30 Aralık 2011 Cuma

2012 için ufak taktik değerlendirmeler...‏

Eskiden tek bir tv kanalı vardı ve o kanalda da tek bir dizi...
En hatırda kalanı ise "Bizimkiler" dizisiydi. 
Dizinin temposu hayatın temposu gibiydi. Öyle şimdikiler gibi bir bölümde seksen iki skandal olmuyordu o yıllarda gösterilen dizilerde.
Bizimkiler kışın bir apartmanda yazında "Yazlıkçılar" adıyla yazlıklarda olurdu hepsi bu...  
Misal, Ali'nin küçük yaramazlıkları, kapıcının işlerden kaytarması, apartman yöneticisinin "Tutarım zaptı." tehditleri ve Cemil'in karısından gizli cam kenarında bira içişi. 
İşte böyleydi o zamanın yıllar süren dizisi. 
Şimdi öyle mi?
Korkunç bir tempo ve aklın sınırlarını zorlayan skandal ilişkiler yumağı, kimin eli kimin cebinde halay çekiyor bilmek imkansız. 
Bakın şimdi bu dizilerden biriyle ilgili kısa bir değerlendirme yapayım;
(Allah'ım aklıma mukayyet ol.)
Bir adam, bir işçi, bir araba servisinde usta. 
Bu ustanın 17 yaşındaki kızı bir zengin oğlandan hamile kalıyor. Bu zengin oğlan kaza mı geçiriyor, nasıl oluyor tam anlamıyorum. 
Zengin oğlanın babasının bu 17 yaşındaki kızı istememesi de bahane ediliyor ve her yanı kırık halde zengin oğlan yurt dışına gidiyor. 
Kız hamile, karnı büyüyecek... 
Kız bu hamileliği ile ne yapacak telaşı. 
Kız, bir süre, siyasi davalardan içeride yatmış ve yeni yurt dışından gelmiş teyzenin evinde kalıyor. Teyze, bu kız hamile, demeden kızı kanepede yatırıyor, neyse. 
Bu arada teyze eski davalardan bir polisin komploları ile boğuşuyor. Gözaltına alınıyor. 
Sonra bu hamile kız babasının patronun aşırı babacan(!) tavrı sayesinde dünya evine giriyor ama öylesine, kağıt üstünde yani...
Patronun kızı bu hamile kızdan hoşlanmıyor, alıyor babasının yatını denize açılıyor.
Usta kızı hamile kaldı diye, namus şeref derken, hop bi bakıyoruz başka kadınla, Heybeli'de her akşam mehtaba çıkıyor...
Ustanın oğlu boş durur mu, oda kız kaçırıyor, ustanın büyük kızı ise geceleri evden kaçıp barlara takılıyor barmenlerle falan birlikte oluyor. 
Ustanın takıldığı kadının belalısı bir polis ustanın damadı ve patronu olan sakallıyı vuruyor. 
Ustanın barlara takılan büyük kızı, küçük kız kardeşini hamile bırakan zengin gencin babası ile bir bar ortamında tanışıyor, ardından onlarda Heybeli havasında... 
Bu küçük kızı hamile bırakan zengin oğlan bir aşçı ile takılıyor, hem sos yapıyorlar hem beraber oluyorlar vs. 
Bu aşçı kız hikayenin başında ustanın kızını hamile bırakmış olan bu zengin oğlana aşık oluyor, oğlan oralı değil. O daha önce hamile bıraktığı ve bir oğlu olduğundan bile habersiz olduğu halde, oğlunun anasının peşinde. 
Yani buraya kadar yazdıklarım benim izleyebildiklerim, onlarda, bu dizinin toplam üç, dört bölümünün; on, on beşer dakikalık bölümlerinden ibaret. 
Halbuki "Bizimkiler" dizisini üç yıl izlesem bu olayların çeyreği dahi olmazdı. 
Oysa şimdi yukarıda bahsettiğim dizi gibi onlarca dizi kiminde aynı tempoda kiminde ise daha da abartılı olarak, bir o kadar tv kanalında seyre sokuluyor ve her akşam oturup o sihirli kutunun başına, ağzımız açık seyrediyoruz bu masalsı ihanet dünyalarını.
Bu masalsı, bu erişilmez dünyalar hangi acılarımıza enjekte edilmiş ağrı kesiciler yada hangi yaramıza sus payı uyuşturucu kremler, ben asıl bunun üzerinde durmak istiyorum.
Bir bakalım:
Asgari ücrete % 3 artı 3 zam yapmayı planlayan asgari ücret tespit komisyonun önüne giden Dev Sağlık İş üyelerine biber gazı sıkılmış ama ülkedeki milyonlarca asgari ücretli ve eşleri muhtemelen şu konuyu tartışmışlardır o akşam; Bu zengin oğlandan hamile kalan kız babasının patronuyla evlendikten sonra zengin oğlanla karşılaşırsa ne yapsın? Kimi zengin oğlana geri dönsün çünkü ablası da zengin oğlanın zengin babasıyla barlarda takılmaktadır ve bu şekilde çifte düğün olur. Kimi ise kız kocasında kalsın, zira kocası da ziyadesiyle zengindir ve eldeki bulgur Dimyattaki pirinçten daha garantidir.
Milletvekillerinin aile hekimliklerine her başvurudan 3 TL alınması ile ilgili yasayı yaptıktan hemen sonra, gece yarısını biraz geçe, kendilerini kıyak emekli ettikleri bir günde de belki şu konuda kafa patlatıyor dur emekli karı kocalar; Ne olacak bu Kuzey'in hali, Güney'denmi esse daha iyi yoksa babasını mı dövse daha evla?
Bu kadar yoğun dizi trafiği altında nasıl etsek de kendi gündemimize yönelsek?
Bazı magazin haberlerin içine mi yedirsek emeğin gündemini...
Örnek; Manisa Turgutlu'da hırsızların lokantanın camını kırıp cacık çalmalarından bahisle Turgutlu Çal dağında yapılan çevre kıyımdan bahsetsek ilgi çeker mi acep...
Yada ne bileyim, Ankara havası bir klibin içine mi montajlasak, vekillere yapılan kıyak zammı ve aile hekimliğine konan katkı paylarını protesto etmek için meclise yürümek isteyen SES Ankara Şube üyelerinin önce önünün kesilip ardından da biber gazlı, coplu saldırıya uğrama görüntülerini... 
Keşan müftüsünün Noel Baba'ya ilişkin: "İyi adam olsa bacadan, pencereden girmez, kapıdan girerdi." demişliğine katılıyoruz ama gülmekten deyip sözü ticarileşen sağlığa getirsek ve kapıdan kovduğumuz özelleştirmelerin bacadan girdiğinden mi tellendirsek muhabbeti. ...
Ne yapsak ne etsek...
Ha bu arada 2012'den bir beklentim yok, 2011 kadar üzmesin yeter...
Sağlıcakla...

24 Aralık 2011 Cumartesi

Ya bügeleke kokum.

Bügelek dağından köyün üzerine doğan o kocaman dolunay, adeta gökyüzünde asılı duran bir tepsi gibi her yanı pirüpak anlatıyordu. 
İşte o gece ayın şavkı altındaki o köyün onlarca toprak evlerinden birinde bir ana "Ya bügeleke kokum."(1), dedi. "Tu zanena...(2)
... 
Kadın bir yandan oğlunun ateşini yokluyor bir yandan da dolunayın aydınlattığı Bügelek dağına bakıyor ve yalvarıyordu. 
- Ya bügeleke kokum. Sen oğlumu bana bağışla... 
...
Cam kenarına pekinin üstüne serilmiş döşekte yatan oğlan çocuğuna dokunmasaydınız anlayamazdınız annenin yalvarmalarına sebep hastalığı. Dokunduğunuzda ise; Eyvah... Bu çocuk yanıyor...
...
Akşamdan beri ne yaptıysa düşürememişti oğlunun ateşini ve korkuyordu.
Korkusu yersiz değildi. Tam dört çocuğu bu yüzden, titreye titreye erimiş gitmişlerdi. 
O günlerde köyün yaşlı kadınları bu hastalığa "Tıbıx boğması" demiş ve nefesi güçlü birinin okumasını tavsiye etmişlerdi. 
Öyle yaptılar hep. Ateşler içinde yanan küçücük çocukların üstünü örtüp başında kuran okuttular.  O anne tam dört kez  ateşler içinde ve üstü sıkı örtülü çocuklara uyanık kalındığı günlerin sabahında yorganların altında, haşlanmış çocuk ölüleriyle karşı karşıya kaldı. 
...
Ağladı, fiza etti. 
Artık bu teşhislere inanmıyordu. İnandığı tek yöntem vardı; çocukları suya koymak. 
Almancı bir akraba söylemişti. "Çocukları kimsenin boğduğu yok, sen üstlerini örtme suya koy ve korkma, demişti." O öneriyi dinlemiş ti. Böyle zamanlarda çocuğunun üstünü açıyor ve banyo ettiriyordu, banyodan sonra da ıslak bezlerle devam ediyordu tedaviye. İki çocuğunu bu sayede kurtarmıştı. 
...
Ama bu sefer banyo ve ıslak bez de fayda etmiyordu, çocuğu gözlerinin önünde eriyordu. İşte o anda ay ışığının aydınlattığı Bügelek dağına yöneldi ve tek umudu Bügeleğe yalvardı.
Ona öğretilen iki şey vardı birincisi çocuğun alınına ve eklem yerlerine ıslak bezler koymak ikincisi ve yıllardır her sohbette adı geçen ve belki ona göre en etkilisi olandı,  Bügeleğe yalvarmak...
...
Çocuğu için her iki bildiğini de eksiksiz yapıyor ve ağlıyordu. 
Dua ederken ağlamak yöre kadınları için gerekliydi. İnancı ve çaresizliği ifade ediyordu, sığınma haliydi onlardaki bu ağlamayla karışık dualar.
Sığınıyor ve diliyorlardı. 
...
Sığındı ve diledi.
...
Bügelek dağı o gece hiç olmadığı kadar aydınlık göründü gözüne. 
Ama Bügeleğin aydınlık hali bile içindeki sıkıntıyı tümüyle dağıtmaya yetmedi ve kendi kendini teskin etmek zorunda kaldı. 
-Bügelek gerçektir, dedi.  
-Bügeleğin sahipleri vardır. 
-Biz sahipsiz değiliz. 
-Bu oğlan sahipsiz değil. 
-Herşeyin olduğu gibi bizim de sahibimiz var.
...
Ya bügelek oğlumu bana bağışla üstüne kurbanla gelirim... 
...
Dağlar, taşlar, pirler, kokumlar sıma kes be vayir meke...(3)
...
Ya bügeleke kokum...tu zanena...


(1) Ya yaşlı bügelek.
(2) Sen bilirsin.
(3) Siz kimseyi sahipsiz koymayın.

6 Aralık 2011 Salı

Bir 21 Aralık sabahı ünlemesi...

Bir 21 Aralık sabahı ünlemesi...

-Huuu... Kız... Ayşaa...
-Buyur Iraz tezze.
-Gı nere gidivatın?
-Doktora...
-Böğün günlerden ne?
-Çarşambaa...
-Çarşambaa... E böğün Aralık 21 demi?
-He 21...
-Gı ben sana evvelsinde ne didim?
-...
-21 Aralık günü Grev va demedim mi?
-Dediiin..
-Ayşa beni günaha sokma... Madem dedim ne demeye doktora gidiyon? Böğün Grev va ya...
-Aman Iraz tezze beee, bu hemşerile, doktola ne çok Grev ediyola bee, ne vamış bu kaden Grev edcek?
-Ayşa bunlar baharınan ne didiydile? Sözlerimi geri alamaycen dimediler mi? Nisanın 19-20 sinde de Grev etmedile mi?
-Ettileee...
-Ettilede haklarını alabildile mi? Alamadıla... Hakla her gün daha kötü oluveriyomuş. Geçen eve kadar geldi bu kızanna bana bi bir bellettiler. Bak ne dedi çocom; o günden sonra hökümet meclis neyin boşvemiş, yetki almış, kendi bir bir kanun gibi kararneme çıkarıyomuş. Deprem oluyo hökümet bıradıveriyo depremi sağlık ilen ilgili kararnameler çızıktırıyomuş. Geceleyin bilmem kaçta çıkarmışla en son kararnameyi habarın vamı?
-Yoo ne devatılamış ki kararnemede?
- Bütün hastaneleri aynı şu sahildeki oteller gibi ayırıyolamış. Kimine A deyolamış, kimine B, kiminleyin C, D, E... öyle gidiyomuş. Nasıl beş yıldızlı oteller va, dört yıldızlı, sona Ahmatın pansiyonu va ya sahilde, onun kibi.
-Noolcamış ki?
- Parası olan ey hastanaya, olmayan Ahmatın pansiyona deyivicelemiş. Ahmatın pansiyonu o koca koca otellerle bir mi?
-Deel elbet...
- Hastanaları zenginler işletecek, bu hemşerile, doktolada onların emrinde olucamış. Gari vatandaştan ne kadar yolunu ise o kadar para alıcekle miş.
- Iraz deyze kötü olu be öyle.... Parası olan ey tedavi olacak, fakır avucunu mu yalıycek yani?
- Kızanna eyle dedi... Emmin pek inanmadı, emme ben inandım. Bak yabancı dokto, yabancı hemşerile de geticeklermiş.
-Aboo tezze biz yabancı dil neyin bilmeyiz. Kı bizim halımızdan İstanbul'lu Doktorlar zor annayıveriyo yabancı doktor ne anlayacak. Kı geçen Halis doktora "barnağım acıyıvatı" deyonda, Şazimetin kızı yok mu orada hemşeri ona soruyo, bu ne deyo diye... Koskoca doktor olmuş "barnağı" bilmeyero...
-Ayşa, doktor nerden bilecek senin kırlı kibin konuşmanı?
...
- E Iraz tezze daha neye Grev edivatılarmış bu hemşirele, kızanna ne anlattılar sana, hel bi yol deyi vede bilem...
- Gı sadece doktorla, hemşerile deel, örtmenlede Greve gidip durumuş...
-Onların derdi neymiş ki?
- Bunlar hepsi bi konfederansonmu neymiş ona üyelemiş. Doktola, ebele, örtmenle, ivergi memurlaı, belediyede çalışan Hüsen, hepicezi... KESK'mi ne deyivatıla adına, o na üyelermiş işte. Bu Grevide KESK karar almış... Okullarda, hastanelerde para alınmasın, vergi adaletli toplansın, hepsi birden kadrolu çalışsın isterlemiş. İşten atılmasınna, zorunan tayinleri çıkmasın derlemiş. Bunların KESK'inin başkanıynan daha bi sürü yöneticisi dama atılcemiş. Bunla hökümata garşı gelivatıla ya, hökümatta bunları türlü oyunna dama atıveriyomuş. İşte onuda deyivedi kızanna..
-E Iraz tezze, hadi madem bana gidemde bi kahve ediveren sana...
-Kı heç demiycen zannettiydim, gavurun kızı seneee...
Sağlıcakla...

28 Kasım 2011 Pazartesi

Van-seremos

GSM şirketlerinden birinin reklam sloganı; Hayat …..’a güzel…

Ben bu sloganı şöyle adapte ettim. Hayat gündemde kalabilene güzel…

Gündem nasıl belirleniyor hepimiz biliyoruz. Başbakan bakıyor o hafta tartışılan konulara ve bir seçim yapıyor. Seçtiklerini Salı konuşmasında dillendiriyor. Ancak esas tartışılmasını istediği haberi ya göz yaşları içerisinde yada büyük bir vicdan sahibi edasıyla, kimi zaman şiirlerle tebliğ ediyor kamuoyuna, bizde alıyoruz esas konuyu ve tartışıyoruz.

Diyelim bir konu gündeme oturdu ve başbakan o konunun tartışılmasını istemiyor şöyle buyuruyor; Bu konu gündemimizde yok. Öyle ki bazen bir konuyu bir bakan tarih vererek gündeme taşısa bile, başbakan; Bu konu gündemimize asla gelmemiştir, diyor ve konu oracıkta kapanıveriyor.

İşte böyle.

Başbakanın son vicdan sızlatan gündemi ise Dersim.

Son günlerde gazetelerin köşeleri, televizyonun tartışılan programları internet yorumları hep bu konu üzre...

Açın bakın her kanalda birkaç tarihçi, birkaç araştırmacı; Dersim diyorlar... Biri “bakın enteresan bi şey var” der demez, diğerlerinde “evet o konu öyle” havası... "Çok bilindik şeyler bunlar" der gibi… (Meğer herkes her şeyi biliyormuş ta salağa yatıyormuş…)

...

Gündemdeki konuları belirleyenler hangi gündemleri gözlerden ırak ediyorlar?

İlk aklıma gelenleri sayayım.

Kamu Hastaneleri ticarileşiyor. Sağlık emekçileri ayakta, İstanbul’da uyarı grevleri başladı bile.

Gerze, Hopa, tutuklu milletvekilleri, uzun tutukluluklar, deniz feneri davası, kadına yönelen şiddet ve NÇ davasının Yargıtay da onaylanması, Sivas katliamından aranan(!) sanıkların evinde eceliyle ölüyor olması, Eğitimde ticarileşme, adam kayırmacılık, kadrolaşma ve Van…

...

Van...

Dersim tartışmalarının altında ezilen Van…

Bir ay oldu Van depremi olalı. O günden bu yana beşik gibi sallanmakta Van.

Van’lılar aç ve açıkta…

Van’lılar üşüyor…

Bir Dersim’li olarak elbette bende Dersim olaylarının konuşulmasından yanayım, bende istiyorum yaralar sarılsın, yas tutulsun, hatta özür bile dilensin.

Hem de “gerekirse” nin arkasına gizlenmeden…

Bir Dersim’liyi, Dersim ile vurma hesabı gütmeden…

Ders vermek için değil ders almak için konuşulsun Dersim…

İyi hoşta ya Van?

Orada soğuktan ölen bebeler ne olacak?

Bakın bir ay oldu, dile kolay bir ay…

Öyle doğal gazlı, sobalı, korunaklı evlerde geçen bir aydan bahsetmiyorum, Van’da geçen bir aydan…

Ne farkı var demeyin.

Einstein’in zamanın göreceliği kavramını hatırlayalım.

Hani bir kafe de sevgilinizle sohbet ediyorsanız zamanın nasıl geçtiğine şaştığınızı ama yanan bir sobanın üzerinde bir dakika oturmaya kalktığınızda o bir dakikanın nasıl geçmek bilmediğini…

Hatırladınız mı?

İşte Van’da zaman durmuş durumda, şartlar kötü, hava soğuk, ihtiyaçlar giderilemiyor.

Bakın SES ve TTB’nin yayınladığı Van birinci ay raporunda ne diyor?

“Deprem bölgesine yardım ülke çapında sürmektedir. Yardımlar çadır kentlerde kalanlara gereksinimlere göre kısmen adil şekilde sürmektedir. Ancak Van’da kaldığı söylenen yaklaşık 100.000 kişiden sadece yaklaşık 18.000’i bu dağıtımlardan yararlanmaktadır. Nüfusun geri kalan 83 000’i yer olmaması ya da evlerinden uzaklaşmak istememeleri nedeniyle çadır kentlerde barınamamaktadır. Ancak hem çadır, konteynır vb. barınma hem de beslenme ve diğer gereksinimleri düzenli şekilde sağlanamamaktadır. Halen kışlık giysisi olmayan, düzenli yemeğe ulaşamayan ve temel hijyen gereksinimlerini karşılayamayan çok büyük bir nüfus vardır.”

Bu cümlelerde anlatılanın yanında birde anlatılamayanları düşünün. Hani şairin dediği üzre “kelimelerin kifayetsiz kaldığı anları”…

Soğukta ölen bebekleri…

Çorba alabilmek için elinde tencerelerle bir birini ittiren çocukları…

Ah Van Ahhh…

Depremden sonra evimizden yolladığımız bir koliyle vicdanlarımızı tamir ederek, gündemin altında ezim ezim ezdiğimiz Van…

Dağıldım ve yazıyı bağlayamıyorum. Olsun bu yazıda bırakalım bağlanmadan kalsın, tıpkı Van ve Vanlılar gibi açıkta…

Sağlıcakla…

25 Kasım 2011 Cuma

Manisa Belediyesi Kadın Dostu mu?


Manisa belediyesi bir büyük başarının daha altına imza atmış ve su faturalarına “Kadına Şiddete Hayır.” diye not düşürmüş.

Kent Konseyi Kadın Meclisinden gelmiş bu öneri.

Küçümsemek için yazmıyorum bence iyi bir adım, ama yetmez.

Sorun, kadına yönelik şiddet.

Soruna ilişkin birkaç soru soralım.

Kadına yönelik şiddetin sebepleri neler?

Kadına yönelen bu şiddetle nasıl mücadele edilebilir?

İşte iki soru ve cevap bulmak sormak kadar kolay değil.

Ne yapacağız?

Sorunu tespit edeceğiz. Sebeplerini araştıracağız ve çözüme ilişkin bir yol haritası oluşturacağız.

Sorunu tespit etmişiz, güzel.

Sebeplerini araştırmış mıyız?

Hayır...

Örneğin Manisa Belediyesi Üniversiteden destek alarak bir veri çalışması başlatmış mı?

Yok.

Ne yapmış?

Su faturalarına en çok erkekler bakıyor, e o halde su faturalarına “Kadına Şiddete Hayır.” yazarız, erkeklerde okur, olur sana iş...

Yapmayın, etmeyin. Kadına şiddet uygulayan kaç erkek bunu kabul ediyor ki?

Sorun bakın ne diyecek; Ama hak etti ile başlayan ve neredeyse iyi ki dövmüşsün denmesi beklentisi içinde, bi yığın mazeret sunacak ve onaylamanız için yüzünüze bön bön bakacaktır.

İşte o bönlüğün ve bilinçaltının nedenine inmek gerek.

Kim inecek?

Yetişmiş insanlar, bilim insanları, duyarlı kişiler, kadınlar…

İlk aklıma geldiği için söylüyorum; Kemal Çamlıoğlu gibi hem üniversitede olan hem şehrin sabahında akşamında içinde olan bir kişiye bu görev verilebilir.

Kabul edermi bilmem, ama ederse değer katar, yol açar…

Denebilir ki; Bu konuda bir ekip oluştur, bilimsel bir veri çalışması yap, bu konuda yapılmış araştırmaları tara ve bize sorunu tespit eden ve çözüm önerilerini içeren bir rapor yaz.

Yazar mı?

En alasını yazar.

Başka illere işte o zaman örnek olabiliriz.

Siz Kemal Çamlıoğlu’nu beğenmiyorsanız başka bir kişi bulun yeter ki niyeti olsun oda üç aşağı beş yukarı benzer sonuçlara ulaşacaktır.

Sonra?

İşte dananın kuyruğu bu "sonra" da kopacak.

Neden?

Çünkü çözüm önerileri için bütçe ayırmanız gerekecek de ondan...

Kadınlara yalnız değilsiniz, şiddete sessiz kalmayın’ı hissettirecek, kadın konuk evleri açmanız gerekecek.

Konuk evleri ama ışığı hiç sönmeyen ve başvuran kadını başının üstünde taşıyacak bir kurum olmalı, bu evler.

Bu durum o bön bön bakan erkeklere de bir mesaj verir, işte o zaman kadının çaresiz olmadığını düşünür ve bunun korkusu düşer içine.

Ha bunun yanında da yazın su faturasına; Kadına Şiddete Hayır! ve ekleyin kadın konuk evinin acil telefonunu aynı yazının altına…

Yetmez.

Hafsa Sultan Mahallesinin o sokağının adına orada sırtından bıçaklanarak öldürülen o kadının adını verin.

Sonra ilk okullardan başlayarak kadın erkek eşitliği ile ilgili sunumlar yapılsın, belediye şehir tiyatrosu bu konuyu işleyen çocuk oyunları sergilesin aynı zamanda…

İşte o vakit çıkın basın kuruluşlarının karşısına ve deyin ki; Biz kadın hakları konusunda duyarlı bir belediyeyiz.

Ha bide sizin deyiminizle söyleyeyim; İşte bundan sonra ister su faturasına ister "Manisa’nın en çok ziyaret edilen kurumsal web sitesine" yazın, böbürlene böbürlene…

Olur mu?

Bence olur.

Yapılırsa olur…

Sağlıcakla…

23 Kasım 2011 Çarşamba

SGK’ya sordum “Kalın-Lan-D” dedi.


İkibindokuz yılı mart ayı idi.

Zamanın maliye bakanı Kemal Unakıtan hastalanmış ve by-pass ameliyatı gerekmişti.

Aynı günlerde Unakıtan ailesi içinde bir tartışma başlamış ve Türkiye mi, ABD Cleveland mı deyi kara kara düşünmüşler idi.

Sayın maliye bakanının eşi, işin içinden çıkamayınca “Rabbine sormuş” Rabbi de "ABD Cleveland" demiş ve konu çözülmüştü.

Hikâyenin bundan sonrasını hatırlatmaya lüzum yok ameliyat başarılı geçmiş ve Sayın Unakıtan sağ salim dönüvermişti aramıza…

...

O günlerin maliye bakanının da içinde olduğu ve halen devam eden sağlıkta dönüşüm programı epey yol aldı ve bu günlerde final sahneleri kapalı gişe... Öyle ki şimdiler de hükümet kanun çıkarmayla bile uğraşmıyor Kanun Hükmünde Kararnameler marifetiyle reformlara gark ediyorlar biz sevgili kullarını.



Ne olacak?



Eğer, bir kaç kez olduğu gibi, ertelenmezse 2012 yılı Ocak ayında büyük yeniliklerle(!) ve müjdelerle(!), son sahnesi oynanacak ve bizler sonu kavuşamamak olan, hüzünlü bir aşk filminden çıkan kişiler gibi dolaşacağız hastane koridorlarında...



Yani sağlıkta dönüşümün gerçek yüzü ortaya çıkacak.



İnsanlar bunca dolaylı- dolaysız vergiye rağmen Genel Sağlık Sigortası (GSS) çatısı altına giremeyecek ve GSS vergisi ödemek zorunda kalacak. On milyon yeşil kartlı bir anda dört milyona düşecek.

Hastaneler Kamu Hastaneler Birliğine devrolacak; ticarethaneleşecek ve sınıflandırılacak.



A grubu hastaneler, B grubu, C, D ve en sonunda da E grubu hastaneler olacak.

Her hastanenin, aynı otellerin yıldızları gibi, kaliteleri olacak...

A grubu hastanelerde en kaliteli hizmetler en iyi ekiple sunulurken E grubu hastanelerde hastalara "E...e...e.e" denerek tedavi imkânı sağlanacak...

Birinci basamak sağlık kuruluşları yani aile hekimlerine gitmek parayla, 3 TL şimdilik, ayrılmak ise sevkle mümkün olacak. Aile hekimi sevk ederse bir üst kuruluşa yani hastaneye gidilebilecek.



Öyle; "Doktorum ben Rabbime sordum A grubu hastane dedi..." sözleri fazla itibar görmeyecek. Çünkü aile doktoru da sevk oranları arttıkça parasal kayba uğrayacağından pek hevesli olmayacak sizi, E grubu da olsa bir hastaneye sevk etmek için...

Oda "SGK'ya sordum kalın-land dedi." diyiverecek.



Diyelim aile doktorunun muayene kuyruğu ve SGK sı üstelik 3 lira verilerek aşıldı. O vakit hemen hastane katkı payı hışırdayacak, 8 TL şimdilik...

Oda mühim değil, “Her şeyin başı sağlık.” derseniz eczanede ilaç katkı payı, ödeme dışı ilaç vb. konular gündeme getirilecek.



“Yurttaşımız cevvaldir.” tüm bu engelleri aşar derseniz o vakit SGK yıl sonunda bakacak; "Yurttaş cevval çıktı. Her şeye rağmen sağlık hizmeti alabildi ve sağlık giderleri arttı. O zaman GSS primini arttıralım ki zarar etmeyelim.” diyecek veya Temel Teminat Paketinin(TTP) içeriğini daraltacak.



TTP ne ola ki diyenlere açıklayalım. SGK'nın belirlediği ve minimum GSS primi karşılığında alabileceğiniz sağlık hizmetlerini kapsar. Tıpkı araçlara yapılan zorunlu trafik sigortası gibi...



Vatandaş araçları için ne yapıyor? Zorunlu trafik sigortası yanında kasko da yaptırıyor. Neden? Tüm kazalarda güvenceli olabilmek için.

İşte sağlıkta da bu TTP'nin kapsamı daraldıkça vatandaş özel sigorta kuruluşlarına yönelecek.

Yetecek mi?

Göreceğiz.

İsterseniz bu akşam uyurken de olsa Rabbimize soralım.

Sağlıcakla...

18 Kasım 2011 Cuma

AYAĞIMDA POTİN, YANDAŞ MI SANDIN?

Şu cep telefonları hayatımıza girdiğinden bu yana nasıl desem, hayat hem daha bir kolaylaştı hem de kimileyin daha bir çekilmez...

Düşünün dağın başında arabanız arızalandı, arayın gelsin; kurtarıcı, yol yardımı, akraba desteği…

Ne güzel.

Ya da eşinizle sürekli irtibat kurun, çocuğunuzla, akraba ve arkadaşlarınızla, o da güzel…

...

Ama ya mesajlara ve "fırsat" telefonlarına ne demeli?

Tam çıldırtmalık.



Öyle ki gülmekten veya sinir sarsılmasından çıldırabilirsiniz.



Sinir sarsılması da ne ola ki demeyin. Önemlidir. Bi mesaj gelir sarsılırsınız en katı sandığınız mantığınızdan.



Bakın son gelen mesaj şöyle; UCRETSİZ Cep telefonu kazandiniz hediyenin fiyati (200 TL) UCRETSİZ Hediyenizini alın ve elektrik indirim saglayacak cihazinizi almayi unutmayin. 0212xxxxxxxHACEL…

Mesajı okuduktan sonra hafiften bir sıyırma halleri gelişince, rahatlayayım diye, açtım youtubeyi Nursaç Doğanışık’tan “HACEL Obasını Engin mi Sandın?”ı dinlemeye başladım.

Başka türlü “ÜCRETSİZ kazanılan cep telefonun fiyatının 200 TL olması” konusunu kaldırabilemezdim. Belki böyle durumlarda bir büyüğe de danışmak gerekirdi ama o konuyu es geçiyorum bu aralar, malum onunda fiyatları güncellendi…

Diyelim bu mevzuyu hafiften yerli yerine koydum, ardından gelen elektrik indirim sağlayacak cihazımı, nasıl olacakta almayı, unutmayacaktım?

Of of…

Ne diyor Nursaç Hanım türküde; Hacel Obasını Engin mi Sandın? Ayağımda potin zengin mi sandın?”

Tam türkünün bu mısrasını dinlerken zırt telefon…

Telefonun ucunda bir hanım efendi, kim olduğumu doğrulattıktan sonra, hani çok meşhur olan ve önünden geçerken bile salâvat getirdiğimiz otellerden birinden aradığını ifade etti.

Ben du bakalım ne deyivecek diye dinlerken, hanfendi başladı cazip tatil seçeneklerinden bahsetmeye.

Malum önümüz mübarek kurban bayramı…

Konuşuyor, konuşuyor, öyle bir lisanımünasiple giriyor ki konuya, sanki UCRETSİZ cep telefonu satıyor 200 TL ye de, yanında da elektrik indirim cihazı almayı unutmayacağız.

Tatil seçenekleri o kadar cazipmiş ki, geceliği sadece bilmem kaç yüz euroymuş.

Vay babam vay…

Hanfendi, dedim.

Ama hanım kız hiç oralı değil o ezberletilen metinden, okuyor da okuyor.

Tekrardan girdim söze, hanfendi, hanım efendi…

Neyse sonunda, canlı yayın bağlantılarında Birant’ın yaşadığı gecikme benzeri bir “buyurun” deyiverdi.

Estafürullah dedim, ne buyurması, asıl siz buyurun da ben sizi boşuna yormaktan imtina ettiğimden ötürü sözünüzü kestim.

Hanım efendi de yok efendim siz buyrun demesin mi. Dedim kesin bi yanlışlık var, du bakalım, hakkımızda hayırlısı.

Hanfendi ben bir kamu çalışanıyım sizin çok cazip diye bahsettiğiniz o tatiller benim için bir fırsat teşkil etmez aksine bir hayal olur, dedim.

Hanefendi de yanlış aradığını hafiften çaktı ve siz SES Manisa Şube Başkanı şu kişi değil misiniz, diye sordu. Övünmek gibi olmasın bir vakitler öyleydim ama görevim bitti. Ayrıca bitmemiş olsaydı da durum değişmezdi.

Hafiften bir suskunluktan anladım ki bu hanım kız, bir sendika başkanının nasıl olurda “şu kadarcık euroluk” tatillerimizi fırsat olarak değerlendirmez kısmında hazım sorunu çekiyor.

Verdim bilgiyi.

Hanım efendi ben KESK’e bağlı SES’in Manisa Şubesinin başkanıydım doğru ancak sizin zannettiğiniz gibi bir gelirim ne başkanken nede şimdi hiç olmadı. Şu andaki başkanımızın da yok.

Bizim sendikalarda sendika başkanı oluruz ama ayrıca bir gelir elde etmeyiz. Biz herhangi bir kamu çalışanının işini yapar ve o kadar gelir elde ederiz. Bu işten yani sendikacılıktan herhangi bir gelir elde etmeyiz. Dolayısıyla sizin tatilleriniz nasıl bir hemşire veya öğretmene fırsat olamıyorsa bana da fırsat olamaz.

Yani sözün özü hanfendi, ben ve benim gibiler ücretsiz cep telefonu kazandığımızla ilgili mesaj aldığımızda dahi “ücretsiz cep telefonunun fiyatı” diye bir parantez içi notu ile bilgilendiriliriz.

Siz bizi yandaş ve patron dostu sendikalarla karıştırmayın.

Biz KESK ve bağlı sendikaların yöneticileri emekçiye dost, yandaşlığa düşmanızdır.

Alo hanfendi hatta mısınız?

Kapatmış…

Sağlıcakla…

12 Kasım 2011 Cumartesi

''Sağlıkta yeni dönem'' Masalları

Aile hekimlerine kanser eğitimi verilmiş.

İsabet olmuş zira sevk zinciri gelirse bu eğitime bayağı ihtiyaç duyacaklar.

Çalışma bakanının açıklamalarını duydunuz.

Ne diyor sayın bakan?

“Sağlıkta yeni dönem…”

Nasıl olacak o?

Şöyle olacak.

Hasta evvela aile hekimine gidecek, aile hekimi gerek görürse hastaneye sevk edecek.

Bu kadar basit…

Şimdi bi bakalım bu kadar basit mi?

Bir aile hekiminde ortalama 3500 kişi kayıtlı, bir hastanın yılda ortalama 4-5 başvuru yaptığını var sayalım.

Bu, yılda 17.500 hasta muayenesi demek.

Bayramı, yıllık izni, hastalığı, hafta sonu derken yılda 200 mesai günü işe gelecek bir doktor her gün ortalama; 17500/200=87,5 hasta yapar.

Yani bir günde 87 buçuk hasta muayene edecek.

Yedi buçuğu boş verelim hesaplaması zor olabilir çünkü.

Bir günde 480 dakika var.

Doktor, ne kadar motivasyonu yüksek olursa olsun, bunun ancak 400 dakikasını muayeneye ayırabilir.

400 dakika böl 80’e etimi 5…

Nasıl beş?

Kabak gibi 5.

Yani bir hastaya 5 dakika ayıracak.

Sadece hasta kaydının iki dakika sürdüğü, hoş geldin, geçmiş bayramın mübarek olsun vb sohbetleri saymazsak muayeneye 3 dakika kalıyor.

Bu arada gebe takipleri, bebek takipleri, bulaşıcı hasta takipleri vs hariç…



Demek ki neymiş?

Doktorlara kanser eğitimi şartmış.

Peki, yıllardır her karnı ağrıdığında, sivilcesi azdığında profesöre giden, sabah programlarından uzman doktor olanlar bu muayeneden hoşnut kalacak mı?

Ne diyor Çalışma Bakanı; “Vatandaş kendi hastalığı hakkında kendisi teşhis koyup aile hekimine değil de devlet ya da üniversite hastanesindeki bir profesöre gitmesi gerektiğine karar veriyor. Yani hasta kendi kendini sevk ediyor. Hastanın bu tercihi sisteme maliyet yüklüyor.”

Hasta niye mahallesindeki hem de ücretsiz, hem de sevk zorunluluğu olmadığı için yoğun olmayan aile hekimine gitmiyor da devlet, özel yada üniversite hastanesine gidiyor?

Cevap çok basit aile hekimlerinin çoğu pratisyen…

Yıllardır her önüne gelen pratisyenleri itibarsızlaştırmak için elinden geleni yaptı.

Evinde oturan ilkokul mezunu Ayşe teyze, pratisyen doktor olan komşusunun oğluna pencereden sarkarak sordu.

—Hu evladım. Sen Naile’nin oğlu değil misin?

—Evet, Ayşe teyze ben Naile’nin oğlu Nail’im.

— Aman oğlum maşallah kocaman olmuşsun. Ne okudun sen oğlum.

—Tıp okudum teyze. Doktorum ben.

—Ya ne doktoru?

—Pratisyen…

—Uzman olamadın mı?

— Yok, teyze ben Pratisyen Doktorum.

—Yazık. Pek de gürbüz oğlan. Uzman olamamış. Cık cık cık…



Bu muhabbetler o kadar can sıkıcı oldu ki bazı pratisyen doktorlar kendilerine uzmanlık uydurdu. “Genel tababet uzmanıyım.” dediler mahalle aralarında, illa sonuna koydular uzman lafını.



Şimdi o teyze gelecek, o doktorun kapısında bir buçuk saat sıra bekleyecek, yetmedi kendisine 3–4 dakika ayırarak teşhis koymaya çalışan o doktora güvenecek ve tedavi olacak.

İşte size sağlıkta yeni dönem…

Yersen…

Sağlıcakla…

4 Kasım 2011 Cuma

Manisa'da bir YÖK protestosu oldu. Takke düştü kel bir kez daha göründü…


2 Kasım 2011 günü Manisa’da, Uluparktan Manolya meydanına yürünerek basın açıklaması yapıldı. Basın açıklaması sonrası konu basına yansıyacak ve normal şartlar altında şöyle bir haber okuyacaktık.

“Manisa Tabip Odası Tıp Öğrencileri Kolu (TÖK) ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi ÖDP Gençlerinin çağrısı üzerine Uluparkta yaklaşık 80 kişi toplandı.

Eylem her yıl, YÖK'ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım'da yapılırken, bu yıl 6 Kasım'ın kurban bayramına gelmesi dolayısıyla tüm ülkede eşgüdümlü olarak 2 Kasımda yapıldı.

Eyleme ÖDP, TKP, BDP, CHP gibi siyasi partilerin yanı sıra KESK'e bağlı Eğitim Sen ve SES gibi kamu sendikaları da destek verdi.

Eylem sırasında basın bülteni isteyen muhabirle eylemciler arasında bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığı anlaşılan bir tartışma yaşandı.

Bir tartışmanın da polisin yoldan yürünmesine izin vermemesi nedeniyle yaşandığı ancak eylemin sorunsuz bittiği bildirildi.

Ulupark önünde toplanarak başlayan eylemde “Üniversiteler Bizimdir! Sesini Birleştir! Gücünü kullan! ” yazılı pankart açıldı. Basın açıklamasını okuyan Gençlik Muhalefeti Üyesi Çağla Pirim “Müşteri olarak görülen öğrencilere üniversite yönetimlerinde hiçbir söz hakkı tanınmamaktadır. Göstermelik ÖTK’lar la sözde öğrenci temsilcileri seçilirken, öğrencilerin gerçekten söz ve karar hakkı talep ettiği her türlü çaba polis-soruşturma baskısıyla susturulmaya çalışılmaktadır” dedi.”

Haberin bu şekilde olması beklentisi vardı.

Ama bakın neler oldu.

Hür Işık, Manşet, Güne Bakış, Denge, Haber ve Yarın olmak üzere tam altı gazetede haber bakın nasıl yer buldu.

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Bu altı gazete de söz konusu haberin içeriğine dahi değinmeden, tamamıyla yanlı ve tek klavyeden çıkmış bir haberi Manisa kamuoyuna sundular.

Tek ağızdan, hatalarla yüklü, bilgi yanlışları ve içinde vurun abalıya mantığından öte bir amaç olmayan çok kötü bir yayıncılık örneği gösterdiler.

Bu haberleri gazetelerine yakıştıran genel yayın yönetmenleri ve yazı işleri müdürleri bu yazıyı dikkatle okumalıdırlar.

Gelelim haberlerin işlenişine ve bilgi yanlışlarına...

Hür Işık Gazetesi;

Gazete söz konusu haberi; "Bunlarda Öğrenci!!!" başlğıyla duyurmuş. Konulan resimde ise ÖDP İl Başkanı Fadıl Gezen ve Gençlik Muahalefeti üyesi bir öğrenci var. Resim de ÖDP İl Başkanı Fadıl Gezen az önce basınla yaşanan gerginliği gidermeye çalışıyor.

Kusura bakmayın, diyor yani.

Haber içinden haber çıkarmayın diyor.

Biz bu gün YÖK'ü protesto için geldik arkadaşlar, haberin konusu bu, diyor.

Ama bu söylemin tersi yapılmış.

Fadıl Gezen; "Keşke haber içinden haber çıkarmayın demeseydim, belki ben deyince akıllarına geldi." diyor.

Haberin alt başlığı; "6 Kasım’ın Kurban Bayramı’na denk gelmesinden dolayı YÖK’ün kuruluşunu kutlamak yerine protesto eden...

Doğrusu: "YÖK’ün kuruluşunu kutlamak yerine protesto eden..." ne demek YÖK'ün kuruluşu kutlanacak bir şey mi?

YÖK kurulduğundan beri her 6 Kasım'da protesto edilir.

Son yıllarda ise bu fikir iyice sahiplenildi.

Çünkü YÖK; antidemoktarik uygulamalarıyla üniversite öğrencilerini, öğretim üyelerini, yine bu öğrenci ve hocaların ailelerini mağdur etmiştir.

Çünkü YÖK; bu günkü kısmışlığımızın, sessizliğimizin en baş sorumlularındandır.

O nedenle protesto edilir.

Haber: "ÖDP’ye bağlı Tıp Öğrenciler Kurulu (TÖK) ve Gençlik Muhalefeti üyesi yaklaşık 10 öğrenci..." (bu cümleler; Hür Işık, Yarın Gazetesi, Güne Bakış, Manşet, Denge ve Manisa Haber Gazetelerinde ortak… Yani kopyala-yapıştır.)

Doğrusu: TÖK ÖDP'ye bağlı değildir. Manisa Tabip Odası tıp öğrencileri koludur. Hiçbir şey bilmiyorsanız googleye TÖK yazın karşınıza 139.000.000 sonuç çıkar birinci sonuçta da koca koca “TTB Tıp Öğrencileri Kolu (TTB-TÖK) - TÖK HA..” yazısı vardır. Ayrıca o gün dağıtılan bildirinin altında da TÖK’ün logosu vardır ve logonun içeriğinde de Manisa Tabip Odası Tıp Öğrencileri Kolu diye yazar.

Esasında Gençlik Muhalefeti de ÖDP’ye bağlı değildir. Gençlik Muhalefeti ÖDP içinde faaliyet yürüten gençliğin kendi alan örgütlenmesidir. Yani ÖDP gibi partilerde astlık, üstlük, bağlılık kavramı olmadığından herkes kendi alanında örgütlenir ve neredeyse bağımsız hareket eder. Sadece resmi işlemlerin takibini ÖDP yapar. Emniyete başvuru gibi…

Haber: “yaklaşık 10 öğrenci Ulupark’tan Manolya Meydanı’na yürüdü." (bu cümle de; Hür Işık, Yarın Gazetesi, Güne Bakış, Manşet, Denge ve Manisa Haber Gazetelerinde ortak… Kopyala-yapıştır.)

Doğrusu: Eyleme katılan 80 civarında kişinin kaçının öğrenci olduğu nasıl tespit edildi? YÖK’ü protesto edenler hepimiz öğrenciyiz de demiyor. Ayrıca bunun böyle olmadığı Manşet gazetesinin kullandığı resimde ayan beyan ortada.

Haber: Gençlik Muhalefeti temsilcisi Candeğer Delen, o anda görevini yapmakta olan Haber Gazetesi muhabiri Osman Uyanık’a bülten vermek yerine, ‘Yürü git buradan’ diyerek karşı geldi.” ( Bu cümlelerde neredeyse aynı olmak üzere Hür Işık, Yarın Gazetesi, Güne Bakış, ve Manisa Haber Gazetelerinde ortak… Kopyala-yapıştır.)

Yorumum: Ben burada şunu sormak istiyorum. Haber Gazetesi Muhabiri Osman Uyanık ile Candeğer Delen arasında gergin bir konuşma geçtiği kesin ama bu konuşmanın gerginliği haber konusu edilirken, basın açıklamasının içeriğine neden hiç girilmiyor. Tartışmayı yaşayan iki kişi açıklamaya katılan 80 kişi.

Sonra orada bir açıklama yapılıyor açıklamada ne denilmiş?

Varsayalım bir okur bu haberi okuduktan sonra; “E peki açıklamada ne demişler?” diye soramaz mı?

Peki, nerede kaldı halkın haber alma özgürlüğü?

Bir muhabirle bir eylemci arasındaki tartışma, araya insanlar girdikten sonra ve hatta “Arkadaşlar haber içinden haber çıkarmayın.” denmesine rağmen, nasıl oluyor da, altı gazete de birden, aynı dille, kopyala yapıştır tarzı haber oluyor?

Bu her ne kadar mesleki dayanışma olarak açıklanmaya çalışılsa da bence hatalı ve abartılı bir tarzdır.

Bu “Ben basınım seni böyle zora sokarım.” demektir.

Bu en hafifinden görevini kötüye kullanmaktır.

Olmaz.

Haber: Ulupark dolmuş durakları önünde bir araya gelen eylemcilere ÖDP Manisa İl Başkanı Fadıl Gezen, TKP Manisa İl Başkanı Ahmet Çınar.......KESK ve diğer sol sendika temsilcileri destek verdi. ( Bu cümlelerde neredeyse aynı olmak üzere Hür Işık, Yarın Gazetesi, Güne Bakış, Denge ve Manisa Haber Gazetelerinde ortak… Kopyala-yapıştır.)

Doğrusu:. Ahmet Çınar ‘ı aradım, sordum. TKP İl Başkanımı oldun? diye. Hayır, dedi. TKP üyesiyim. İl Başkanı değilim, dedi. Bu altı gazetenin hiç biri bunu merak etmemiş. Kim bilir belki haberi bile okumadan yapıştırdılar.


“KESK ve diğer sol sendika temsilcileri destek verdi.”

Bu cümlenin neresini düzelteceğimi ise şaşırdım.

Sol sendika diye bir kavram yoktur.

KESK diye bir sendika da yoktur.

KESK; Eğitim Sen, SES, BES gibi 11 sendikanın üye olduğu bir konfederasyondur.

Haberin bundan sonrası tamamıyla kopyala yapıştır. Aynen aktarıyorum;

"Ulupark’ta toplanan eylemci gurup Doğu Caddesi’nde ters istikametten akan trafiğe rağmen yürümek isteyince polis engeline takıldı. ‘Lütfen, rica ediyoruz kaldırımdan yürüyün. Akan trafiği tehlikeye sokuyorsunuz. Hastası olan vardır, acil işi olan vardır onları engellemeye kimsenin hakkı yok. Aracıyla buradan geçenlerden biri sizlerde olabilirdiniz’ sözlerine eylemde öğrencilerin sadece yanında olduklarını, onları yönlendirmediklerini savunan ÖDP Manisa İl Başkanı Fadıl Gezen tepki göstererek, “Kaldırımdaki ağaçlar yürüyüşümüzü engelliyor. O yüzden bizler de yoldan yürümek istiyoruz” dedi. Eylemci gurup daha sonra polisin uyarılarına rağmen Doğu Caddesi’ndeki akan trafiğe aldırış etmeden Manolya Meydanı’na kadar sloganlar atarak yürüdü.

http://www.manisagunebakis.com/haber_detay.asp?haberID=933

http://www.manisahabergazetesi.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=6426:haber2&catid=35:haberler

http://www.manisahurisik.com/haber.php?haber_id=8430

http://www.gazeteyarin.com/manset/yok%E2%80%99u-protesto-eylemi-amacindan-sapti.html

Denge gazetesinin web sayfasından link alamadım ancak ilgili günün gazetesi bulunup okunabilir.

Manşet gazetesi de haberi web sayfasına henüz koymamıştı oda gazeteden okunabilir.

Sonuç:

Böyle gazetecilik olmaz.

Ahmet ÇINAR’ın dediği gibi MSN gazeteciliği derler buna, yapmayın, yapmayın, yapmayın…

Bakın ne diyor Ahmet Çınar 25 Şubat 2011 tarihinde Manisa Manşet Gazetesinde Çıkan "Hem kelek hem dümbelek!" adlı yazısında; "Bir muhabir habere gidip haberi yazıyor. O haberi ve fotoğrafını MSN’den diğer muhabir arkadaşlarına servis ediyor. Ertesi gün tüm gazetelerde aynı metin ve aynı fotoğraf, aynı anlatım bozuklukları ve yazım hatalarıyla huzurlarınızda!" http://manisamanset.gen.tr/yazar/1-ahmet-cinar-gunese-karsi-hem-kelek-hem-dumbelek.html

Ahmet Çınar'ın bu yazıda konu edilen olgu ile ilgili başka yazıları daha olduğunu hatırlıyordum, rica ettim bana linklerini gönderdi. İlgilenenler için iki aşağıda paylaşıyorum. Okunmasında fayda var çünkü.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ahmet-cinar/manisa-da-gazetecilik-nasil-yapilir-ahmet-cinar-manisa-2379

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ahmet-cinar/manisa-nin-rockefeller-gazeteleri-18436


Sonucun sonucu;



Manisa basının bu hali çok geç kalınmış olsada tartışılmalı ve çözüm konusunda ortak akıl üretilmelidir.

Bu konuda bahse konu gazetelerde köşe yazan, muhabirlik yapan, sahiplik eden, okuyan ve inanan, okumuyorum inandırıcı değil diyen; kısacası herkes sorumluluk altındadır.



Şimdi bu yazıyı okuyan bazı yazı işleri müdürleri, bazı muhabirler, belki ah ah diyorlardır. Belki de çarkın nasıl döndüğünden de dem vuracaklardır.

Ama her şeye rağmen sıkıntı var ve büyük.



Önümüzdeki Aralık ayında bu minvalde bir forum düzenlemek ve bu forumda konuyu enine boyuna konuşmak boynumuzun borcu olsun derim.

Önerileri olanlar bana mail adresimden ulaşabilirler. zeynelakaplan@msn.com

Sağlıcakla...

3 Kasım 2011 Perşembe

Kumluca'nın sürgün törenleri...


Antalya'dan güneye, daha güneye indiğinizde Kemer'e varırsınız. Kemer'den sonra Kumluca...
Kumluca deyince akla deniz, kum vb den önce Birgül Yiğit Kabaklı adında Yiğit bir kamu çalışanı gelir.
Birgül hanımın hikayesini çok kişi biliyordur ancak tekrar hatırlatmakta fayda var.
Hikaye şöyle başlar; Birgül hanım belediye yazı işlerinde görevlidir ve bir gün belediye başkanı tarafından makamına çağrılır. Ona üyesi olduğu KESK'e bağlı Tüm Bel Sen'den istifa etmesi emredilir.
Bu durumda Birgül Hanımdan beklenen "Emredersiniz..." deyip gereğini yapmasıdır.
Bu coğrafyanın erkek kültürü yüzyıllardır kadınlarına bunu belletmiştir çünkü...
Koskoca belediye başkanına karşı gelmek, haşa huzurdan, bir kadın kişinin, bir eksik eteğin(!), bir emeğinden başka gücü olmayanın ne haddine...
Ama kimi zaman öyle olmaz işte.
Gerçi beklenen- umulan olsaydı zaten, bu ülkenin binlerce iş yerinde olan olur ve bizde bu konuyu dert etmezdik.
Yüz binlerce kamu çalışanı her iktidar değişiminde yandaş sendikaya üye olarak; müdürlerinin, amirlerinin, şeflerinin, başhekimlerinin, belediye reislerinin ve bilumum zevatın sevgisine mazhar oldukları gibi Birgül hanımda bu sevgiye mazhar olurdu. Bu nedenle kim bilir oda belki bir müdürlük, müdür yardımcılığı, şeflik kapı verirdi.
Dedik ya öyle olmadı işte...
Çünkü Birgül Hanıma göre sendika üyeliği en doğal insan hakkıdır ve kişiler/çalışanlar istedikleri sendikaya üye olabilirler.
İstifa etmeyeceğini ileten Birgül Hanıma belediye başkanı; Ben kendime yakın(ne demekse) sendikaları bile istemiyorum senin sendikanı hiç istemem ya istifa et yada sendikan sana çalışabileceğin bir belediye bulsun." der.
Birgül hanım bu gün KESK'e bağlı 11 sendikanın iki yüz bin üyesinin yaptığını yapmaktan, onuru için direnmekten geri durmaz.
Durmaz da Kumluca Belediye Reisi'de boş durur mu?
Durmadı ve başladı Birgül Hanımı, kamu çalışanları mücadele hareketi içerisinde eşine az rastlanır şekilde sürgünden sürgüne gark etmeye...
Padişahım çok yaşa...
Birgül Hanım bu kararından sonra tahmin edebileceğiniz gibi sürgünlerle, hakaretlerle, insanlık dışı muamelelerle başbaşadır.
Görevli olduğu yazı işlerinden alınır ve koridorda gelen gidene yol gösterici olarak görevlendirilir. Bu görevlendirme yazılı olmadığından Birgül hanım bu görevi kabul etmez. Soruşturma açılır, ceza alır. Sonra yazılı görevlendirme yapılır, ayakta bekletilir, masa- sandalye dahi verilmez. Bu görevlendirme idari mahkeme kararı ile iptal edilir.
Ardından Birgül Hanım sırasıyla İtfaiye Müdürlüğü, spor salonu, çöp deposu, mezbahahane vb gibi yerlerde görevlendirilir.
Spor salonunda ne iş yapacağım deyince cevaben demirbaş sayımı yapması gerektiği tebliğ edilir kendisine... Durup durup sayım yaptırılır.
Sonra onlar erer muradına biz çıkarız kerevetine diyemiyoruz. Çünkü olayların kurgusu "Binbirgecemasalları" nı aratmayacak kadar uzundur.
Çocuğunu doktora götürmek istediğinde eşin götürsün denir.
İş arkadaşlarına Birgül Hanımla konuşmaması telkinleri yapılır.
Bayan tuvaleti olmayan bir mezbahane de dahil olmak üzere belediyenin her türlü eklentisinde, başka bir deyişle bir bayan memurun görevlendirilmemesi gereken her türlü eklentisinde görevlendirilir.
Tüm bu yaşananlara rağmen Birgül Hanım kendisine telkin edildiği gibi bırakın başka belediyeye geçmeyi veya sendikasından istifa etmeyi, o ilk genel kurulda sendikanın şube yönetimine aday olur ve yönetim kuruluna girer.
Ayıkla Pirincin Taşını...
Sendikaların şube yönetimlerine giren kamu çalışanlarına 4688 sayılı kanun gereğince haftada bir gün sendika izni verilir. Normal şartlarda seçilmişlerin hemen kullanmaya başladığı bu yasal hakkı kullanmak, söz konusu Birgül Hanım olunca, ancak yedi ayda ve mahkeme kararı ile mümkün olur.
Tüm bu yaşananların defalarca soruşturma konusu olduğunu ve Birgül Hanım'ın hep ceza almak durumunda kaldığını söylememize gerek yok. Bu durum Kumluca Belediyesinde çalışan Birgül YİĞİT KABAKLI için artık vaka-i adiyedendir.
Sonuç:
Bu kadar yazıyı okuyunca eminim içiniz şişmiştir. Benimde şişti çünkü.
O halde neticeye gelelim ve soralım... ne olacak?
Öyle ya; Birgül Hanım 2009 yılından bu güne kadar yaşadıklarını yaşamaya, sendikası da dava açmaya ve kazanılan her davadan sonra sayın haşmetmeaplarının aklına gelen yeni bir hukuksuzlukla mı karşı karşıya kalması mı beklenecek?
Elbette böyle olmamalı.
Sendikasına, onuruna, insanlığına sahip çıkmış "Yiğit" Kadın, Kamu çalışanı Birgül Hanıma, en az onun sendikasına sahip çıktığı kadar, sendikası da ona sahip çıkmalı.
Başta Tüm Bel Sen olmak üzere KESK önümüzdeki 8 Mart'ta final olacak bir dizi etkinlik planlamalı ve bu etkinliklerin ana teması "Emekçi Kadınların Sürgününe, Baskıya Uğramasına Hayır." olmalı. Hatta bu kapsamda gerekirse Antalya Kumluca Belediyesi önünde olmak üzere; "Sürgünlere Hayır" bölge mitingi düzenlenmeli.
Tüm bunları veya planlanacak başka türlü eylemleri yapmazsak Birgül Hanımın önünde iki seçenek var; ya Kumluca belediye başkanlığına aday olacak yada kendisine çalışabileceği başka bir belediye bulacak.
Sağlıcakla...

26 Ekim 2011 Çarşamba

Bu gün Van’a Yarın Sana…


Her insanın vicdanına giden bir yol var ve o yol insanlığa ulaşır sonunda ve hiç bir insan, ölüme/ölümlere sevinemez...



Her yanı bu derece büyük puntolu savaş histerisi sarmışken, hatta olmayan sınır ötesi harekâtlar manşet manşet zerk edilirken en eril bilinçlerimize…



Sosyal medyada ırkçıların yorumları ile içimiz karartılırken.

Televizyon ekranlarında “had” bildirenler varken…

Hatta kimi yardım kolilerinden taş ve tahta çıktığı söylenirken bile…



Her şeye rağmen bu ülkede kardeşlik ve dayanışma var ve büyük…

...

Nereden çıkarıyorsun demeyin. Biliyorum, hissediyorum, görüyorum...

...

Manisa'dan Van'a uzanan mahalle arası çığlıklarını duyuyorum. Bir marketin önünde yardım toplanıyormuş denildiği dakikadan itibaren, insanların koşturduğuna tanık oluyorum.



Mahalle aralarından yüreklerimize akan insan seli, insanların ellerinde katalitik sobalar, yeni alınmış tüpleriyle, zorlanarak taşınıyor ve getiriliyor, görüyorum.



Van için deniyor.



Battaniyeler, kışlık montlar, çocuk ayakkabıları ve kuru erzakların nasıl bir kaç dakikada yığınlar oluşturabileceğini görüyorum, görüyoruz.



Kar geliyormuş diyenlerin yardım arabasının önünü kesip iki dakika bekleyin bende koli hazırlamıştım dediklerine tanık oluyorum.



İnsanın insana dertlenmesi, “Kar geliyormuş.” diye koşturmaları. Bundan daha büyük duygu yok, yaşıyorum...

...

Tüm bunları gördükten sonra, televizyon ekranlarından duyulan ırkçı sözler, sosyal medya yorumları, nasılda küçülüp, küçülüp önemsizleşiyor, yaşıyorum...

...

Bir ferahlama hissediyorum. Bu ülkede iş var, bu ülke çok ve büyük, yüce gönüllü insanlarla dolu diyorum ve derin bir nefes alıyorum.

...

Bunun için hala içimde barışı, kardeşliği, kardeşleşmeyi, insan olma umudunu diri tutuyorum.



İçinde barış umudunu taşıyanların, ikirciklenen ve sokağın diline teslim olmak üzere olanlarla, konuşmaya, anlatmaya başlanmasına ihtiyaç var, seziyorum.

...

Haydi, sokağa, anlatmaya, anlamaya, ağlamaya…

Haydi.

Sağlıcakla…

17 Ekim 2011 Pazartesi

Sürülüp Gitmektedir Seher...





...
Güz yanığı bir durgun
sessizlikle örtülü her şey
ve yırtılmış bir tül gibi
savrulup duruyor zaman

Ahmet TELLİ













Dersim'de, hemşiresiniz yada öğretmen...
Bir haber duyuyorsunuz.
Bir erkek öğretmen, öğrencisi olan bir kız çocuğunu taciz etmiş. Çok iğrenç bir durum...
Siz de öyle düşündünüz...
Sinirlendiniz.
Lanet okudunuz ve belki biraz da küfür ettiniz.
...
Hepsi bu kadar mı?
Değil elbette, çünkü örgütlü bir hemşire veya öğretmensiniz...
KESK'e bağlı SES/Eğitim Sen üyesisiniz.
Bu durumda KESK boş durur mu?
Durmaz...
Öğretmenin cezalandırmasını talep eden ve bu durumu protesto eden bir basın açıklaması düzenler...
Sorgusuz katılırsınız.
İki gerekçeniz vardır, ikisi de sorgulanamaz derece de önemlidir, sizin için...
Bir; Bu bir insanlık ayıbıdır ve kendine insanım diyen herkes cinsel tacize karşı çıkar, lanetler.
(Lanetlemiştiniz, birde karşı çıkmak için bu protestoda bulunmanız gerekiyordu.)
İki; Örgütlü olmanın olmazsa olmazı, örgütünün düzenlediği eylemlere ve etkinliklere katılmak.
Katıldınız...
...
E ne var bunda demeyin. İş bundan sonra başlar.
Önce hakkınızda tutanak düzenlenir.
Ardından tacizci öğretmen yerine siz sorgulanırsınız...
Soruşturmaya gerekçeler uydurulur ve sürgün edilirsiniz...
...
Yerinizden yurdunuzdan, köklerinizden ayrı ve adeta kurumaya bırakılmış bir çiçek gibi, kendinizi uzak bir diyarda bulursunuz.
...
Tacizci öğretmen ise memleketine tayin edilir...
...
Evet, burası Dersim, burada böyle ödenir, tacize uğramış masum bir kız çocuğuna sahip çıkmanın bedeli.
...
Burada yaşayanlarda bilir. Böyle sonlanan çok hikâye olmuştur çünkü...
Burada; bir öğretmen bir kız çocuğunu, öğrencisi olan bir kız çocuğunu taciz etse bile suskun kalın denir, yaşayanlara...
Susun...
Size mi kalmış, tacizlerden hesap sormak?
...
Genelde ortak bir reflekstir yönetenlerde; ne olursa olsun insanlar bir araya gelmesin, sokağa çıkmasın istenir. Ama Dersim özelinde daha bi çok istenir bu...
Dersim'de hiç çıkılmasın sokağa denir. Çünkü burada olağan(!)üstü koşullar vardır...
...
Bundan sonra ne olur? diye soracak olursanız, yani bundan sonra bir kız çocuğuna tacizde bulunsa biri, Dersim'liler sessiz kalırlar mı?
Elbette hayır...
...
Dedim ya bu topraklarda böyle hikâyeler anlatmakla bitmez.

O protestoya katılan hemşirede, öğretmende çok iyi bilir hikâyenin nasıl sonlanabileceğini ve korkarda aslında.
Ama insanlığına, vicdanına söz geçiremez....
Çünkü mazluma sahip çıkmayanda zalimdir, diye öğretilmiştir ona...
Çünkü korksa da engel olamaz ayaklarına, onu yürüten ahlak çok derin köklerle bağlıdır insanlığa...
Çünkü burası Dersim'dir ve buranın çiçekleri acılı ağıtlarla büyürler kondukları saksılarda, Yozgat'ta, Aksaray'da, Gümüşhane'de...
Sağlıcakla...

13 Ekim 2011 Perşembe

Bıçak Kemikte...

Yıllar önceydi. Manisa Saruhanlı'da bir kişi önce silahla öldürülmüş, yakılmış ve su kanalına atılmıştı. Otopsi için hastaneye getirilen cesedi tanımak, neredeyse imkansızdı.
Morgda yatan cesede göz atan savcının şöyle mırıldandığını hatırlıyorum; "Tanınmasın diye yapmışlar... Hep dizilerden öğreniyorlar bunları..."
...
Yıllardır hiç aklımdan çıkmayan bu cümleler bir kaç gündür, Manisa'da yaşanan kadın cinayetini bir gazetenin oldukça vahşi bir şekilde ülke gündemine taşıması sonrası, iyice kazındı aklıma.
Medyanın, tv dizilerinin topluma öğrettiği şeylere bir bakarmısınız;
Sırtından bıçaklanan bir kadının nezlinde bütün kadınlara çaresizliği...
Silahlanmanın, adam yaralamanın, öldürmenin, öldürdükten sonra yakmanın sıradanlığı...
Güçlü olanın, haksızda olsa, galip olacağı...
Hak aramanın sonunun hüsran olduğu...
En önemlisi de kadın olmanın nasıl büyük bir günah sayıldığı...
...
Ezme-ezilme ilişkisi o kadar normalleşiyorki bu hengamede, herkese bir "alt ezen"i takdim ediliyor.
Fabrika sahibi, fabrika müdürünü; fabrika müdürü, ustabaşını; ustabaşı işçiyi; işçi, taşeron işçiyi ve eğer taşeron işçi erkekse oda eşini...
Aziz Nesin'in bir hikayesinde, yanlış hatırlamıyorsam, böyle kurgulanıyordu...
O yıllarda yani hikayenin sonunnda da, kadın mutfaktaki kediyi tekmeliyordu hepsi bu.
...
Aziz Nesin'in bu hikayeyi yazdığı yıllardaki gibi değil işler. Daha doğrusu kadınların kediyi tekmeleyecek zamanı dahi olamayabiliyor. Kimi zaman bir evin kuytu bir köşesinde günlerce işkenceye maruz kalıyor ve ölmek üzere iken bir otobüs durağına bırakılıyor kadınlar...
Kimisinde, Manisa'da olduğu gibi yirmi yerinden ve en sonunda da sırtından bıçaklanarak öldürülüyorlar...
...
Şimdilerde sadece öldürmekle kalmıyor, en pornografik resimlerle sürmanşet ediyorlar...
...
Evet çok kötü bir yere vardı toplumsal çöküş hikayemiz ve an altta kadınlar kalıyor. Kimi adalet bakanlığında memur, kimi hemşire, kimi öğretmen, emekli, ev hanımı, sağcı, solcu, muhafazakar, milletvekili hep onlar kalıyor bu çöküş enkazının altında...
...
Kadınlar...
...
Kadınlar ise bu duruma, kadın sığınma evlerinin önüne çıkıp, yüzlerini kanlı çarşaflarla kapatarak tepki verebiliyorlar ancak ve haykırıyorlar; "Kadın katilleri bir gün dahi tatil yapmadılar. Bizim bekleyecek gücümüz yok. Durdurun bu cinayetleri..."
...
Her yazımı "Sağlıcakla..." diye bitiririm bu sefer sanırım o kelimeyi kullanmaya yüzüm olmayacak.
...
"Bıçak Kemikte"(*) diye bağırmak geliyor içimden...

...

Bıçak Kemikte.

...

Çıkıp Manisa sokaklarına;

Eti geçti / duydun mu / bıçak kemikte(*) demek...

...

Çok değil belki yüz, belki birkaç yüz metre ötende yaşandı cinayet.... Sırtından bıçaklanarak öldürüldü bir kadın.... Bıçak kemikteydi, duymadın mı?

...

Bir gazete sürmanşetten verdi bıçaklanan kadının, kanlar içindeki resmini, görmedin mi?

...

Duy da silkin n'olursun / bu ne biçim uyku bu / bıçak kemikte...

Bıçak kemikte, bıçak kemikte, bıçak kemikte....





Zeynel Abidin KAPLAN







(*) Hasan Hüseyin KORMAZGİL