28 Eylül 2015 Pazartesi

Ders zilleri yeniden...

“İlköğretimin önemini anlatıyordu öğretmen; İlköğretim ücretsiz, dedi…
 Çocuk çantasındakileri düşündü; defteri, kalemi, kalemtıraşı, silgiyi…
Ok gibi fırladı yerinden: Öğretmenim kırtasiyeci bizi kandırdı, hepsinden para aldı.”
Oğlumun ilkokuldayken severek okuduğu bir şiirden aklımda kalan dizeler bunlar…
Ok gibi fırladı yerinden derken nasılda heyecanlanırdı canım oğlum…
***
Kolay değil.
Defterin, kalemin, silginin ücretli olmasını sorguluyor…
Sorgulayan, sorgulatan bir eğitim sisteminin son yıllarıydı o yıllar.
Şimdi ilköğretimde çocuğu olan bir aileye sorun bakalım ne anlatacak size?
İlköğretim ücretlimi değil mi diye…
“Koleje verdik biz.”
Kolejde ne havalı kelime… İnsanın çocuğunu koleje veresi geliyor.
“Ne yapalım dershaneler kapandı, nasıl hazırlanacak bu çocuk?”
Öyle ya; nasıl hazırlanacak bu çocuk?
Neye?
Lise hazırlık sınavına…
***
Liseye hazırlanılarak giriliyor bu ülkede…
Hemde ne hazırlık, kimi ana babalar uzman eğitimci oluyorlar bu sayede.
Hangi okul hangi yüzdelik dilimden alıyor, kim kime ne demiş…
Bir yanda, derslerinin yarısı boş geçen…
Dolu olan derslerde de ilgisiz branş öğretmenleri ile hasbıhal edilen bir sınıfta geçen yıllar…
Diğer yanda ise, özel okul (Kolej mi demeliydim?), dershane ve özel derslerle hazırlanılarak geçirilen bir okul…
Ve finalde bu iki gurup öğrencinin eşit(!) yarışı sonucu belirlenen liseler…
***
Devlet destek veriyormuş özel okula çocuğunu verene.
Misal sen çocuğu okula verdin diye üç bin yedi yüzeli tele devletten…
Ama özel okula verirsen…
Devlet okuluna verirsen yok…
Devlet okuluna verirsen sen veriyorsun katkıyı…
Şimdi Milli eğitim bu yazıya cevaben “Devlet okullarında katkı alınmamaktadır.” da der a siz takılmayın o kısma… Verdiğiniz katkıyı bilirsiniz zati doğrulamaya lüzum yok.
***
Özel okula devlet katkısı, düğün takısı gibi bişey…
Damadın kayın validesinden geline, üç bin yedi yüzeli alaman dinarı…
Afyon dinarı değil alaman dinarı…
Öğretmeni olmayan, sobası yanmayan, tebeşiri alırken zorlanan binlerce okulu olan devletten özel okula katkı…
Ne demiş şair; üç bin yedi yüz elli alaman dinarı ve bir papatya ne kadar uzağı görebilirse…
Hadi bakalım…
***
Bu hafta eğitim ve öğretimin başladığı hafta…
Başta atanamayan öğretmenler olmak üzere, koltuk altında tezekle okula gitmek durumunda kalan köy öğrencilerinin…
Bir sınava her türlü imkânsızlıkla; bin bir türlü imkân ve olanakla hazırlanarak giren ve adına yarış denen bu sistemin mağduru tüm öğrencilerin…
Özlük haklarında yaşadıkları her türlü kayba ve idarecilerden gördükleri bin bir türlü baskıya rağmen okullarına gitme heyecanını yitirmeyen eğitim emekçilerinin…
2015-2016 Eğitim Öğretim Yılını Kutluyorum…
Sağlıcakla…

17 Eylül 2015 Perşembe

KESK 8. DÖNEM 2.DANIŞMA MECLİSİ İZLENİMLERİM...

KESK Danışma Meclisi 11–12–13 Eylül günlerinde Ankara Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfında toplandı.
—Pardon, bişey sorabilirmiyim? —Buyrun. —Konuşmacı sıralamasını açıklayabilirmisiniz? —12 kişi var. … Diyalog burada kesildi. Oysa soruyu soranın; kaç kişi var diye sormadım, konuşmacıların sıralamasını sordum, demesi gerekirdi, demedi. İşte bu diyalog KESK Danışma Meclisinin küçük bir özeti aslında. Pardon diye ayağa kalkan arkadaş kaç kişi var diye sormuyor, ancak burada ilginç olan soruyu soranın almak istediği cevap konusunda ısrarcı olmaması. Kendisine ne zaman sıra geleceğini öğrenmek istiyor, ama verilen cevap bu merakı giderici nitelikte değil. *** Bir başka konuşmacı kürsüye geldiğinde ise; “Aslında bu kadar çabuk sıra geleceğini düşünemedim, o yüzden biraz hazırlıksız oldu. Kusura bakmayın.”diyor. Bir konuşmacı ise ismi okunduğunda salonda değildi ve birazdan geldiğinde de şakayla karışık konuşma hakkının sonlara ertelendiği söylendi kendisine… Kim bilir belki lavaboya falan gitmişti ve ne zaman sıra geleceğini biliyor olsaydı ona göre ayarlayacaktı kendisini. Bunları niye yazıyorsun, neye faydası var? Diye soranlara açıklayayım. Soru sorulduğunda cevap alınmalı bence. Bir meclis topluyorsa bir konfedarasyon, mış gibi olmamalı bu, hakkı verilmeli, en azından eldeki imkanlar azami kullanılmalı… Varsayalım İsmail Karakteri vardır Ferhan Şensoy’un, adın ne diye sorulduğunda: “Varsayalım İsmail, diye cevap verir, devamında da, neye faydası var?” diye sorar. İşte KESK Danışma Mecliside varsayalım bir meclis olmaktan öteye gidemedi bence. Neden diyenler için açıklayayım. Bir toplantıdan veya meclisten ne umulur? Belirlenen gündeme uygun bir tartışmanın yapılması, sorunların tespit edilmesi ve ileri ki döneme ilişkin nasıl bir yol izleneceğine dair bir yol haritasının belirlenmesi… Gündem neydi? Geçmiş sürecin değerlendirilmesi ve önümüzdeki dönemin planlanması… Danışma meclisinin yılda bir kez toplandığını düşünecek olursak 2014 Eylül–2015 Ağustos döneminin bu değerlendirmenin konusu olması gerekirdi. Yapılabildi mi? Kesinlikle hayır… Ne şube başkanlarının böyle bir hazırlığı vardı ne de MYK’nın… Üç gün sürmesi planlanan bir meclisten bahsediyoruz ama meclis katılımcılarının sadece dörtte biri gelmiş. Salonda bulunan bu dörtte bir katılımcının da bir kısmının akıllı telefon baktığını, bir kısmının gazete yada az önce dağıtılan faaliyet raporu ve hak ihlalleri raporunu okumaya çalıştığı, bir kısmının uyukladığı, konuşmak için isim yazdırmış olanların ise ne konuşacaklarını not aldıkları bir ortam. Sen hangi guruptaydın, diye soracak olursanız. Ben faaliyet raporu okuyan ve ne konuşacağını not alan kısımlar arasında gidip gelmekteydim. Aslında itiraf edeyim, ara sıra da akıllı telefon karıştırıp, gazete de okudum. *** MYK’nın hazırladığı bir faaliyet raporu tutuşturuldu salona girerken elimize. Toplantı öncesi bir konuşma planlamamış olmama rağmen bu faaliyet raporunu okumaya başladıktan sonra fikrim değişti. Çünkü faaliyet raporu tam bir muamma raporu halindeydi. Faaliyet raporundan birkaç örnek vereyim. *** “… basın açıklamasına eş genel başkan katıldı.”Tam kırk bir kez… Hangisi acaba? *** ”ESP etkinliğine katılım sağlandı.” Hangi etkinliğine? Katılımdan ne kast ediliyor? *** “Alevilerin etkinliğine katılım sağlandı.” Aleviler diye bir kurum mu var? *** “… etkinliğine eş genel başkan ve MYK üyeleri katıldı.” İyi de eş genel başkan MYK üyesi değil mi? MYK üyeleri hangileri? *** Birde çeşitli kısaltmalar yapılmış faaliyet raporunda, çoğu biliniyor ama ya bilinmeyenler? Örneğin “KÖM” *** “… etkinliğe eş genel başkan ve uzman katıldı?” Gençlerin diliyle söylenecek olursa: Uzman derken? Ne uzmanı? Adı ne? *** “…. etkinliğine eş genel başlan ve tercüman katıldı.” *** “ILO nun toplantısına katılım sağlandı.” Toplantının konusu ne? Ne götürdünüz, ne konuşuldu, ne alıp getirdiniz? *** En sonunda da eş genel başkan Şaziye Köse bir toparlama yaptı. Salonda konuşulandan o kadar uzak, sorulan sorulara cevap olmayan cevaplar, dinledik ve sustuk… İşte faaliyet raporundan ve konuşmacıların azlığından, toparamadan da anlaşılacağı üzere üç gün boşu boşuna geçti gitti. Benim yazıda biraz “mış” gibi oldu ama kusura bakmayın bu kadar toparlayabildim… Sağlıcakla…

Ay tutulması…












Önce ömrümüz sarsıldı, sonra tek sıra kuyruğa girdik acının önünde
                                                                                              Cihan Oğuz

Esenler otogarı yokuşundan aşağı iner de yönünüzü Edirne’ye verirseniz; sırtında barbie fotoğraflı çantasıyla bir kız çocuğunu koşarken görürsünüz. 
Az ilerde, sırtında bütün geleceği ile yürüyen Suriyeli mülteci babasına yetişmeye çalışmanın koşusudur bu...
O minik kız çocuğunun pembe çantasına ve minicik ayaklarına bakıp da az sonra başlayacak romantik bir aşk filmini izler gibi gömülürsek koltuklarımıza, yanılırız.
Çünkü bu izlediğiniz emperyalizmin en trajik, en insanlık dışı, en korkunç… Öte yandan en sıradanlaştırılmış sofrasıdır…
Korkunçtur bu sofra; çünkü dört yıl önce sırf alevi oldukları için İŞİD tarafından kurşunlanarak öldürülen tır şoförlerinin bedenleri vardır bu sofrada… 
İnsanlık dışıdır bu sofra; çünkü tecavüze uğrayan, işkence gören, pazarlarda satılan ve etleri kırbaçlanarak dağlanan Ezidi kadınlar vardır boylu boyunca…
Sıradanlaştırılmıştır bu sofra; çünkü Bodrum sahilinde şişme botlarda boğulan mülteci haberlerini izlerken bir yandan da yapılan ticaretin, şişme bot ve can yelekleri satışının kazancı hesaplanır sessiz sedasız…
***
Esenler otogarı yokuşundan aşağı iner de yönünüzü Edirne’ye verirseniz, en ince hesaplarla kurulmuş bu Ortadoğu sofrası karşılar sizi…
Bu sofrada karın doyuranları görürsünüz… 
Obez, sırtlan ve sırıtkandırlar…
Petrolle öderler bu sofranın hesabını...
Dolar alır, kurşun verirler...
Uzun menzilli demokrasiler verir de, özgürlük alırlar elimizden... 
Bu sofranın başrol oyuncuları kiminde Bağdat’ın en sözü geçen, kimyasal bombacısıyken bir sonraki bahiste bir lağım çukurunda gizlenirken görülürler. 
Bu sofrada bir ordu sebepsiz sorgusuz terk eder uzun menzilli silahlarını en amansız düşmanlarına…
Bu sofrada din alınıp din satılır, Müslümanlık yarıştırılır… 
Önce Müslümanlar kâfirleri, sonra çok Müslümanlar, az Müslümanları katleder “kafir” icadı silahlarıyla…
***
Eğer Esenler otogarı yokuşundan aşağı iner de yönünüzü Edirne’ye verirseniz, orada Basmane girişinde, Kemeraltı kaldırımlarında, Uluparkda bu sofranın kırıntıları karşılar sizi… 
İkramlıktır çoğunlukla bunlar, ana haber ikramlıkları…
Hiçbir gerçek bilgiye işaret etmeyen, sadece yemekten sonra keyfiyle çayımızı yudumlarken hafiften, çok değil, hafiften içimizi sızlatacak ikramlıklar…
İzleriz bu kan pazarının çirkin sofrasını…
Sadece izleriz…
Bodrum sahiline, yüzükoyun vuran Aylan bebeki görürüz… 
Aylan Kurdi…
Otuz- kırk kişilik tekneye tam iki yüz yetmiş bir kişi binerek, ciğerlerine çekmek zorunda kaldıkları tuzlu suyla içleri dağlanan Suriyeli, Baalbekli, Tıkritli Ezidiler…
Kendine müslümanım diyen kudurmuş, aşağılık bir çete tarafından kafası kesilerek öldürülmemek için; yurdunu, ırmağını, söğüt ağacının gölgesini terk etmek zorunda kalmış Müslüman mülteciler…
Bin yıldır, bu coğrafyada zulüm görmekten öte bişeye tanıklık etmemiş, ehlibeyt sevmekten başka kabahati olmayan Aleviler, Nusayriler...
Sağlıcakla…

24 Ağustos 2015 Pazartesi

VARSAYALIM MEMUR SEN

—Hayırdır bey, niye uyumuyorsun?
—Yav hanım alla sen uyumanın zamanı mı?
—Nooldu bey?
—Daha ne olsun, Memur Sen yine tarih yazmış…
—O ne demek?
—Memur Sen bizim adımıza hükümetle toplu sözleşme yapmayacak mıydı?
—Yapacaktı…
—Yapmışşlar. Hemde tarih yazmışlar... Tarihi bir Toplu Sözleşmeye imza attık diyormuş Memur Sen…
—Vay başımıza gelenler, desene bu sene de tarihi bir hayatımız olacak.
—Diyojen gibi yaşar gideriz artık.
—Sorması ayıp yüzde kaçlık bir tarih yazmışlar?
—2016 için % 6+5, 2007 için 3+4…
—2014 yılı kayıpları için bişey yazmamışlar mı?
—Lafı bile olmaz demişler…
—Tarih yazdıklarından zaar önemsememişlerdir.
—Cuma günleri rahat rahat camiye gidebilecekmişiz ama…
—Bu güne kadar rahat rahat gidemiyormuydunuz?
—Gidiyorduk.
—Eee…
—Bundan sonra, daha rahat rahat gidebileceğiz.
—Buda bişyedir bey…
—Öyle…
—Memur Sen Başkanı açıklama yapmış; mesai kavramı gözetmeden çalışarak imza aşamasına getirdik bu sözleşmeyi diye.  
—Çok mu çalışmışlar?
—Bakan Faruk Çelik salona girdiğinde ayağa kalktılardı ya onu demek istiyorlar. O ara çok yoruldular demek.
—Öyle deme bey ayakta durmak zordur.
—Hele ki korkudan zangır zangır titriyorsan… İnsanın dizleri tutmaz olur.
—Baksana bey aklıma ne geldi.
—Ne geldi?
—Bizim ev sahibini diyorum, bir punduna getirip Memur Sen’e üye yapsak, kira artış dönemlerinde ev sahibi adına o görüşse bizimle, hani diyom biraz da ev sahibi adına tarih yazsa…
—Ham hayal görme hanım, Memur Sen ev sahibi-kiracı görüşmesinde kiracıya tarih yazar…
—Neden?
—Ev sahibi mi güçlü, bizmi güçlüyüz?
—Ev sahibiii…
—Eee…
—Ha güçlüden yana şeyder diyon…
—Evet, öyle diyom…
—Bey kusura kalma ama sende de kabahat var.
—Hayda ben ne ettim şimdi.
—Ne edecen sen değilmisin Memur Sen’e üye olarak onu yetkili eden…
—Yav üye olmayacan da neydecen? Müdürü amiri hep o yana yontuyo…
—E bu nasıl toplu sözleşme, bir yanda hükümet diğer yanda hükümetin dediğinden çıkmayan memur sen… Bu masada tarih yazılacağı baştan belli…
—Belli ki ne belli…

Sağlıcakla…

6 Ocak 2015 Salı

Nine o kuş niye öyle demiş?

Ninem çok güzel ve uzun masallar anlatırdı. Sonu olmayan ve en son torun uyuyana kadar süren… Olağanüstü, şaşkına çeviren, yaaa dedirten masallar.Biz, kuzineli sobanın ısıttığı odada ve titrek ışıklı gaz lambasının en kısık ışığında, yerlere serilen yün yataklarımıza girer girmez başlardı masal…Cayke beno cayke nêbeno…(*)
***
Nasıl bir büyüsü vardı o masalların hala çözemedim.Zaman zaman, ben mi çok çocuktum, yoksa masallar mı çok büyük, diye düşündüğüm olur.Ninem o efsunlu dille anlatmaya başladığında, şimdi kaç boyutlu olduğunu bilemeyeceğim bir dünyanın da kapılarını açmış olurdu bize…Uyumayayım derdim, uyumayayım ve sonsuza kadar sürsün bu büyülü yaşam…O kuş o dağı aşsın… o zalim hükümdar belasını bulsun…
***
Ben o yıllarda, o masalların bir sonu var ama ben uyuya kaldığımdan bir türlü sonunu dinleyemiyorum diye düşünür ve hayıflanırdım.  Oysa yaşım büyüdükçe anladım ki hiçbir masalın sonu yok…  Ninemim anlattığı masallarda tek koşul sessiz olmak ve olur olmaz ayrıntılara takılıp sorular sormamaktı.Bense aklıma takılan soruları unutmak yada soramadan uyuya kalmak korkuyla olacak çoğunda kural falan tanımadan araya dalıverirdim.  “Nine o kuş niye öyle demiş?” “Babası en çok küçük oğlunu mu seviymiş?”Başkası olsa azarlanacakken, ben evin en küçüğü olduğumdan olacak, çoğunlukla kırmazdı beni ninem ve kısaca cevaplar verir, devam ederdi masala…“He Ninesi kurban, babası en çok küçük oğlunu severmiş…”
***
Her yılbaşında geçmiş yıla ilişkin bir muhasebe yapılır ya bende öyle yapayım dedim bu yazıda... Ama fark ettim ki 2013 ve 2014 yılları benim açımdan ninemin masallarına benzer sonu bağlanmayan, korkunç ve beni dehşete düşüren birçok olayın yaşandığı yıllar olmuş.Ve ninemin masallarının aksine ben bu masallar bir an önce bitsin istiyorum.Ya bitsin yada mutlu bir sona bağlasın bir nine tüm bu yaşananları…İşte bu iki yılda tıpkı masallarda olduğu gibi birçok soru birikti bende ve ben bu soruları kimi zaman bu yazılarla da olsa sizinle paylaşmaya tartışmaya çalıştım.Fakat tüketemedim ve bu gün hala cevapsız onlarca soru var, kimini unuttum, kimini hatırlamak bile istemiyorum. Madem yeni bir yılın başındayız, ben son iki yılda aklıma takılan bazı soruları sorayım diyorum.
***
Misal Berkin Elvan. Neden ve kimler tarafından öldürüldü? Neden hala bir iddianamesi yok? 16 yaşında bir çocuk olmasına rağmen neden “çocuk” dışında sıfatlarla anılmaya gayret ediliyor? Annesi daha evvelsi gün Berkin’in doğum gününde mezarı başındaydı, neden?Ali İsmail Korkmaz. O esmer yakışıklısı, masum delikanlıyı tekmeleyerek öldürecek kadar gaddarlaşabilenler nasıl oluyor da geceleri uyku uyuyabiliyorlar? Benim her fotoğrafına baktığımda ağlamaktan kendini alamadığım o güzel genç yüze tekme atmak hangi kitapla, hangi vicdanla aklanabilir?Oğlu Mehmet Ayvalıtaş’ın ölümüne dayanamayarak bu dünyadan göç eden Fadime Ayvalıtaş’ın acısını dindiremeyen bir toplum nasıl utanmadan Annelere değer verdiğini iddia edebilir?
***
Ethem Sarısülük sokak ortasında öldürülürken mobese kamerasının başında görevli olan şahıs hangi refleksle kamerayı gökyüzüne çevirmeye kalktı? Hangi görev gayretkeşliği bir insanı bu derece gaddarlaştırabilir? Ethemi öldüren polis memuru için yardım kampanyası düzenlemenin ufak da olsa insani bir izahı olabilir mi?Medeni Yıldırım’ın bir G 3 mermisi ile parçalanan bedeni hangi makul şüpheye sığdırılabilir?Bundan sonra hangimiz Hatay’a gittiğimizde Abdullah Cömert’de bu sokaklarda yürümüş müdür, bu cafede oturup çay içmiş midir, diye sorular sormayacağız kendimize?Yâda hangimiz komiser Mustafa Sarı’nın beş metrelik üstgeçitten düşerken yok olan ve paramparça olan 27. yaşına kahrolmayacağız?
***
Peki ya Soma maden işçilerinin zayi olan ömürleri, evlatlarının korkunç bayram ve yılbaşı yalnızlıkları?Ermenekli Recep amcanın kara lastik bir bahtı kendine layık görmesi hangi çaresizliğin sonucudur?Bir cam kadehinin bedeli, bir asgari ücretlinin bir aylık kazancına denk geliyorsa bir sarayın, o saray o ülkenin geleceğe bırakacağı mirası olabilir mi?Çoğu çocuk 34 kişinin bombalanarak öldürülmesinden birkaç gün sonra o ülke insanları yılbaşı partilerinde eğlenebiliyorsa bu hangi vicdanla açıklanabilir?Ne denebilir ki, ben 2013 ve 2014 yılları yaşanırken aklıma takılan ve hatırlayabildiğim kimi soruları paylaştım sizinle, belki sizinde sorulacak sorularınız vardır.
Sormak ister misiniz?
Sağlıcakla…



*Bir varmış bir yokmuş











23 Aralık 2014 Salı

Hemşire ve Ebelerin yüz yıllık ihaneti…

BBC’nin hazırladığı Büyük Dünya Tarihi belgeselini izlemenizi öneririm. 70 bin yıllık insanlık tarihinin küçük bir özetine kolayca ulaşırsınız bu sekiz bölümlük belgeselde.
Ustaca kurgularla, önemli olaylardan bahsedilir; dinlerin doğuşu, bilimsel gelişmeler, fetihler, ölümler, tesadüfler, kazalar, pişmanlıklar…
İnsanlık tarihinde iz bırakmış bilim insanları, imparatorlar, mühendisler, astronotlar ve bir de hemşire…
Hemşire Margaret Sanger.
Yıl 1914 belgesel yönetmeninin kadrajına bir kadın girer. Kadının sağ, sol ve profilden fotoğrafı çekilmektedir. Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bu sahne bir tutuklanmayı düşündürür bize.
Hemşire Margaret Sanger’in tutuklanma anıdır canlandırılan.
Bundan yüzyıl önce ABD’li bir hemşirenin tutuklanmasının, baskı görmesinin nedeni ise; kadınların ailesini planlama hakkı olduğunu düşünmesi ve bu düşüncesini yaymak için çalışma yapması, mücadele yürütmesi…
Amerikalı bu hemşirenin aile planlaması ile ilgili fikirleri ve mücadelesi insanlık tarihine yön veren olaylar arasında kabul edilmiştir.
Öyledir de.
Çünkü Sanger’i bu çalışmaya iten basit gerekçeler; basit ama oldukça acı yaşanmışlıklar vardır.
Yoksulluk,  gelir adaletsizliği, çaresizlik gibi… O dönemin ABD’sinde insanlar küçücük apartman dairelerinde oldukça yoksul bir yaşam sürmektedirler ve her doğan çocuk bu yoksulluğun kat be kat artması demekti.
O günün yöneticilerinin, sermaye sahiplerinin de ucuz ve yedek işgücüne ihtiyaçları vardı, o nedenle olsa gerek böyle bir fikri çok tehlikeli buluyorlardı. Bugünkünden tek farkı “ihanet” diye algılayacak kadar dönmemişti gözleri.  
Hemşire Sanger fikirlerini anlatmak için dergi, broşür çıkarır ve diğer kadınlara posta yoluyla bu broşür ve dergileri ulaştırmaya çalışır. Bu nedenle tutuklanır, yargılanır ve hapse atılır.  
Bundan yüz yıl önce hemşire Sanger’i doğum kontrolünü savunduğu için yargılayanlar, çok kısa bir süre sonra bir gerçeği fark ederler.
Kadınlar ister yasal, ister yasadışı yöntemlerle olsun doğum kontrolünü zaten yapıyorlar ve doğum kontrolü engellenemiyor. Kadınlar, yaşamlarını tehlikeye atarak, kendilerini düşük yapmaya zorluyor ya da kürtaj yapan kimi “kasap”lara kendilerini emanet etmek zorunda kalıyorlar.
Birçok kadının sırf doğum kontrolü yöntemleri yasak diye ölüyor olması, Avrupa da doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşması,  o dönemin ABD’li yargıçlarına bişey öğretti; isteseler de doğum kontrol yöntemlerini yasaklayamazlardı.
Çünkü yaşamın basit kuralları vardır, bunlardan biri Victor Hugo’nun şu sözünde hayat bulur: “Zamanı gelmiş bir fikrin karşısına dikilme gücüne hiçbir ordu sahip değildir.”
Nitekim öyle oldu, bir hemşirenin karşısında duramadılar; kliniğini bastılar, tutukladılar, baskı yaptılar ama sonuç değişmedi. Çünkü milyonlarca kadın, doğum kontrol hakkının olduğunu düşünüyordu.
Hemşire Sanger’in bütün bu baskılara göğüs germesine sebep mesleki ve insani duyarlılığı neticesinde yapılan bilimsel çalışmalar “doğum kontrol haplarını” üretti. Tam yüz yıllık bir çaba ile bu hak kadın mücadelesi tarihinde yerini aldı.
Bundan birkaç yıl önce “Her kürtaj bir Uludere’dir.” denilerek çıkışı yapılan konu, belli ki ihtiyaç hâsıl oldu, tekrar gündeme alınıyor. Hemde yıllardır, sağlık emekçilerince fedakârca yürütülen bir kamu hizmeti olan aile planlamasına “hainlik” sıfatı eklenerek.  
Oysa bir kadının en doğal ve tartışmasız hakkıdır ailesini planlama hakkı.
Bunu yüz yıllık kadın mücadelesinden biliyoruz. Bunu en temel insan hakkı belgelerinden, Hemşire Margaret Sanger’in şahsında bütün Hemşire ve Ebelerin verdikleri mesleki etik mücadelesinden alıyoruz.
Sorum size; aile planlaması hakkı yasaklanabilir mi?
Sağlıcakla…


2 Aralık 2014 Salı

Öğretmenin hayali…

—Hayalinizdeki meslek nedir?” diye sordu öğretmen.  
—Hâkim, dedi bir öğrenci.
—Adalet mi var bu ülkede?
—Yazar.
—Aç kalırsın.
—Bilim insanı.
—Sence üniversitelerinde bilim mi yapılıyor bu ülkenin?
—Doktor.
—Güldü, öğretmen. Kafasını salladı, olmadı anlamında.
—Öğretmen, dedi bir öğrenci. Öğretmen.
Kısa bir suskunluktan sonra cevap verdi öğretmen.
—Atanamazsın. Yıllarca atanmak için KPSS dershanelerine gider gelirsin.
İlkokulu zor bitirmiş komşun, senin kız da bişey olamadı be, der babana.
Tutar Sultan Ahmetteki güvercinlere benzetirler seni.
Vazgeçersin, KPSS hayalinden.
Bir işe gireyim dersin.
Bir özel dershanede altı gün boyunca üç kuruşa ders vermek zorunda kalırsın. İki dakika teneffüs yaptırmazlar sana. Lavaboda kapıyı tık tıklar dershane müdürü “Hocanım ders zili çaldı.”
Olmaz buda yürümez, boş ver ne dediklerini herkesin der, tekrar hazırlanırsın KPSS’ye.
Ve gün geldi atandın diyelim.
En ücra yere verirler seni.
Kalacak yerin var mı, okulun durumu nedir kimse sormaz.
Eyvallah dersin.
Sabah açarsın okulu ve beklersin.  
Bir bakarsın öğrencinin okula gelmesi için sadece okul ve öğretmenin olması yetmez.
Defter ister, kalem ister, silgi ister.
En önemlisi de ailenin öğrenciyi okula göndermek istemesi gerekir.
Beklersin, olmadı gider ev ev dolaşır öğrenci toplarsın.
Yokluk nedir, imkansızlık nedir orda görür, anlarsın.
Olsun dersin aşarız.
El ele verirsin köylü ile okulu onarır, çocuklarına kavuştum dersin.
Bu sefer toplumsal ön yargılar dikilir karşına.
Senin öğrettiğine evde ağabeyi küfreder, çocuğun.
Amcası seninde duyabileceğin tonda dalga geçer; “Matematik mi, ne işe yarar ki? Fen oda ne?”
Yutkunursun, eyvallah dersin.
Mücadele edersin.
Sonra puan verirler sana ve batıya tayin isteme hakkı.
Tayinin çıkar.
Çalışmış emek vermiş ve alnının teriyle gelmişsindir.
Hayaller kurarsın, emek vermiş ve başarmış olmanın haklı hayalleri.
Ama öyle olmaz işte. Batıda da en ücra köyden başlatırlar seni…
Sıfırdan.
Anlarsın ki aynı film burada da kapalı gişe oynamaktadır.
Başrollerde imkânsızlıklar ve toplumsal önyargılar.  
Yazan yöneten aynı…
Olsun dersin buda geçer.
Ömür geçer yıllar geçer bi tayin, bi tayin daha gelirsin il merkezine.
Merkez derken o kadar da merkez değil.
Kiminde norm fazlası olursun, sabah akşam başka okula verilme korkusu ile derslere girer çıkarsın.
Kiminde ise; kapısı penceresi kırık bir okulda para toplaması beklenen bir tahsildar yada güvenlik görevlisi okul bahçesinde.
Her gün gazetelerde siyasilerden beyanatlar okursun. “Öğretmenler tembel.” der biri. Bir diğeri “Yılda üç ay tatil mi olur?” der.  
Sabır çekersin, sabır.   
Sonra merkezi bir okula gelirsin son bir hamleyle.
E dersin, on beş yılın emeği, kolay olmadı.
“Yıllarım geçti ama değdi doğrusu, en azından belli imkânlara kavuştum, bak en merkezi okulda öğretmenim şimdi.”
Bi sabah uyanırsın ki hiç öyle değilmiş bu filmin sonu, rotasyona tabi tutacaklarmış seni.
Sanki hiç köy okulu, ücra yer, imkânsızlık, yokluk görmemişsin gibi.
Sağlıcakla…



25 Kasım 2014 Salı

112 Düellosu...

Hiç düşündünüz mü, 112 çalışanları ölünce ne olur, diye?
Ben söyleyeyim.
Hiç...
Hiçbir şey olmazlar.
Çok olsa bir duyarlı arkadaşları fotoğraflarının renkli bir fotokopisini çektirir ve istasyonun duyuru panosuna asar bir süre.
O kadar…
O fotoğraf sararıncaya, yıpranıncaya kadar kalır o panoda…
Sonra?
Sonrası…
Başka da bişey olmaz…
***
Geçen sene İstanbul’da bir kazaya müdahale eden polis ve 112 ekibine bir taksi çarpıyor ve iki kişi yaşamını yitiriyor.
Gazeteler şöyle yazıyorlar.
“Bir polis şehit oldu, bir ambulans şoförü öldü.”
Düşünün bir kaza oluyor kazaya müdahale eden iki kamu görevlisi aynı iş üzerinde mesleki yetki ve becerileri neyse onu ortaya koyuyorlar ve ölüyorlar.
Ama bir farkla, biri şehit oluyor ve devlet töreni ile son yolculuğuna uğurlanıyor, il emniyet müdürü dâhil devlet erkânı bulunuyor resmi törende…
112 çalışanını ise ailesi ve iş arkadaşları defnediyor; sessizce…
***
Bir trafik kazası olsa, olay yerine kimler gider?
Polis, itfaiye, gazeteci…
Başka?
Birde 112 çalışanları gider.
İçlerinden birisi “yıpranma payı”ndan yararlanmaz…
Kim?
112 Çalışanları…
***
Geçenlerde, daha bir ay olmadı, 22 yaşında gencecik bir 112 çalışanı daha veda etti yaşama, bir ambulans kazasında…
Adı Hatice…
Ne oldu dersiniz?
Hiç…
Hiçbir şey olmadı…
Cenaze namazını babası kıldırdı…
İş arkadaşları renkli fotokopi bir fotoğrafını astılar istasyonun duyuru panosuna, iki yıl önce ölen Murteza ağabeyinin yanına…
Şimdi o panoda Murteza ve Hatice üzerlerinde gururla taşıdıkları 112 yelekleri ile gülümsüyorlar iş arkadaşlarına…
O kadar…
Şairin dediği gibi: “…/ ve daha acıdır bu/ ölümden de korkusundan da…”(*)
Sağlıcakla…



(*) Cemal Süreya 


11 Kasım 2014 Salı

Doktor Sülük…

Küçükken “Fenni Sünnetçi” diye bir tabela görmüş ve çok şaşırmıştım.
Fen dersiyle bir alakası var mı diye de düşündüm sanırım.
Fenni Sünnetçi…
O vakitler googlede yok ki sorasın. Bir hayat bilgisi ansiklopedisi var, oda herkeste yok.
Neyse bizde vardı, açtım baktım.
Bilimsel demekmiş.
Demek ki dedim bilimsel olmayan sünnetçilerde var.
Anneme sordum; Ana, dedim, beni sünnet eden sünnetçi, fennimiydi?
—Ne bilim, berberdi, dedi.
—Fennimiydi ben onu soruyorum?
—Eee tokatı yersin ha, dedi annem, ben ne bilim fennimiydi değil miydi, berberdi işte, deden aldı getirdi. Berber Ahmet derlerdi…
Anladım ki bu noktada da bilimsellik nasip olmamış bize.
***
Kendi kendime bir söz verdim bende, Fenni yaklaşayım yaşama…
Öyle ya çoluk çocuk fennimi değil mi belli olmayan berberlere kalmasın, övünmek gibi olmasın oğlanı fenni sünnetçiyi geçtim, bir ürolog doktora kestirdik.
Çağ atladık yani fenniden, tıbbiye…
Söylemesi ayıp hassasımdır oğlana karşı.
Neyse uzatmayalım daha küçükken karar verdim meslek seçiminde de fenni bir yaklaşım göstereyim diye.  
Okulda en çok fen laboratuvarına ilgi gösterdim.
Mikroskoba bir yaklaşımım var, sanırsınız arşı alayı yeniden keşfedeceğim.
Altı üstü soğan zarı baktığımız.
E sünnetten kompleksliyiz ya, farkı kapacağız.
***
Efendim o vakitler tıbbiye kimin haddine, biz olsak olsak tıbbi bişey oluruz dedik ve girdik sağlık meslek lisesine… Sağlık koleji diyorduk soranlara, daha havalı olsun diye…
Şimdilerde tahlilciliktir işimiz. Fenni adı ise tıbbi laborant…
Nerden geldik konuya diyecek olursanız. Hani berberden fenniye, fenniden tıbbiye diye gelişiyoruz ya…
Geçenlerde fark ettim bu ara bu gelişme, demiryolcu deyimiyle, makas değiştirmiş ülke sathında…
Sağlık Bakanlığında yeni bir daire başkanlığı açılmış.
Geleneksel, Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Uygulamaları Daire başkanlığı…
***
Düşünebiliyor musunuz Tıbba alternatif bir uygulama, üstelik sağlık bakanlığında daire başkanlığı düzeyinde…
Bir çeşit paralel tıp…
Yahu tıbbın alternatifi mi olur?
Bir şey eğer bilimselliği kanıtlanmışsa tıbbın ilgisine girer ve insanlığın hizmetine sunulur.
Esasında söylenmek istenen şu; bizim atadan kalma bir yöntemimiz var, bilimselliğini kanıtlayamadık ama para kazandıracak gibi duruyor, bir çok kronik hasta var şifa arayan, biz bir merkez açalım sizde buna kılıf hazırlayın. 
İster inanın ister inanmayın kılıfı da hazırlanmış.
Yönetmelik çıkarmışlar. Alternatif kelimesine çok eleştiri almış olacaklar, yönetmelikte alternatif kelimesini kullanmamışlar.
Yönetmeliğin adı: “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği.”
Tıbbın eksiğini tamamlayacaklar zar.
***
Belli ki fennilik, tıbbilik hikâye, işi talebe uygun bir arz mantığıyla yapmış geçmişler. İşin piyasası da oluşmuş ama isimler çok fenni.
Hacamat var mesela, deri altında birikmiş, vücutta hastalıklara neden olan toksik kanın vakumlanarak dışarı alınması işlemidir, diye de bir tanım kullanmışlar.
Bunu diyende bir doktor...
Deri altına birikmiş toksik kan…
Demek bazı kan dolaşımdan ayrılıp deri altına birikiyorsa, ondan olacak toksik oluyo... E sürüden ayrılanı kurt kapar misali, dolaşımdan ayrılanı da hacamat ediyor, tamamlayıcı tıbbımız. Eksiktik tam oluyoruz yani…
Birde sülük tedavisi var.
Tıbbi sülük diyorlar web sayfalarında, doktor sülük diyeni de var, medikal sülük diyeni de. Yakında prof sülük de çıkar, demedi demeyin.
***
Ne diyebilirim ki?
Demek sülüklerde farklı farklıymış; tıbbi olanı varsa alaylısı da var bunun.
Bundan sonra pazaryerlerinde kavanozlar içerisinde yüzen sülükler görürseniz, bilin ki o sülükler tıbbi değil.
Tıbbi olanı nasıl ola ki derseniz, henüz teşrif etmedi bizim sağlık ocağına, yönetmeliği falan çıkarıldığına göre kod falan da verirler kendisine en SUT’undan…
Yakında damlar.
—Merhaba ben sülük, tıbbi sülük… Kan emerim ama öyle rastgele değil, tıbben…
—Merhaba bende laborant, tıbbi laborant bende kan alırım insanlardan, tahlil etmek için. Benimki de tıbben ama seninki kadar tamamlayıcı değil…
Sağlıcakla…


21 Ekim 2014 Salı

Şehir içi otobüsler kimin denetiminde?

Bu ara birçok evde “belediye otobüslerinin durumu ve otobüs şoförlerinin tutumu” konuşuluyordur diye düşünüyorum.  
Çünkü biz bu ara çok sık bu konuyu konuşmaya başladık.
Akşam kurs dönüşü kızımın anlattığı bir otobüs anısı ile başlayalım. (Ben anlatımı hikâyeleştirmeye çalıştım.)
***
Üç çocuk, 12-13 yaşlarında, biri erkek ikisi kız, bir kurstan dönüyorlar ve kendi aralarında da çeşitli konularda konuşuyorlar. Konu bir süre sonra beynin kapasitesinin kullanımına geliyor. Çocuklardan biri “Biliyor musunuz beynimizin sadece yüzde onunu kullanabiliyormuşuz.” Diyor. Bir diğeri “Evet zaten % 100 ünü kullanabilsek…” derken söze otobüs şoförü giriyor. “Sizde beyin yok ki… Olsa yaşlılara yer verirsiniz.” Oysa çocuklar bu konuşma anında yer veriyorlardır.
***
Kızım bana soruyor: “Baba biz yer veriyorduk aslında ama vermeseydik bile o amcanın bizi aşağılamaya hakkı var mı?”
—Tabiî ki hakkı yok kızım.
—Peki, hakkı yoksa nasıl yapabiliyor bunu?
Sanırım bu sorunun muhatapları başta Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere ilgili ve yetkili kişilerdir.
***
Bu münferit bir vakıa olabilir diyorsanız dün yaşadığım bir olayı anlatayım.
Dün belediye otobüsünde oturmuş ve sıkışıklıkta da olsa oturduğum yerde kitap okumaya çalışıyordum. Tam bu sırada bir kadın yolcunun tiz tonda şoföre: “Ne bağırıyorsun?” dediğini duydum.
Şoförün tavrı oldukça saygısız bir tonda; “Kes tamam!” şeklinde oldu. Kadın alttan alacak gibi değildi ve “Seni Cengiz beye şikâyet edeceğim.” dedi. Şoför başta bağırdı mı duymadım ama “Kes tamam!” derken yüz ifadesini ve el hareketini görmeliydiniz.
***
Hani derler ya laf lafı açıyor diye. Konu ile ilgili sohbet açılınca eşimde bir katkı yaptı bu sohbete…
Olay yaz aylarında olmuş. Yani iki iki buçuk ay önce. Bir kadın yolcu şoförden klimayı açmasını rica ediyor. Şoför “Açık zaten.” diye terslenmeye kalkınca, diğer yolculardan bir başkası “Neden tersliyorsun?” diye şoföre çıkışıyor ve yaşanan tartışmadan sonra nihayet klima açılıyor.
***
Benzer bir klima açtırma tartışmasına da ben şahit olmuştum ancak o günlerde açıkçası bu olayın üzerinde çok durmadım, nadir yaşanan bir durumdur diye düşünerek.
Bütün bu anlatımlardan sonra ben, otobüslerle ve şoförleriyle ilgili bir sorunun ve sıkıntının ayan beyan ortada olduğunu düşünüyorum.
***
Bu yazıyı sayın belediye yetkilileri okurlarsa onlardan kamu adına talebim:
  1. Otobüs şoförlerinin; vatandaşla (özellikle kadın ve çocuklar) olan iletişimleri ile ilgili eğitime alınmaları gerekir. Bu eğitim sadece sözlü değil beden dili anlamında da, giyim kuşam anlamında da gereklidir.
  2. Otobüslerin neden bu kadar çok yolcu taşımak durumunda kaldıkları konusu sorgulanmalı ve otobüslerin sefer sayıları, kar etmek amacıyla azaltılıyorsa bu konu denetimlerle ortaya çıkarılmalıdır.
  3. Otobüslere konan televizyonların sadece reklâm için değil ara sırada olsa otobüs güzergâhlarını da göstermesi gerektiği konusu yetkililere hatırlatılmalı ve denetlenmelidir.
  4. Klimanın açık ve çalışır olması dâhil birçok konuda vatandaşla şoförlerin karşı karşıya gelmesi beklenmeden, etkin ve sık denetimler ilgili-yetkili kişilerce yapılmalıdır.
Son söz otobüsler neden bu kadar pahalı?
Sağlıcakla…


30 Eylül 2014 Salı

Birleşik emek hareketi için soru soralım...


5
 Geçen hafta bu kentte, tüm yurtta olduğu gibi, bir günlük bir Eğitimci Grevi yaşandı.

24 Eylül Çarşamba günü, tüm yurtta olduğu gibi Manisa’da da Eğitimciler alanlara çıktı taleplerini haykırdı.

Eğitim işkolunda örgütlü dört sendikadan üçü: Eğitim Sen, Türk Eğitim Sen ve Eğitim İş Grev’e gitti.

Saat 10.30’da Eğitim Sen, kendi bürosu önünde toplandı ve Manolya meydanına yürüdü, saat 11.15’de de burada basın açıklaması yaptı.

Ne dedi Eğitim Sen?

AKP Hükümetinin eğitime, eğitim ve bilim emekçilerine yönelik saldırılarına dur demek ve bir kez daha uyarmak için, öğretmene rotasyon, kadrolaşma, performans, anadilinde eğitim hakkını kullandırmama, özel okullara kaynak aktarma, eğitimdeki dinselleştirme, güvencesiz, kuralsız ve angarya çalışma, üniversitelerdeki akademik özgürlüğü ortadan kaldıran uygulamaları karşısında taleplerimizi gerçekleştirmek amacıyla” Grevdeyiz…

Ardından Türk Eğitim Sen’i gördük Manolya Meydanında…

Eğitim Sen alandan ayrılırken onlar geldi Manolya’ya…

Basın açıklamalarını okudular…

Bugün, dediler, Yandaş yönetici atamalarına hayır demek için, Sendikamızın nöbet ücretleri ile ilgili 6 saat ek ders talebinin yerine getirilmesi için, Eğitim çalışanlarının ekonomik ve sosyal hakları için, İlk defa alamadığımız enflasyon farkı için, Üniversite çalışanlarının ekonomik ve sosyal hakları için, 4/C’lilerin kadroya alınması için, taşeronlaşmaya karşı durmak için, Akademik zam sözünün yerine getirilmesi için, Özel okulları teşvik edip, imkânsızlıklarla cebelleşen devlet okullarına üvey evlat muamelesi yapıldığı için, Öğretmenlerin ve diğer eğitim çalışanlarının kaybettiği itibarları için, daha demokratik üniversite için alanlardayız!

Alanda en son Eğitim İş’i gördük.

Ulusal, kamusal, çağdaş, bilimsel, demokratik, laik eğitim hakkı için…

Siyasi iktidarın Cumhuriyet devrimlerine karşı ideolojik yapılanmasını, eğitimin özelleştirilmesini, yandaş öğretmen atamalarını, okullarımızın medreseleştirilerek eğitimin gericileştirilmesini protesto etmek için…

Sıraladılar taleplerini…

Aslında Grev gününün en anlamlı sorusu Eğitim Sen üyesi bir öğretmenden geldi…

Eğitim Sen başkanı, Eğitim Sen bürosu önünde toplanan üyelerine Grev programını anlatmak amacıyla hitap ederken, diğer sendikalarla ortaklaşamadıklarını da söyleyiverdi cümle arasında…

Tam bu anda arkalardan bir kadın öğretmen: “Neden?” diye feryat etti.

Soru net olmasına rağmen geçiştirilir gibi olunca da devam etti sormaya:

“Nedenini öğrenebilir miyim?”

Çok ayaküstü bir durumdu ve Eğitim Sen başkanı haklı olarak çok ayrıntıya girmedi ama soru çok can acıtıcı ve hiç yorulmadan sorulması gereken bir soruydu bence…

Neden?

Soru sormak yol açmaktır, çünkü...

Bence o kadın öğretmen en can alıcı soruyu o gün orada sordu ve tüm eğitim çalışanlarının hatta tüm kamu emekçilerinin bu soruyu, tekrardan ve en gür sesle sormalarının vaktidir.

Neden?

Neden ortak talepler etrafında birleşemiyor sendikalar?

Evet, bir sendika, “Ulusal Eğitimi” vazgeçilmez bulurken, bir diğeri “Anadilinde eğitim hakkı” talebini dillendiriyordur.

Hangisi doğrudur, hangisi yanlıştır tartışılabilir. Ama neden ortak talepleri, en azından talepleri hedefleyen bir ortaklaşma sağlanamaz?

Nedeni uzun uzun tartışılmalı ve bütün kamu emekçilerinin anlayacağı berraklıkta ortaya konmalıdır.

Aksi halde, herkes kendi küçük adacıklarını kurtarmaya devam ettiğini sanmaktan öte bir iş üretemeyecektir.

Artık kamu emekçilerinin, neden bir işkolunda birden çok sendika var, sorusunu sormalarının günü gelmiştir.

İster işçi olsun ister memur, eğitim işkolunda kim çalışanların insanca yaşayacak bir ücrete kavuşmasına hayır diyebilir?

Kim adil ve liyakate dayalı bir yönetici seçimini istemeyiz diyebilir?

Soruları çoğaltmak mümkün, yukarda da yazdım: Soru sormak yol açmaktır.

Doğru soru sorulmuştur, yol açılmıştır.

Bu günden sonra üstümüze düşen bütün emekçilerin, işçilerin birleşik mücadelesini örgütlemek ve bu yolda ilerlemektir.

Sağlıcakla…