27 Ekim 2007 Cumartesi

SAĞLIKTA PİYASA YAKLAŞIMI VE DENGELİ SAĞLIK ÇALIŞANI.

Piyasada üretilen her türlü mal veya hizmetin fiyatı vardır. Buna iktisatta “raiç değer” denir. Yani terzinin diktiği gömleğin, çiftçinin ürettiği havucun olduğu gibi hemşirenin ürettiği hizmetin, laborantın yaptığı tahlilin, doktor hizmetinin de piyasa raiç değeri vardır ve bu değer piyasa ekonomisi ile yönetilen ülkelerde vazgeçilmez kuraldır. Bu çoğunlukla arz talep dengesi diye ifade edilir.
Piyasaya arz ettiğiniz mal veya hizmet arttığı halde talep artmıyorsa mal veya hizmetin değeri düşecektir. O halde dengeyi piyasa sağlayacaktır. Şöyle ki; araba üreticileri ürettikleri arabanın fiyatının düşme eğilimine girmesini istemiyorlarsa arzı dengede tutmak zorundalar. Daha açık bir ifade ile üretim kalitesini ve sayısını piyasada o kalitede ve sayıda arabayı alabilecek tüketiciye göre ayarlarlar, ayarlamak zorundadırlar. Yoksa piyasanın dengeleyici etkisi(!) ile yok olurlar. .
Hakim olan nedir? Piyasa. Piyasacı ekonomi. Piyasa kuralları.
Bir süredir sağlıkta reform iddiası ile ortaya çıkan hükümet aslında sağlıkta reform yapmıyor. Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor. Sağlık Bakanın deyimi ile gelişmiş ülkelerde.
olduğu gibi.
Aslında çoğu ülkede eğitim ve sağlıkta piyasacı bir yönelimin olduğu, hatta uzun yıllardır olduğu doğrudur. Ancak bu ülkeler sağlıkta ve eğitimde piyasacı oldukları için gelişmiş ülkelerdir yanılsamasının yaratılması doğru değildir.
Ben orta okuldayken Türkçe öğretmenimin anlattığı bir hikaye vardı. Derdi ki; Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizden bazı gençler Avrupa ülkelerine eğitim için gönderilmiş. Bu gençlerin bir kısmı devletin olanakları ile gittikleri bu ülkelerde ki gece hayatına, kültürel yapıya, kadın erkek ilişkilerindeki duruma bakarak ekonomi nasıl gelişir anlamaya çalışmışlar ve sonra şöyle bir sonuca varmışlar. Bizim ülkemizde de gece hayatı gelişir, kültürel yapı Avrupa da ki gibi olur ve kadın erkek ilişkileri de onlara benzerse gelişme olur ekonomi kalkınır. O nedenle Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak bu konularda “reform” yapmak istemişler.
Aynı yıllarda Japonya dan da gençler Avrupa’ya gönderilmiş ama o gençler bizimkilerin ilgilendikleri konularla ilgilenmeyip, fabrikalarla, işçilerin çalışma sistemleri ile, buhar makinelerinin nasıl çalıştığı ile ilgilenmişler. Sonuçta Japonya’nın da bizimde geldiğimiz durum ortada.
Şimdi sağlıkta “reform” yapanlar aynı yöntemi izlemekteler. Bakın diyoruz ki Aile Hekimliği modeli ülkemize uygun bir model değil. Çünkü sonuçta prime dayalı Genel Sağlık Sigortası Sistemine dayanıyor. Ülkemizde prime dayalı model olan Bağ-Kur’un durumu ortada. Orta halli esnafın bile prim ödeyemediği bir ortamda yoksullar prim ödeyemez. Dolayısı ile de sistem çöker.
Cevap; gelişmiş ülkeler bu sistemi uyguluyor. İyide biz gelişmiş ülke değiliz. Olsun gelişiriz. Hele şu Aile Hekimliği modelini getirelim, ondan sonra gelişmek kolay.
Yazıyı daha fazlada dağıtmadan başa dönecek olursak. Ne demiştik? Sağlık Bakanlığı Sağlığı piyasalaştırmaya çalışıyor.
Konuyu açmak için şu iki soruya cevap vermeye çalışalım.
Sağlığın piyasalaşması nedir? Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir?
Sağlığın piyasalaşması demek, yukarıdaki araba örneğinde olduğu gibi dengeleyici unsur piyasa olacak demek. Yani sağlıkta hizmet üretimini, sağlık çalışanın ürettiği hizmetin değerini piyasa belirleyecek. Piyasa dedikleri şey doğa üstü bir şey değil ki; ulusal ve uluslar arası sağlık tekelleridir piyasa.
Tıpkı araba örneğinde olduğu gibi.Hükümet aile hekimliği modelinde şu an için Doktorlara göreceli yüksek ücret teklif ediyor. Çünkü işsiz hekim yok. Piyasa daha hekim sayısını arttıramadı. Çözüm daha fazla tıp fakultesi açmak veya ithal hekimlik. İşte size piyasa dengesi. Yani hekim ücretleri, ben daha ucuza çalışırım, diyen işsiz hekimler üretilinceye kadar yüksek kalacak sonra düşecektir. Tıpkı ebe, hemşire ve sağlık memurlarının durumunda olduğu gibi.
Ne yaptı “Piyasa”? Her ilçeye sağlık meslek lisesi, her üniversiteye sağlık yüksek okulu açtı. Şimdi on binlerce işsiz sağlıkçı varken. Tabi ki Ebelere, Hemşirelere “Eleman” muamelesi yapılacak. Ondan sonra çıkıyor ebe arkadaşlar soruyorlar “Neden benim ücretim Doktorla aynı oranda artmıyor.” diye. Cevap: Seni Piyasa dengeledi.
İkinci soruya da böylece cevap vermiş olduk. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına ne getirir? demiştik. Sağlığın piyasalaşması sağlık çalışanına “denge” getirir.
Sağlığın piyasalaşması vatandaşa ne getirir? Sağlıkta Piyasacı yaklaşım nasıl kokar? Bu sorulara sonraki yazılarda değinmek isterim.
Sağlıcakla…

YEM BORUSU ÇALDI

Gazetelerde televizyonlarda hemen her gün duyarız/izleriz. "Sağlıkçılara % 50 zam", "Öğretmene ek zam yolda.", "Memura zam müjdesi.", "Hekimlerin özlük haklarında ve ücretlerinde iyileştirme yapılacak." Vs, vs. Ama gerçekte bu haberlerin hemen hiç birinin gerçekleştiğini görmeyiz. "Memuru enflasyona ezdirmeyeceğiz."in ne büyük yalan olduğunu en çok pazara yada alışverişe çıktığımız zaman anlarız. Bu türden haberler ister istemez bizlerde beklenti yaratır. Ekonomik durumumuzun düzelme ihtimali bizi o kadar rahatlatır ki, geçeriz televizyonun karşısına bekleriz. İş yerimizde konuşur kritik yaparız. "hadi bakalım inşallah" sonra malum iyileştirmeler bir türlü olmaz. Homurdanırız. Ümitsizliğe kapıldığımız , "olmayacak" dediğimiz anda yeni bir haber çıkar aynı türden. Beklentiler sil baştan alınır. Ümitlerimiz tekrar filiz verir kaldığı yerden. 1 Aralık iş bırakma eylemi öncesi ve sonrasında da en başta bahsettiğim türden haberler o kadar çoğaldı ki acaba dedik.
"Kartaca hükümdarı Anibal, Kartaca’dan İtalya’ya giderken yolda fırtına başlamış... Yolculuğun bu nedenle uzaması yüzünden geminin ambarındaki talimli ve terbiyeli atların yemi bitmiş... Atlar açlıktan huysuzlaşıp, çifte atmaya, kişnemeye ve ortalığı dağıtmaya başlamışlar... Çare düşünen komutanlar, acayip bir kurnazlık bularak, atlara "yem borusu" çalmışlar. Yem verileceğini düşünen atlar sakinleşip beklemeye başlamışlar... Zaten İtalya sahillerine yaklaşan gemiler yem borusunu birkaç kez daha çalarak durumu idare etmişler."(1)
Görünen o ki Anibal ve atları çok şanslı çünkü İtalya sahilleri yani yem bulma şansları yakın.Birkaç yem borusu ile durum idare edilmiş. Teşbihte hata olmaz ama bizim yem borularının bir kaçla ifade edilmesi pek mümkün değil. Birkaç deyince aklımıza yüz yada iki yüz gelmez. Üç dört demek daha akıllıca.
"Demokraside çareler tükenmez.", "Dün dündür, bu gün bu gündür." Cümleleriyle büyüyen bizlerin durumu açıklanır gibi görünmüyor. Toplumsal olayları açıklamak veya gidişatını kestirmek o kadar kolay değil. En azından tahmin bile etseniz yanılma olasılığınız çok fazla.Yakın dönemde gündemimizde olan, daha doğrusu gündemimizde olması sağlanan, olaylara baktığımız zaman "beyaz enerji", "mavi akım", "kırmızının solgunluğu" vs aklın almasına imkan yok. Daha doğrusu çıldırmamak içten bile değil. Yine de olanlara bakıp da ümitsizliğe kapılmamak lazım.
Dedim ya toplumsal olayları kestirmek o kadar kolay değil. Gerçekte var olan çelişkileri uzun süre gizlemek hiç kolay değil. Bir bakarsınız bir yerlerden çıkıvermiş. O zaman paniklersiniz, ne yapacağınızı şaşırır öylece kalıverirsiniz. Elbette "yem borusu" çalanların durumunu tahmin etmek zor olmaz. O talimli ve terbiyeli atlar birde bakarsınız ki gemilerinizi çifteliye çifteliye paramparça edivermiş. 1 Aralık eylemi öncesi en çok attığımız slogan "gemileri yaktık, geri dönüş yok!.." sloganıydı. Benzetmek gibi olmasın birden aklıma geldi.
Neyse konumuza geri dönelim. Dedim ya paniklersiniz, ne yapacağınızı şaşırır öylece kalıverirsiniz diye. İşte o zaman belki birbirinize sırf arkadaşlık olsun diye verdiğiniz o yüz binlerce doların aslında rüşvet olduğu gerçeğini insanlar kavrayıverir. Ve bunun hesabını sormaya kalkabilirler.şimdilerde pek uzak hatta imkansız gibi görünse de. Neden? Diye soracak olursanız, açıklayayım demeyeceğim. Memlekette olanların açıklanmaya ihtiyacı yok ki. Her şey o kadar açık seçik ortadaki görmemek mümkün değil. Batık bankalar, hortumlamalar, kredi yolsuzlukları, adam kayırma, rüşvet, gelir dağılımındaki uçurumlar, açlık, sefalet ücreti daha sayılabilecek bir çok konu... Ama çıt yok. Sanki yaşananlar Amerikan yapımı bir aksiyon filmi ve bizi hiç alakadar etmiyor gibi. Film icabı yani.
Geçenlerde bir sohbet ortamında emekli öğretmen bir büyüğümüzün okuma öğretme konusunda anlattıkları hayli ilginçti. "Okumayı her çocuğa öğretebilirsiniz, yeter ki zeka seviyesi çok düşük olmasın. İki ayda, üç ayda, bir yılda süre önemli değil. Eninde sonunda çocuklar okumayı öğrenir. Ama bu o kadar önemli değildir. Önemli olan okuduğunu anlamasını sağlamaktır. İşte asıl problemde burada, bizde insanlar okuduklarını anlayamıyorlar, anlayabilselerdi zaten bu durumda olamazdık." Evet, bence de can alıcı konu bu yani okumak, okuduğunu anlamak. Kıyaslamak, kuşku duymak, soru sormak ve olanlardan bir sonuç çıkarmak. İşte bu.... İşte bu... en kaba tabiriyle böyle bir değerlendirme sonuca ulaşmak için yeterli.
Bu konuyla ilgili daha çok şey yazılabilir, örnekte verilebilir ama daha fazla yazmama engel olan daha doğrusu kalemimde ki mürekkebi bitiren bir şey var. Değerli emekli öğretmen büyüğümüzün sözleri. Duydunuz mu?. Bakın, dikkatlice dinleyin. İşte, "YEM BORUSU ÇALDI!.." Yem borusu çaldı!.. Yem geliyor!.. mu acaba!?
(1) Öküz Dergisi/Ocak 2001

KARDEŞ VE SEVDALI

Bazen sözün tükendiği, yazının anlamsızlaştığı anlar vardır. Öyle bir anı yaşıyoruz.
Sadece sağduyuya ihtiyacımız var.
Sağduyulu bir suskunluğa, başka hiçbir şeye değil.
Susup bir birimizin yüzüne bakmaya.
Bakıp birbirimize sarılmaya.
Sarılıp hüngür hüngür ağlamaya.
Ağlayıp tüm içten gelen titreyişlerimizi bir birimize hissettirmeye.
İçten gelen ağlama dalgalarını bastırmadan, ağlamaya, ağlamaya, ağlamaya.
Ağlayıp arınmaya.
Acılarımızı yaşarken, bin yıldır kardeş, sevdalı olanların nasıl bin bir türlü oyunlarla bir birine düşman edilmeye çalışıldığını anlamaya.
Anlayıp tekrar birbirimize sarılmaya ve tekrar ağlamaya ihtiyacımız var, başka hiçbir şeye değil.
Kardeş hem de öyle böyle değil, kız alıp kız vermiş, birlikte oyunlar oynamış, halay çekmiş, sipere yatmış, söz etmiş, türkü çığırmış bir kardeşlik.
Kardeş ki bin yıllık.
Sevdalı ama günü birlik değil, yaşadığı coğrafyanın her türlü zorluğuna birlikte göğüs germiş, el ele tutuşmuş, birlikte çocuklar dünyaya getirmiş.
O çocuklar ateşlenince, birlikte sabahlamış, acılanmış, kederlenmiş.
O çocuklar iyileştiğinde birlikte sevinmiş, coşmuş, öpüşmüş.
Kardeş ama en laftan anlamazı, her türlü oyuna, dalavereye, kıyıma birlikte göğüs germiş.
Her türlü çıkmazı birlikte aşmış, birlikte savaşmış, birlikte zaferler kazanmış, aynı kazanda aşlar pişirip ikram etmiş.
“Biz aynı kazanın aşuresiyiz kardeş.”dedirtmiş.
Tuzunu paylaşmış, şekersizliğini üzüm kurusu ile atlatmış.
Bir birlerine hürmet etmiş, saygı göstermiş, çocuklarına biz kardeşiz diye belletmiş.
Sevdalı ama kitaplara sığmamış ciltlerce yazılmış, uzun kış gecelerinde, gazlı lamba ışığında okutulmuş okuma bilen çocuklara, ardından ağlanmış, böyle sevda görülmedi denilmiş.
Her seferinde aynı sevda yaşanırken içten içe yanmış tutuşmuş.
Acı kahveler ikram etmiş. Öyle ki hatırı kırk yıllarca bitmez.
Kirve olmuş.
Can olmuş.
İç içe geçmiş.
Etle tırnak olmuş.
Baran’lar, Yağmur’lar aynı okullarda okumuş, aynı hastanelerde ateşler içinde yatmış, aynı suda yüzmüş. Aynı çocuk parkının salıncağında sıra ile sallanmışlar.
Bir birlerinden korkmadan, birbirlerinden şüphe duymadan…
Kimi zaman küsmüşler ama uzun sürmemiş aynı şen kahkahalarla devam etmişler oyunlarına.
Ana babaları onlara bakarak kendileriyle (böyle çocuklar yetiştirdikleri için), ülkeleriyle (böyle bir coğrafyada yaşadıkları için), demleri ile (aynı çaydanlıkta demlendikleri için) gurur duymuş.
Aynı kardeşlik, aynı sevdanın ham meyvesi olmuş birlikte pişmiş.
Bir arada yaşamı savunmuş.
Şimdi bu kardeş ve sevdalıların durmaya düşünmeye, sakin olmaya ihtiyacı var.
Sağduyuya, barışa.
Kolumuza girip hadi hadi deyip acele ettirenleri de sağduyuya çağırmaya. “Dur bakalım gel bir çay içelim, konuşalım.” demeye.
Konuşmaya, başka hiçbir şeye değil.
Sağlıcakla… 23.10.2007