14 Mart 2013 Perşembe

Kar altındadır…


Karın neredeyse altı ay kalkmadığı; yaz denen mevsimin ne zaman gelip, ne zaman gittiğinin pek anlaşılmadığı bir ilçeye Laborant olarak atandığımda yıl 1992 idi. Yirmi beş yataklı bir devlet hastanesine, on sekiz yaşımda, bundan yirmi yıl önce, 9 Aralık Cuma günü gitmiştim ve o ilk günü hiç unutmam. Başhekim odasında oturmuş, üç kişi (hizmetli, memur ve personel şefi) ile uzun uzun sohbet etmiştik. Kalacak yer konusunun hiç sorun olmadığı söyleniyordu, benden önce göreve başlayan laborantın uzun bir süre kaldığı oda hala boştu ve dendiğine göre birazdan hastane müdürü gelir ve o oda da kalabileceğimi söylerdi bana...
Sohbet sürdükçe sürüyor arada sessizlik olunca da memur olan kişi söze giriyor ve şöyle diyordu.
—Birazdan başhekim gelir, başlama yazını yazarız.
***
Çaylar içiliyor, ne kadar genç olduğumdan vs konu açıldıktan sonra, personel şefi buraya atanmakla ne kadar şanslı olduğumdan bahisle:
—Burada kalacak yer sorunun olmaz. Birazdan müdür gelir ve kalacağın odayı gösterir sana, sıcacık oda, duşu da var, rahat edersin. 
Havanın bazen eksi otuzbeşe düştüğü düşünüldüğünde, sıcacık odanın ne kadar değerli olduğu daha iyi anlaşılabilir.
***
Sohbet başlayalı iki buçuk, üç saat olmuştu, saat neredeyse öğlene yakındı ancak birazdan geleceği söylenen; müdür ve başhekim bir türlü gelmiyordu. 
Ancak rahattım çünkü ben hastaneye gelmem gereken zamanda gelmiş ve başlamıştım, gelmeyen başhekim ve müdürdü, onlarda ise, dendiğine göre, merak edilecek bişey yoktu, birazdan gelirlerdi. 
Müdür bir iş için kaymakamlığa uğramış, ancak, sonradan iktidar partisi ilçe başkanı olduğunu öğrendiğim, bilmem kim beye uğramadan dönmezmiş.
Başhekim, zaten muayenehanede hasta varsa, öldürsen gelmezmiş, hastası bitince bir ara uğrarmış.
***
Bunlar konuşulurken, benimle sohbet eden ekibinde, bir iş yapmadığı fikri oluştu bende. Çünkü onlarda neredeyse üç saattir benimle, başhekim odasında oturuyor ve çay içiyorlardı. Hizmetli arada çayları tazelemeye gidip geliyor, ancak ne memur, ne de personel şefi, yapacak bir işleri varmış gibi davranmıyorlardı.
Ya hakikaten yapacak işleri yoktu ya da nezaketen, sırf benimle ilgilenmek için erteliyorlardı işlerini.
Yalnız aralarında bir iş bölümü var gibiydi… Bazı cümleleri kendi aralarında paylaşmışçasına; personel şefi "Burada kalacak yer sorunun olmaz. Birazdan müdür gelir ve kalacağın odayı gösterir." diyor; memur ise "Birazdan başhekim gelir, başlama yazını yazarız."ı seslendiriyordu. Her sessizlik anında bu iki cümle dolaşıma sokuluyordu, istisnasız.
Merak etme…
***
Öğlene yakın beni ağırlayan ekipte bir hareketlenme başladı. 
O gün cumaydı ve üçü de cuma namazı telaşı ile abdest almaya koyulmuşlardı. O telaşa bakışlarımla da olsa, engel olmayayım diye düşündüğümden olacak, en naif halimi takındım ve dışarıya bakmaya başladım. Karların beyazını incelemeye koyulduğumu hatırlıyorum. Ne kadar çok kar vardı etrafta, beyazdan başka renk seçilmiyordu adeta…
Aklıma Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı” adlı şiiri düştü birden.
Hala hatırlıyorum o anı ve dizeleri: “Tekmil ufuklar kışladı/ Dört yön, onaltı rüzgar/ ve yedi iklim, beş kıta/ kar altındadır.”
İçimden okuduğum şiiri, duydumu ne, benzer bir ses tonuyla araya girdi personel şefi:
—Hadi, dedi. Abdestini al çıkalım…
O kadar alışığım ki bu tür emrivakilere, şiire sesli olarak devam etmek istedim biran. “Dumanlı havayı kurt sevsin/ Asfalttan yürüsün aralık…”  
***
—Allah kabul etsin, ben kılmayacağım, dedim.
Üçünün birden donup kaldığını dışardan biri olsanız bile fark ederdiniz kolaylıkla. Bende fark ettim. Ama dedim ya, ben aşılıyım bu tür donup kalma repliklerine, dönüp oturdum ve dışarıya bakmaya devam ettim. Aklımda da Ahmed Arif var hala.
Ne güzel şiirler yazmış, bu aralık ayında, bu yüksek rakımlı Cuma gününde bile imdada yetişiyor dedim içimden…
Daha ne kadar bir birlerine baktılar bilmiyorum, bi ara dönüp baktım gitmişler.
Çıkıp hastane önünde bi sigara yaktım. Bütün diğer hizmetli, doktor ve sağlık memuru tayfasının (8-10 kişi) aynı camii yönüne doğru çıktıklarını ve meraklı gözlerle beni süzdüklerini hatırlıyorum.
(Sonradan o yöne gidenlerin bir kısmının da aslında Cuma namazına gitmediğini evde oyalanıp geri geldiğini de öğrendim.)
***
Derken Cuma kılındı ve yine aynı toplu hal ile dönüldü hastaneye. Sonunda başhekimde, müdürde gelmişti. Başhekim başlama yazımı en suratsız hali ile yazdırdı, hayırlı olsun bile demedi, tebliğ sırasında… Orada çalıştığım sonraki dört yıl buyunca, hep o suratla baktı yüzüme. Dört yıl çalıştığım ilçeden ayrılırken bile o Cuma gününün imasıyla: “Aslında sana bir veda yemeği yapmalıydık ama…” bile dedi.
Müdürün bana tahsis edeceği odanın ise, tahmin edebileceğiniz gibi, uygun olmayacağına karar verildi, oy birliği ile. Tam dokuz ay kiralayıp kalabileceğim bir ev bulamayıp otelde kaldım. Otel parası maaşımın neredeyse yarısıydı…
Şu memurun tayini çıkmış ev boş diye haber alıp görüşmeye gittiğim ev sahipleri; Genel bir mutabakat ile “Kiraya verecek evimiz yok.” diyorlardı. Ve bu sohbetten birkaç gün sonra yeni gelen bir diğer memura veriyorlardı evlerini.
***
Şimdi tam yirmi yıldan fazla zaman sonra, şimdi olsa ne yapardın diye soruyorsanız: Ahmed Arif’in o şiirine devam derim: “mucip sebebin” bilirim/ Ve kâfi delil ortada…”
Sağlıcakla…


Hiç yorum yok: