğu halde ayağıyla diğer arkadaşının kafasına dokunmaya çalışıyor. Bir diğeri elindeki krakeri yeme ile arkadaşına önemli bir mevzuyu anlatma arasında telaşlı…
Bahçe adeta bir arı kovanı...
Bu telaşlı hal uzun sürmedi, zil çaldı ve bahçe bir anda boşaldı.
***
Bende hazır gelmişken kantine şöyle bir göz atayım dedim. Kantinden içeri girmemle birçok parlak ambalajlı abur cuburla göz göze gelmem bir oldu. Bütün o zararlı, glukoz-fruktoz şuruplu, trans yağlı atıştırmalıklar şöyle bir gülümsediler bana… Ben fazla yüz vermedim kendilerine; tek tek elime alıp arkalarını çevirdim her birinin; glikoz şurupları, emilgatörler…
***
Kantinci bu incelemeci veli hallerimden rahatsız oldu bir süre sonra…
—Buyrun ne istemiştiniz?
—Bir şey istemiyorum. Benim kızım bu okulda okuyor da ne yiyip içiyorlar kontrol etmek istedim, dedim.
—Nasıl yani, kontrol?
Çok uzatmadım…
—Ben göreceğimi gördüm, dedim ve ayrıldım kantinden.
***
Öğretmenlerle konuşayım dedim. Onlarda çok şikâyetçi olduklarını söylediler, bu abur cubur işinden. “Her ders başlangıcında boşalttırmama rağmen, sınıfın çöp kovası ağzına kadar bu abur cubur paketleri ile doluyor.” diyen de var. “Evden bişeyler getirsinler beslenme yapalım diyoruz. Teneffüsler çok kısa. Olmuyor.” diyen de…
***
Bu yıl okulların neredeyse tamamı ikili öğretime geçti. İkinci kademe çocuklar nasılsa öğlen okula gideceğim diye geç yatıyorlar ki bu, gelişme çağı çocukları için çok sakıncalı. Oysa bu yaştaki çocuklar akşam 22 ila sabah 06 saatleri arasında uykuda olmalılar. Çünkü büyüme dahil birçok hormon bu saatlerde salgılanıyor. Çocukların sağlıklı olmaları için bu saatleri uyuyarak geçirmeleri olmazsa olmazlardan biri.
***
Gece geç yatan çocuk sabah da geç kalkıyor. Örnek saat 10 da… Bu durumda kahvaltıdan kalkma saat 11… Haliyle saat 12 de tekrar öğlen yemeği yemek mümkün değil. Bu durumda saat 14-15 gibi acıkılıyor ve acıkan çocuklar her teneffüs bir şeyler atıştırıyorlar. Atıştırdıkları abur cuburların çoğunlukla tatlı ve kalitesiz karbonhidrat denilen krakerler olduğu varsayılırsa…
Alın size obezite (şişmanlık)…
***
Yazı çok uzadı…
Sözün özü; bu ikili eğitim iyi gelmedi bize ve çocuklarımıza…
Peki, ne yapabiliriz?
  1. Öncelikle çocukların erken yatmasını (en geç 21.30) sağlamakla başlayalım işe.
  2. Sabah kahvaltısı 08.00 gibi mutlaka yapılsın ki öğlen yemeği de düzgünce yenebilsin.
  3. Çocuklara az harçlık verelim. Yapabiliyorsak; fındık içi, ceviz içi, fıstık vb gibi kaliteli karbonhidratlarca zengin atıştırmalıklar koyalım yanlarına.
Unutmayalım çocuklarımız geleceğimizdir.
Sağlıcakla… 

6 Aralık 2012 Perşembe

İntihara suskun ömürler…


Altmış altı yaşında emekli bir sağlık memuru…
Ara sıra gelir, sohbet ederiz.
—Ne yapıyorsun, dedim.
—Çalışıyorum, dedi.
—Hayırdır?
—Yav sorma, öyle işte…
***
Çalışmak dediği, bir sitede bekçilik …
Sabah onda gidip akşam onda dönüyormuş eve.
Haftada yedi gün…
Altmışaltı yıllık ömrün en hazin özeti bu olsa gerek.
Otuz yıl köylerde, kasabalarda; en ağır koşullarda, kendi deyimiyle; ‘yol yok, iz yok.’larda geçmiş bir ömür…
Sonuç?
Bir sitede günde on iki haftada yedi gün olmak üzere bekçilik ve 700 lira maaş…
***
Boğazıma düğümlenen yumruyu hiç sormayın…
O çok tanıdık bir iç yangısı bendeki…geçmez...
Böyle hallerde gelir oturur oraya... Ne konuşabilir nede ağlayabilirim.
Sustum bende…
Sustuk karşılıklı…
Anladı içine girdiğim ruh halini, hafiften omzuma dokunarak;
—Yav boşver, dedi…
Görüşmek üzere der gibi bir el işareti ile döndü gitti.
***
Bir reklam filmi yada bir kısa film çekiyor olsaydık, bu sahneyi ağır çekimde alırdık…
Sağ el göğüs hizasına kadar kalkar ve iki yada üç parmak hafiften kıpırdar.
Sonra döner arkasını ve gider…
Dönerken ceketin etekleri havalanır ve ekran kararır...
***
Çok mu dramatize ettim?
Ne bileyim; belki bizim ceddimizde bu almış altı yaşında bekçilik yapan sağlık memurudur. 

Belki bizde ona, ‘muhteşem’ bir dizi olmasa da, bir kısa film çekelim istiyoruzdur.
Sürekli at sırtında değilse de, üstü tenteli bir jipin tipisinde geçsin isteriz filmin bir kısmı…
Karlar arasında ve bir virajın keskinliğinde karşılaşın onları, köyün köpekleri…
Sonra köy okulunda çocuklar aşılansın ve muhtarın “Tipi arttı haberiyle…” köyde kalmak zorunda olmaları…
Ebe Hanımın oğlu gelsin aklına ve “Dönelim…” desin…
Israrla…
“Tipi mipi dönelim, Oğlan çok ateşliydi dün geceden... Sabah zor bıraktım zaten. Dönelim…”
***
Sonra o Ebe Hanım bir sendika yemeğinde eline verilen bir emeklilik plaketi ile bir mikrofonun karşısında… Ne konuşacağını bilemeden… öylece sussun…
Biz o suskunluğa zum yapalım…
Suskunluğu 16–17 bin lira maaş için birkaç yerde görev kapmaya çalışan CEO’ları anlatsın, cümle mahlûkata…
Onlar verimlilik, performans, kalite desin; Ebe Hanım sussun…
Yıllarca örgütlenme çabalarının, önce kontra sonra iki kere kontra sendikalarca nasıl hacamat edildiğini göstersin kimi kareler…
***
Sonra Necati Aydın geçsin bir karede… Ayşenur Şimşek…
Bir aralıktan “Yalan aşklarınız bile.” diyen Behçet Aysan, Madımak karanlığından seslensin…
***
Bu film o kadar kısa olsun ki; almış altı yıl sürsün, yedi gün-on iki saat bekçilik etsin ömrümüze…
Sonra Hastanenin altıncı katından atlayan Melike’nin…
Kanlar içerisindeki Ersin Arslan’ın…
KKKA dan ölen Mustafa’nın, Arzu’nun…
Vücuduna zehir enjekte eden anasteji teknisyeni Fırat’ın…
Fatih’in, Rengin’in, İsmail’in artan ömürlerini de yaşasın kısa filmimiz…
Sonra silikosizli bir diş teknisyenin göğsünde birleşsin ellerimiz…
Bitmesin…
Sağlıcakla…

29 Kasım 2012 Perşembe

Bütçenin zigon sehpa üzerindeki dengesi...

Akşam oldu ve ajansları izlemek için geçtiniz tvnin başına.
Avrupada yaşanan eylem ve çatışmalardan bahsediyor spiker ve şöyle diyor: "Hükümetin kemer sıkma politikaları halkı ayaklandırdı ve bakın bu görüntüler oluştu."
Görüntülere bakıyorsunuz, aman Allah'ım, her yan ateş, duman, felaket...
Hemen yandaki zigon sehpaya iki kere vuruyorsunuz elinizle...
Tık tık...
"Allah muhafaza, Avrupa cayır cayır... Bizim durum gene iyi."
***
Sonra bir merak alıyor sizi ve şöyle diyorsunuz: "Tamam Avrupa cayır cayır da bizim durumumuz ne?" 
İlk olarak kemer sıkma deyiminin anlamı ile başlayalım işe diyorsunuz. 
Öyle ya bizim kemerler sıkılı mı değil mi...
Bunun için geçiyorsunuz internetin başına ve prof googleye soruyorsunuz; "Kemer sıkma nedir?" diye...
Kemer sıkma... diyor... "Tutumlu davranmak. Açlığa susuzluğa katlanmak."
O halde Avrupa'daki hükümetler; "Tutumlu davranın, bütçede para yok." diyor ama halk bunu istemiyor. 
O nedenle de sokağa çıkıp eylem yapıyor, polisle çatışıyorlar. 
Peki bir soru daha soralım hani iflas etti denen Yunansitan'da asgari ücret ne düzeyde?
DİSK-AR'ın açıklaması; "Krizdeki Yunanistan'da asgari ücret Türkiye'den 2,5 kat fazla..."
Yani bizim işçiden 2,5 kat fazla ücret alan Yunan işçisi sokaktan eve gelmiyor, bizim işçi Alex'e yapılan haksızlığa dövünüyor öyle mi?
Zigon sehpaya bi daha bakıyorsunuz, gerimi alsam tık tıkları mı?
***
Yok canım hiç öyle şey olur mu?
Oranın bütçe dengeleri ile bizim ki bir mi?
Hemen aklına kötü şeyler getirme... 
Devam tık tıka...
Tamam bizim kendi içimizdeki dengemize bakalım. 
***
Hazır 2013 bütçesi görüşülüyorken oraya bakalım, elbet bir fikir verir.
Diyanete, 2011'de 3 milyar harcamışız, 2012 de 4 milyar, 2013 de ise 5 milyar harcamayı öngörüyor muşuz...  
Milli savunmaya, 14 milyar harcamışız 2011 de, 2012 de 16 milyara çıkmış, 2013 de ise 20 milyar harcayalım diyormuş büyükler... 
Gelelim sağlık bakanlığına...
Sağlığa 2011 de 16 milyar harcamışız, 2012 de 8 milyara düşürmüşüz, 2013 de ise 2 milyar falan harcasak yeter diyoruz. 
Sağlıktan kısarken diyanete ve askeri harcamalara kaynak aktarıyoruz.
Demek buymuş bizim iç dengemiz. 
Bir zigona bakıyoruz bir iç dengemize...
***
Acele etmeyelim birazda gelirlere bakalım, belki orada durum iyidir. 
Efendim devleti alimiz 2012 yılında 279 milyon gelir elde etmiş bunun 82 milyonu KDV den, 71 Milyonu ÖTV den, 39 Milyonu kurumlardan yani patronlardan...
Bütçeye işçiden, memurdan, yoksuldan, işsizden KDV ile ÖTV ile toplam 150 milyon gelir elde ederken patrondan 39 milyon almışız...
2013 de nasıl bir gelir elde etmeyi planlanıyor derseniz, 2013 de de kafa aynı...
KDV ve ÖTV den elde edilen gelirin % 17-18 artması planlanıyormuş. Ancak patronlardan elde edilecek gelirin ise artmasına gerek yokmuş, malum kriz var.  
Yani 2013 de işçiden, emekçiden, yoksuldan KDV+ÖTV üzerinden neredeyse 200 milyar elde etmeyi planlayan hükümet patrondan ise 39 milyara razı... 
Ya ben bu zigonu kırsam mı?
Zigonun ne suçu var?
Hem patron KDV-ÖTV ödemiyor mu?"
***
Bir örnekle bu soruya da cevap bulalım.  
Bir kamu çalışanı ve bir patron 30.000 TL ye bir araç alıyorlar. 
Patronun yıllık geliri 300.000 TL..
Kamu çalışanın ise, abartalım biraz, 30.000 TL... 
Aracın en kaba hesapla 10.000 TL si vergidir dersek. Patron gelirinin otuzda birini, kamu çalışanı ise üçte birini ÖTV ye yani bütçeye aktarmış oluyor. 
Yani KDV'de ÖTV'de gelire değil harcamaya baktığından adaletsiz. 
Zengini koruyor, işçiyi, emekçiyi eziyor.  
İşte bizim dengemiz.
Zigona vur zigona...
Tık tık...
Kim o?
Sağlıcakla...


Kaynak: KESK-AR

Kalabalık yalnızlıklar...


Bir etkinlik yaptığımızda katılım çok olsun isteriz. 
Yazı yazdığımızda; çok yazalım, çok okunsun…
Yemek pişirdiysek; yensin, beğenilsin…
Düğün yapıyorsak, takı kuyruğundan gözü korksun konukların; "Bu kuyrukta takımızı takabilecek miyiz?" diye...
Bizim sendika en çok üyeye ulaşsın...
Kurucusu olduğumuz dernek sözü dinlenen olsun…
***
Hepsi çok masum ve insani isteklerdir bunların.
Ancak dikkat edilmesi gereken önemli noktalar vardır.
Örneğin bir etkinlik yapıyoruz, bir tiyatro gösterimi. 
Etkinliğe katılan insan sayısı kadar o insanların tiyatro izlemenin asgari kurallarına riayet edip etmedikleri de önemlidir.
Hayal edin tıklım tıklım bir salon ancak gürültüden tiyatro oynanması imkânsızlaşmış… 
Bir düğünün takı merasimi çok kalabalık ama takılan ziynetin bir değeri yok...
Sendikanız en çok üyeye sahip ama öyle bir sendikacılık yapmışsınız ki, bir sendika için en ahlaksız tanım olan "sarı sendika" ünvanı çoktan başınıza tac olmuş…
Kurucusu olduğunuz dernek, egemenlere sırtımı yaslayacağım diye yenmedik nane bırakmamış ortalıkta.
Yazı yazıyorsunuz, bir gazetede köşe yazıları… Gel gör ki hepsi arak…hepsi kopyala, yapıştır. 
***
Şimdi yazının buraya kadarını okuduysanız şöyle diyebilirsiniz; "İyi hoşta o kadar çok ki etrafımızda bu gibi dernekler, sarı sarı yandaş sendikalar, hırsız yazarlar, "kalabalıklar "...
Ve biz ne kadar doğru davranırsak davranalım hep onlar "kazanan", hep onlar müdür, baş, başkan..."
Haklısınız onlar başarılı görünürler... ama hırsızdırlar ve mutlaka hırsızlıkları bir gün karşılarına çıkacaktır. 
Evet, onlar; şu etkinliğe, şöyle büyük büyük adamları getirdik diye övünür, o etkinlikle ilgili gazete kupürlerini kesip kesip duvarlarına yapıştırırlar ama her gün daha da yanlızlaşırlar...
Çok görünürler ama gerçekte kuru kalabalıktırlar...
Güçlü görünürler ama en ufak sallantıda darmadağın olurlar. 
Tarih hiç bir yerde onları iyi yazmaz...
Kimse hatırlamaz müdürlüklerini...
İyilikle anılmazlar.
***
Sözün özü; çok olmak başkadır, kalabalık etmek başka...
Çok yazı başkadır, sana ait olan başka...
Güçlü olmak başkadır, doğru olmak başka...
Sağlıcakla...

22 Kasım 2012 Perşembe

Kadın, Yaşam, Eşitlik…


Manisa’da oldukça güzel şeyler oluyor.
Bunlardan bir tanesi de “Manisa Emekçi Kadın Platformu”nun varlığı ve çalışmaları.
Birçok dernek ve siyasi partinin bir araya gelerek oluşturduğu bir zeminde çalışıyor bu platform.
Güç birliği ile oldukça etkili işler yapıyorlar.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele günü çerçevesinde bu hafta oldukça yoğun bir programları da var.
Ben bu hafta, bu anlamda iki etkinliğe katıldım.
Biri SES’in düzenlediği kahvaltıydı ki harikaydı…
Orada çok fırsat olmadı ama yazı aracılığıyla, başta kadın sekreteri olmak üzere, SES kadın komisyonuna teşekkür etmek isterim. Hem katılım hem yapılan konuşmalar oldukça iyidi.
Bir diğer etkinlik ise geçen çarşamba günü Manisa Öğretmenevi konferans salonunda düzenlenen “Kadınlar Şiddeti Konuşuyor” başlıklı ve Eğitim Sen Genel Merkez Kadın Eğitimcisi Burcu Cengiz’in sunumuyla gerçekleşen “Toplumsal Cinsiyet, Şiddet ve İktidar İlişkileri” adlı sunumdu.
Zaten yazının konusu da o sunum ve sunumla ilgili izlenimlerim olacak.
Sunum izlenimlerime geçmeden önce Manisa Emekçi Kadın Platformunun önümüzdeki Pazar günü düzenleyeceği yürüyüş ve basın açıklamasının duyurusunu yapayım.
Yürüyüş Pazar günü saat 13.00 da Eğitim Sen önünden başlayacak. Buradan Manolya Meydanına yürünecek ve bir basın açılaması ile sonlandırılacak.
Ben orada olacağım… 
Eğer yazının buraya kadar olan kısmını okuduysanız ve daha önemli işinizde yoksa sizde gelin derim…
Gelelim yazımızın konusu sunuma.
Sunumu yapan Burcu Cengiz’i kutluyorum.
Oldukça başarılı bir sunumdu.
Kendi adıma çok öğretici buldum. Hatta belki daha söyleyeceği çok şey olmasına rağmen süre nedeniyle özet geçtiği yerler bile oldu.
Benim en fazla dikkat ettiğim yöne ise sunumun başında salondakilere: “Sunuma istediğiniz yerde, hatta beni keserek bile katkı yapabilirsiniz.” denmesiydi.
Eyvah, dedim.
Kötü olur bu kesmek işi…
Çünkü benim sunumlarda en korktuğum şey, kurgunun ve anlatış düzeninin bozulmasıdır.  
Ben daha çok; “Ben sunumumu bitireyim. Sonra soruları, katkıları alırız.” densin taraftarıyımdır.
Benim 'eyvah' tan hemen sonra katkılar gelmeye başladı ve ben işte haklı çıktım, dedim.
Dedim ama birde baktım, öyle olmadı.
Evet, bazen sıkan yorumlar, gereksiz uzun katkılar oldu ama daha önemlisi salon bütün sunumu ilgiyle izledi. Katıldı.
Burcu Cengiz oldukça mütevazi bir şekilde yorumlara kimi zaman müdahale ederek sunumunu bitirdi.
Ben çok beğendim.  
Ancak söylemeden edemeyeceğim.
Sunumun adı “Kadınlar Şiddeti Konuşuyor…” olduğu halde kimi erkekler aldılar sazı ellerine…
Ben şahsen bu noktada erkeklerin daha az konuşan, hatta mümkünse konuşmayan, dinleyen olması gerektiğinden yanayım.
Mümkün mü?
Geçen Çarşamba günü pek mümkün olmadı, ama kadınlar yine olgun davranıp kimseye olumsuz bir eleştiri getirmediler.
Kimi erkek arkadaşlar çoook uzun konuşsalar bile.
İşte  “Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz!” diyenlere inat, kadınlar nerdeyse her şey olduklarını gösterdiler orada…
Hoşgörüyü… birarada barış içerisinde yaşama ve yaşatmanın dersini verdi kadınlar…
Sunumu kadınlar değil de spesifik bir konuyla alakalı olmak üzere erkekler düzenlemiş olsaydı, konu dışına çıkan bir yorumcuyu nasıl sert bir üslupla susturduklarına şahit olurduk…
Ben kadınların; başımızın tacı, çiçektirler, böcektirler vs gibi bir söyleme hoş bakmadıklarını, tek isteklerinin eşitlik olduğunu anladım…
Çok şey öğrendim, faydalandım…
Bu yazı aracılıyla Manisa Emekçi Kadın Platformuna önerim şu olacak, bir söyleşi düzenlensin, sadece erkeklerin katılımı da olabilir, kadınlar erkeklere hoşgörü, barış ve kardeşlik dersi versin.

Sağlıcakla…