28 Aralık 2010 Salı

İLANEN DUYURULUR


Değerli vatandaşlar sevgili üniversite öğrencileri,

23.12.2010 tarihi itibariyle Cumhuriyeti koruma görevi gençlerden alınmış Manisa Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Mehmet PAKDEMİRLİ beyefendiye verilmiştir.

İş bu görev Sayın rektör tarafından bizzat üstlenilmiştir.

Bu görevin Sayın Rektörde olduğu ilanen ulusal kanalarda duyurulmuş, tebliğ edilmiştir.

Bu tarihten sonra sayın rektör bakacak, korunması gerekiyorsa koruyacak.

Gerekmiyorsa korumayacak.

Eğer herhangi bir konuda yetersiz kalırsa uygun gördüğü kişilere görev verecek, uygun görmediği kişilerin görevlerini ellerinden alacaktır.

Hâşâ bu tarihten sonra üniversite içinde herhangi bir kişi, Sayın Rektör görev vermeden, bir işe kalkışır, kendine herhangi bir konuyu iş edinir, eksik-fazla yapmaya çalışırsa, bu kişilerin kimlikleri toplanacak üniversiteden derdest edilecek.

Bu taahhüt sayın rektörün kendisince verilmiş bulunmaktadır.


Not: Bundan önceki taahhütler tedavülden kaldırılmıştır.

***

Değerli Üniversite Öğrencileri ve Sevgili Manisa’lılar,

28.12.2010 tarihi itibariyle üniversitede protesto eylemleri yapanlar “Provekeci” öğrencilere destek veren siyasiler “Muz Cumhuriyeti Savunucuları”, sendika yöneticileri de “Sendika Ağası” ilan edilmiştir.

Bu ve diğer konularda kişilere gerekli isimleri takma görevi ise AKP Manisa İl Başkan Yardımcısı İsmail Aydın’a verilmiştir.

Sayın Aydın bahse konu tarihten itibaren uygun gördüğü mevkideki kişi ve kurumlara, münasip isimler verecek, daha önce verilmiş isimleri gerekli görürse geri alacaktır.

İş bu görev Sayın Aydın tarafından bizzat üstlenilmiştir.

Sayın Aydın’dan habersiz herhangi bir kuruma unvan veren, isim yakıştıranlar tespit edilecek ve Sayın Aydın tarafından bizzat verilen, demokrasi derslerine devam etmeleri sağlanacaktır.

Bu demokrasi derslerini aldıktan sonra hala üniversite öğrencilerine destek vermeye kalkan; parti, sendika veya dernek tespit edilirse bu kişilere “Sizi Allah Islah Etsin.” Denilecek ve HEK’e(1) ayrılamak üzere ilgili kuruma sevki sağlanacaktır.

Not: Bundan önceki isimler, unvanlar Sayın Aydın uygun görmediği sürece kullanılmayacak bir süre isimsiz olarak kabul edileceklerdir.


Duyarlı Manisa Kamuoyuna İlanen Duyurulur.


Sağlıcakla…


(1) HEK: Harap Edilmiş Kullanılamaz.

28.12.2010

Hususi kurtlar ve kavun gibi tatlı kazlar…

“Vatandaşı tabiri caizse yolunacak kaz gibi görmeyin.”

Bu sözleri 2005 yılı ağustos ayında, bir özel hastanenin açılışında, Başbakan söyledi.

2010 yılı aralık ayında bu konuşmadan tam beş yıl sonra hastaneler gece tarifesine geçtiler.

Anadolu da bir tabir vardır; “Kavun tatlı ben napim?” diye.

Sanırım özel hastane patronları da kendi aralarında son yaşanan gece tarifesi konusunu böyle bir tabir kullanarak AK’lamışlardır.

* * *


Eskiden Taksilerde gece on ikiden sonra gece tarifesi olurdu. Bu tarife iki katı ücret demekti. Gece on iki de başlar sabah son bulurdu.

Vatandaş misafirlik dönüşü taksiyle dönmeyi planlıyorsa “Gece tarifesine kalmayalım.” derdi.

* * *


Özel hastanelerin bir kısmı kavunun tatlılığından olsa gerek gece tarifesine geçmişler.

Ama öyle bir gece tarifesi ki sormayın, gece 12 yi beklemiyor. Kiminde öğlen 12 de başlıyor, kiminde akşamüzeri...

* * *


Olay, Radikal gazetesinin bir muhabirini özel hastane muayenesine göndermesiyle ortaya çıkıyor. Hastane hasta/muhabire; “Uzman hekime muayene olmak ister misin?” diyor, olumlu yanıt alınca gece tarifesinden bahisle 67 TL ödemesi gerektiğini söylüyor. Sadece muayene ücretinde değil, tahlil, film vs her türlü işlem için uygulanıyor bu gece tarifesi…

Birkaç gün sonra aynı hastaneye gündüz başvuran hasta/muhabir bu sefer 20 TL ilave ücret ödüyor.

* * *


Biz küçükken şehirden ilçeye otobüsle gelir oradan da köye taksi ile giderdik. Eğer taksiyi hususi tutarsan hiç beklemez, biner gidersin ve 5 kişilik ücret ödersin. Yok, hususi olmasın dersen bekler ve tek kişilik ücret ödersin. O yüzden otobüsten iner inmez sorardı taksiciler “hususi mi?” diye…

* * *


Ee ne var bunda, hususi hastaneye gidersen ücret ödersin demeyin.

Burada olay başka, fikir başka…

İşte fikir başka olunca, mantık tersten kurulunca, sorun ortaya çıkıyor.

Yoksa Aşık Veysel’in dediği gibi; “ Koyun kurt ile gezerdi. Fikir başka başk'olmasa ...”

Buradaki hususi hastanelerin durumu şu; bunlar hususi olma özelliğinden bir bakıma vazgeçmiş SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) ile sözleşme imzalamışlar. Yani SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığının birleşmesi ile oluşan SGK ile...

Demişler ki biz kamu hastaneleri gibi vatandaşa hizmet verip ücretini de SGK’dan alacağız.

Yani hususi taksi olmaktan çıkıp dolmuş/taksi olmuşlar…

Ama kavunun tatlılığından olacak ilçeden köye gidecek garibana diyorlar ki; sen hususi değilmiş gibi taksi dolana kadar bekle ama hususi ücreti öde…

Hal böyle olunca koyun kurt ile gezemiyor.

* * *


O halde bir mekanizma oluşturmalı ve koyunu kurda boğdurtmamalı...

İşte bu o kadar kolay değil. Neredeyse kuzuyu kurda emanet etme durumu var.

2005 yılında Başbakan o konuşmayı yaptıktan sonra köprülerin altından çok sular aktı.

Uygulama ilk çıktığında özel hastaneler ilave ücret alamayacak dendi.

Bir yıl sonra yüzde beş, bir yıl sonra yüzde otuz, en sonunda da yüzde yetmişe kadar ilave ücret alabilirler dendi.

Belirlenen ücretler dışında ücret alan hastaneler tespit edilirse SGK bu hastanelerle olan sözleşmesini fesh edecekti buda değişti, yerine para cezası kondu…

İşte o akan sular bizi gece tarifesi noktasına getirdi. Konu ulusal gazetelerin manşetine taşınınca SGK inceleme(!) başlattı.

Ne olacak?

İn-ce-le-ne-cek…

Sağlıcakla…

23.12.2010

Sağlıkta "Yetmez ama evet" dönemi...

Sağlık sisteminde önemli artçı depremler oluyor. Bu artçıların bir kaç tanesi de Manisa'da yaşanıyor.

Şimdilik sadece sağlık çalışanlarınca hissedilen bu artçı depremler büyük bir fay hattı üzerinde meydana gelen önemli ve korkutucu hareketlenmeler olarak kayda geçmelidir.

Evet geçen Aralık ayı başlarında Merkezde iki adet Toplum Sağlığı Merkezi kapatıldı, kapatılmayanın da kadrosu azaltıldı.

Bu ne demek?

Bu, yüz bin kişiye 5 Çevre sağlığı teknisyeni bakıyordu ama artık üç yüzbin kişiye 2 Çevre Sağlığı teknisyeni bakacak demek.

Bu, yüz bin kişiye 6 Ebe bakıyodu ama artık üç yüzbin kişiye 1 Ebe bakacak demek.

Bu yüz bin kişye 4 Hemşire bakıyordu ama artık üç yüzbin kişiye 2 Hemşire bakacak demek.

Bu Yüz bin kişiye 4 Laborant bakıyordu ama artık üç yüzbin kişiye 1 Laborant yeter demek.

Bu yüz bin kişiye 4 Doktor bakıyordu artık üç yüzbin kişiye 3 Doktor yeter demek.

Bu yüz bin kişiye 1 Eczacı, 1 Psikolog, 1 Sosyal Çalışmacı, 1 Diyetisyen, 1 Sosyolog, 2 Tıbbi Teknolog bakacaktı ve malesef bu mesleklerden kimse TSm lerde bulunmuyordu ancak bundan sonra TSM lerde üçyüzbin kişiye bu olmayan meslek mensupları hizmet verecek demek.

Ne oldu, halkın sağlık hizmetine olan gereksinimi mi ortadan kalktı yoksa siz bu işleri gerksiz mi görmeye başladınız?

Tabi işin kolayı bulunmuş, adına hasta hakları denen bir kavram koymuşsunuz ortaya, vatandaş şu doktor bana yan gözle baktı, şu hemşire iğnemi yaparken canımı yaktı, şu kişi işe geç geldi şikayetleri ile oyalana dursun yeter...

Yarın salgın çıkınca da bir ekip kurarsınız. Salgın geçene kadar numune aldık, laboratuvara gönderdik falan derken gündem değişir konu hallolur, oh ne ala memleket...

Halbuki hasta hakları deyince akla en başta dört tane bildirge gelir.
Açın bakın Sağlık Bakanlığı Hasta Hakları web sayfasını (http://sbu.saglik.gov.tr/hastahaklari/giris.html) karşınıza bu belgeler çıkar; Lizbon bildirgesi, Bali Bildirgesi, Amsterdam Bildirgesi, Hasta Hakları Avrupa Statüsü...

Açın bakın Bali bildirgesi madde 1 a) Her insan ayırımcılık yapılmaksızın yeterli tıbbi bakım görme hakkına sahiptir.
Açın bakın Amsterdam Bildirgesi madde 1.6.Herkes hastalıkların önlenmesi ve sağlık bakımı için yeterli ölçüde çaba gösterilerek sağlığının korunması ve kendisi için edinilebilir en yüksek sağlık seviyesine kavuşma fırsatı hakkına sahiptir.

Açın bakın Hasta Hakları Avrupa Statüsü; Hastalıklara Karşı Ön Dört Hakkın birinci maddesinde " 1.Koruyucu Tedbirlerin Alınması Hakkı: Her bir birey hastalıktan korunmak için uygun hizmet (tedavi) alma (görme) hakkına sahiptir. Bu amaca ulaşmak için sağlık hizmetlerinin görevi, risk taşıyan çeşitli grupların düzenli aralıklarla ücretsiz olarak sağlık hizmetlerinden ve bilimsel araştırma sonuçları ile teknolojik yeniliklerden herkesin yararlanmasını sağlamaktır."

Yukarda sayamadığım bir sürü hak belgesi; açın bakın, okuyun hepsi benzer haklarla doludur.

Ama işin kolayı bulunmuş.

İktidar partisine yakın biri iseniz hele hele başhekim yardımcısının cep numarası varsa elinizde, önce acildeki sağlık memurunu bir gerekçe ile terslersiniz sonra ararsınız başhekim yardımcısını cepten, çıkar gelir. Başlar sizin adınıza sağlık personeline emretmeye. Ezmeye... Ne de güzel egolarınızı okşatmışsınızdır.
Ne hoş bir tatmin yoludur o...

Helal olsun size de düzeninize de...

Oysa sağlık hakkı, hasta hakkı kavramları bunlar değil.

2007 yılında başlamıştı bu süreç. O günlerde itiraz etmiştik ve birinci basamak sağlık hizmetlerinin yok edildiğini söylemiştik.

2007 14 Martında temsili bir tabutla Ağız Diş Sağlığı Merkezi önünden İl Sağlık Müdürlüğüne yürümüştük. Tabutun önünde giden arkadaş bir adet sağlık ocağı resmi taşıyordu.

Tabutta da sağlık ocağı…

O gün orada yaptığımız basın açıklamasında “Eğer engel olunmazsa birinci basamak sağlık hizmetleri yok edilecek, koruyucu sağlık hizmetleri aksayacak. Özelleşecek.” demiştik.

Tıpkı bu günkü gibi “Uykusu Derin bir Şehir” karşılamıştı bizi.

Aradan bir yıl geçmiş. Aile hekimliği sistemi getirilmiş ve sağlık ocakları kapatılmıştı. Bütün sağlık ocakları aile hekimlerine kiraya verildiği halde sağlık ocakları tabelalarını indirmemişlerdi.

Vatandaş fark etmemişti bile bu değişimi.

Yine itiraz ettik.

Duramadık.

2008 14 Martında yine İl Sağlık Müdürlüğü önündeydik. Bu sefer bir tabut yoktu ama sağlık ocakları kapatılmıştı ve biz sağlık ocakları için lokma döktürdük. Sağlık ocakları siteminin kurucusu olan Nusret Fişek hocanın yol arkadaşları olarak bir son görev/protesto gerçekleştirdik.

Ama yine olmadı...

Lokmanın yağlı oluşunun verdiği ağırlıktan mı yoksa alışkanlıkla mı bilinmez, lokmayı yiyen devam etti derin uykusuna.

Ardından katkı payları geldi. Birinci basamak dâhil bütün sağlık kurumlarında katkı payları dönemi başlamıştı. Almanya’da “Ayak Bastı Parası” denen bu uygulama kabul edilemezdi.

Kabul etmedik...

Yine itiraz ettik.

Devlet, fakir diye yeşil kart verdiği kişiden, bütünüyle ücretsiz olması gereken birinci basamak sağlık hizmetlerinmden bile katkı payı alıyor bu olmaz dedik.

Dava açtık.

Mahkeme lehimize yürütmeyi durdurma kararı vererek birinci basamakta katkı paylarına dur dedi. Birinci basamak sağlık kuruluşları bu karardan sonra yani SES’in açtığı davanın sonucunda ücretsiz oldu.

Hükümet ne yaptı?

Sanki bu durum kendi iradesiyle gerçekleşmiş gibi, büyük büyük ilanlar hazırlattı; “Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri Ücretsiz.” diye...

Aile hekimliği uygulaması başladığında Manisa merkezde üç adet Toplum Sağlığı Merkezi(TSM) açıldı. Daha doğrusu açılmış gibi yapıldı. İlk önce Sağlık Müdürlüğünün alt katı verildi 1 Nolu TSM ye. Olmadı eski 1 Nolu Sağlık ocağına taşındı. 2 Nolu TSM Karaköyü mesken tuttu. 3 Nolu TSM ise sadece kâğıt üzerinde kaldı, bir türlü oluşturulamadı.

Yani her biri yüz bin nüfusa bakacak bu merkezler adeta kaderlerine terk edildi.

En az ek ödeme buralarda çalışanlara verildi. Yetmedi geçici görevlere, aşılara ve her türlü zor göreve buranın personelleri koşturuldu.

O dönemde de yine sokaklara çıktık. Basın açıklamaları yaptık. Kokart taktık. İtiraz ettik.

Yıl 2010 Kasım ayı iki TSM birden kapatıldı. Hem de hiçbir makul gerekçe gösterilmeden. Adeta açamadık bari kapatalım dendi.

Artık Manisa’nın birinci basamak sağlık hizmetlerine yani 300 bin nüfusa tek Toplum Sağlığı Merkezi bakacak…

Hem de kadroları azaltılmış, geçici görevlendirmelerle uslandırılmış, yorgun bir TSM ile yoluna devam edecek Manisa ili... Ve birinci . basamak sağlık hizmetleri...

Kolay gelsin...

2008 yılında 100 bin nüfusa bir TSM yetmez diyorduk, madem yetmez 300 bin nüfusa baksın dediler.

Ne dersiniz; Evet mi diyelim, Hayır mı?

Yoksa “Yetmez ama Evet mi?”

Sağlıcakla…

17.12.2010

11 Aralık 2010 Cumartesi

Torbaya konan yasalar…

Yeni ve çıkması muhtemel torba yasa tasarısının adını biliyor musunuz?

“Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu Ve Diğer Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı.”

Adı üzerinde bir torba yasa tasarısı.

İçerisinde ne yok ki?

Devlet memurlarının disiplin amirlerinden tutunda, meslek liselerinde okurken staj yapan gençlerin alacağı ücrete, Genel Sağlık Sigortası ile ilgili düzenlemelerden, esnek ve kuralsız çalışmaya varıncaya kadar her şey.

Yasa tasarısını indirip okumak isterseniz tam yüz altmış üç sayfa, yetmiş bin iki yüz seksen üç sözcük.

Hem de ne sözcükler var içinde. Örnek: tevkifat, tarhiyat, muhtasar, ihtirazi kayıt, iblağ, emtia, topaz, fer’i alacak vb…

Ne diyorlar bu yasalarda, bizi ilgilendiren bir bölüm var mı içinde diye merak edip açsanız, ilk önce iktisat, sonra hukuk okumanız yetmedi ardından da büyük bir Osmanlıca sözlük indirmeniz gerekecek.

Neyse ki sendika uzmanlığı diye bir meslek var. Erkan Aydoğanoğlu almış taslağı incelemiş tabi uzman, demin dediğim konulara vakıf, bir değerlendirme yazmış. Ben de yüz altmış üç sayfa, yetmiş bin iki yüz seksen üç sözcükten oluşan asıl taslağı bırakıp uzmanımızın on sayfa dört bin iki yüz bir sözcükten oluşan değerlendirmesini okudum.

Okuduğum bölümlerden bir kaçını buradan aktarayım. Özetin özeti bir bakıma…

MADDE 23… Bu güne kadar asgari ücret 16 yaşından küçükler ve 16 yaşından büyükler diye belirleniyordu. Değişiklikle asgari ücret; 18 yaşından büyükler ve 18 yaşından küçükler olarak belirleniyor. Yani gençler iki yıl daha az paraya çalışsınlar deniyor.

Halen 16 ve 17 yaşında olanlar iki yıl daha ayda 80 TL az ücrete razı olacaklar demek oluyor.

MADDE 54… Bu madde de yapılan değişiklikle; meslek liselerinde okuyan öğrencilere staj sırasında ödenen ücretin düşürülmesi söz konusu.

Nasıl yapılıyor?

Bu durumdaki gençlere halen “Asgari ücretin % 30’undan daha az ödenemez.” İbaresi değiştiriliyor ve “Asgari ücretin net tutarının % 30’undan daha az ödenemez.” Denerek gençlerin aldıkları ücret düşürülerek murat edilen gerçekleştiriliyor.

MADDE 59… Söz konusu değişiklikle 18–29 yaş arası gençlere istihdam olanakları sağlanmaya çalışılıyor deniyor.

Nasıl?

Belli kriterlere sahip 18–29 yaşa arası gençleri işe alan işverenlerin o işçilerle alakalı sigorta primi vb gibi ödemeleri işverenden alınmıyor.

Nereden alıyor?

İşsizlik sigortası fonundan… Yani işçilerin emekleri ile oluşturdukları fon bir bakıma patronlara vergi indirimi şeklinde yansıtılıyor.

“Ama işsizliğe çare olsun diye yapılıyor” diyenler yanılıyor. Çünkü yeni istihdam alanları açılmıyor. O halde bu vergi indiriminden yararlanmak isteyen patron ne yapacak?

Bu konuda Erkan Aydoğanoğlu’nun değerlendirmesi şu şekilde; “Bu düzenleme yürürlüğe girdiğinde, işverenler prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar deneyecek. 29 yaş altında olanları daha çok istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışacak. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması neredeyse imkânsız hale gelecek. Bu uygulama sanıldığının aksine istihdamı teşvikten çok, özellikle 30 yaş üzerindeki işsizlerin istihdamını neredeyse imkânsız hale getirecek.”

MADDE 75… bu madde 657 sayılı yasanın 91. Maddesinde yapılacak bir değişiklikle ilgili. Diyor ki; Kadrosu kaldırılan memurlar, en geç altı ay içinde kendi kurumlarında niteliklerine uygun bir kadroya atanırlar. Bunlar, atama işlemi yapılıncaya kadar kurumlarında niteliklerine uygun işlerde çalıştırılır ve yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait malî haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam ederler. “

Eski kadrolarına ait mali ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam ederler. Güzel.

Ne zamana kadar?

Atama işlemi yapılıncaya kadar.

İşte bu konuda da Erkan’ın bir uyarısı geliyor; 657 sayılı DMK’nın 4-C maddesi yukarda belirtilen işlemin bizzat yapıldığı bir düzenlemedir. Özelleştirilen kamu işletmelerindeki kamu işçileri, 4-C kadrosuna geçene kadar özlük haklarını ve ücretlerini tam almış daha sonra işçilerin 4-C’ye geçirilmesi ile ücret ve özlük haklarında yarıdan fazla kayıp yaşanmıştır. Taslağın 4. maddesi dikkatli okunduğunda “kadrosu kaldırılan memurlar”ın “yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait malî haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam” edeceği belirtilerek, “yeni bir kadro” ifadesi ile ne kastedildiği tam olarak anlaşılamamaktadır.

Tekel işçileri atama işlemleri yapılıncaya kadar hak kaybı yaşamadılar taki 4C’ye atanana kadar.

Tasarıda bahsi geçen, esnek çalışma, kuralsız çalışma, memurların disiplin amirlerinin değişmesi konusu, kurumlar arası geçici görevlendirmeler konularına giremiyorum bile.

Şimdi siz polisin üniversiteli gençlere neden bu kadar sert müdahale ettiğini merak ediyorsanız ve anlamaya çalışıyorsanız ben bu torba yasa ile bu müdahaledeki sertliğin bağlantılı olduğunu düşünüyorum…

Torbadan bizler için ne çıkacak acaba diye bakanlara söyleyebileceklerim şimdilik bunlar.

Sağlıcakla…

10.12.2010

5 Aralık 2010 Pazar

Doktor bu ne? !!perdón! dottore (Doktor Pardon)

SES Manisa Şube Üyesi Celal Bayar Üniversitesi Hastanesi Doktorlarından Dr Özcan Sakıncı altı ay tutukluluktan sonra serbest bırakıldı.

Yani devlet bir bakıma “Doktor Pardon” dedi.

Önce evini bastı, evinde bulunan birkaç dergi, bir iki kitap vs'ye dayanarak, Doktor bu ne? dedi. Altı ay sonra serbest bıraktı.

Altı ay önce silahlı terör örgütü üyesi olmak suçlaması ile sabaha karşı saat beşte evinden alınan ve altı ay cezaevinde tutulan üyemiz, geçen Cuma günü yani 26.11.2010 günü görülen duruşmasında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Peki, ne oldu da gözaltına alınan ve altı ay tutuklu kalan arkadaşımız serbest bırakıldı?

Mahkeme heyetinin dediğine göre; sanıkların delilleri karartma ihtimalleri kalmadığından tutuksuz yargılanmalarına…

Delillerden kasıt birkaç dergi, bir iki kitap, kendi aralarında telefon görüşmeleri ve bir de fotokopi bir belge…

Başka delil?

Yok…

Hâkim tahliye kararını okuduğunda salondaki sevinci görmeliydiniz.

Bense yaşanan sevincin aksine üzüldüm.

Sanki biri yüreğimi ellerinin arasına almış, sıkıyordu, sıkıyordu...

Sevinenlere, böyle bir duruma sevinmek zorunda kalacak kadar çaresiz kalan dostlarıma üzüldüm...

Düşünün; Bir mahkeme, birkaç dergi ve bir iki kitap, bir de fotokopi bir belge...

Sabaha karşı saat beşte polis evinizi basıyor hem de öyle böyle değil birkaç panzerle ve onlarca polis... Ve sizi, eşinizi; dergi ve çoğu tıpla ilgili kitaplarınızı tutuklayıp götürüyor...

Sendika olarak emniyete gittiğimizde; gizlilik kararı var avukatlar bile görüşemez deniyor.

Sonra tutuklanıyorsunuz ve cezaevine konuyorsunuz.

Aradan altı ay geçiyor ve sendikamızın avukatı “Efendim bu dava skandal bir davadır. Artık bu tür davaların açılması bile üzücüdür. Müvekkilim çocuk doktorudur, toplumda saygın bir kişidir. Kaçma ihtimali yoktur. Birkaç dergi ve bir iki kitap bir de nereden nasıl elde edildiği, sahte mi gerçek mi olduğu belli olmayan bir belgeye dayanarak altı aydır içerde tutuluyor. Müvekkilimin tahliyesini talep ediyorum.” Ve mahkeme, 15 dakikalık bir aradan sonra, karar veriyor.

"Bütün delillerin toplandığı görülmüş olup sanıkların delilleri karartma ihtimali olmadığından, söz konusu belgenin mahiyeti hakkında içişleri bakanlığına yazı yazılmasına ve sanıkların tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesine…”

Dedim ya salonda büyük bir sevinç. Bizim doktoru göreceksiniz nasıl mutlu, sanki tıp fakültesini yeniden kazanmış. Kendi deyimiyle mordoğan bir çocuğun ağlama sesini duyduğunda hissettiği mutluluk var üzerinde, etrafa öpücükler gönderiyor. Bir de babasına sakin ol işareti yapıyor. Bunca heyecana yüreği dayanmaz diye korkulan babasına...

Düşünün çocuğunuz üniversite sınavında ilk bine girmiş, tıp fakültesini hem de ülkenin en iyi tıp fakültelerinden birini kazanmış. Yetmemiş dünyanın en zor sınavı diye tabir edilen Tıpta Uzmanlık Sınavında (TUS) yüzüncü olmuş. Daha yeni çocuk doktoru çıkmış...

Bir duyuyorsunuz ki çocuğunuz evi basılarak tutuklanmış…

Niye?

Herhangi bir gazete bayisinde bulunabilecek yasal bir derginin birkaç sayısı, bir iki kitap ve nereden geldiği, nasıl elde edildiği dahi bilinmeyen, fotokopi bir belge yüzünden.

Sonra altı ay süren ceza evi, hücre, tecrit…

En sonunda mutlu(!) ara karar; tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor.

Dava sırasında iki, üç defa Özcan’ın babasına baktım; yıkılmıştı, sakin olmaya çalışmaktan başka sıkıntısı yok gibiydi. Yüzüne baksanız, içinde kopan fırtınaya kalbi dayanmayacak zannedersiniz.

Kim bilir ne kadar zordur bir baba için oğluyla ilgili verilecek kararı beklerken geçirilen 15 dakika...

Tutuksuz yargılanan biri adres tespiti sırasında; “Adresim değişti efendim” diyor ve ekliyor “Gözaltı sonrası değiştirmek zorunda kaldım.”

İçim cız etti...

Büyük bir şamata ile sabaha karşı saat beşte eviniz basılıyor ve gözaltına alınıyorsunuz. Emniyete çağrılsanız gidebilecekken, illa sabaha karşı saat beşte gelen ve çok önemli bir suçluyu gözaltına almış gibi davranan bir kaç araba polis... ve o mahallenin en büyük gündemi olan siz... Şimdi barınabilirsen barın o mahallede…

Adamcağız da taşınmış.

Taşınmak zorunda kalmış.

Verilen kararların, gözaltıların arka planları ne kadarda trajik…

Şu işte diyecekler, “Geçen gün sabaha karşı saat beşte evi basıldı. Yargılanıyormuş.”

Sağlıcakla…
03.12.2010

Aşının ithali biber gazının yerlisi

Yoksa siz de ilerde biber gazı maliyetini arttıracak çocukların yerli aşı vurulmaları yerine yerli biber gazı ile etkisiz hale getirilmesinden yana mısınız?

Seksenli yılların ortalarında o zamanın tek televizyonu TRT'de Zeki Alaysa–Metin Akpınar’ın aşı ile ilgili reklâm filmleri gösterilirdi. O filmlerden en çok aklımda kalan kısmı ise Metin Akpınar’ın “Çocukla aşı olmaz. Zeytunge, zeytunge” dediği bölümdü. Metin Akpınar böyle deyince fondan aşının faydaları anlatılmaya başlanırdı, Metin Akpınar anlamaya çalışan mimikleri ile dinler tam anladı denilen yerde; “Hemen eşeği aşılatacağım” der ve bu yolla taşrada çocuklara verilen önem hicvedilirdi.

Benim çocukluğuma ilişkin bu kareler bizlere ve büyüklerimize aşının önemini çok iyi anlatmış olsa gerek köye sağlık ekibi geldiğinde annem kolumdan tuttuğu gibi aşılatmaya götürmüştü beni. Benim aşının güzel ve yararlı olduğunu anlamamda sağlık görevlisinin üzerine aşı damlatılmış şekeri ağzıma vermesiyle mümkün olabilmiştir diyebilirim.

Biber gazı ile ilgili haberlerin ajanslara düştüğü yıllar ise 2000'li yılların başında oldu. Emniyet artık toplumsal olaylarda vatandaşı copla dağıtmıyor, biber gazı kullanıyordu. Yani önce gazlıyor, ardından copluyordu. Bazen gazlarken copluyor, bazen de coplarken gazlıyordu. Çoğunlukla “Ayakların baş olmaya…” yeltendiği anlarda ortaya çıkan bu gaz en çok "Taksimde 1 Mayıs" tartışmalarında tanıştığımız bir olgu haline geldi. Hatta bir süre sonra bu kimyasal silah, emniyet teşkilatının vazgeçilmezleri arasında yerini almış ve geçen yıllarda kullanımı epey artmıştı.

Biber gazı ile aşının aynı yazıya malzeme olması fikri ise ülkemizde yerli biber gazı üretimine başlanacağına ilişkin haberi okumamla ortaya çıktı. Belki tesadüf belki değil ama bu haberi de TRT'nin web sayfasından okudum.

Haberde; yılda ortalama 70 bin adet biber gazı ithal eden emniyetin katlanarak artan biber gazı maliyetinden gaza gelerek çareyi yerli üretimde bulmasından bahsediliyordu.

Bu haberi okuyunca ilkokulda almış olduğum ve şimdilerde neredeyse unutulmuş olan “Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı” eğitimimden olsa gerek heyecanlandım. Heyecanlandım çünkü artık eylemlerde gözümüze “yerli malı” biber gazı sıkılacaktı. Bu durum bizlerin, gazı üretenlerin yurttaşlarımız olması nedeniyle avunmamız ve dolayısıyla da daha az acı çekmemizi sağlaması söz konusu olabilirdi. Hem belki gazı kullanan polis memurları sprey kutularının üzerindeki uyarıları okuyacak ve sıktıkları maddenin vitamin olmadığını, bir tür kimyasal silah olduğunu düşünerek daha az sıkmaya özen göstermeleri de ihtimal dahlindeydi. Ve böylece biber gazı maliyetleri katlanarak artmak yerine katlanarak azalabilecekti.

Konunun aşı ile bağlantısı ise Sağlık Bakanlığı'nın, Emniyet'le aynı hassasiyetleri paylaşmayıp yerli aşı üretimi ile ilgili bir çalışma içine girmemesi nedeniyle oldu.

Yılda 70 bin adet biber gazı, 50 milyon adet de aşı ithali yapılıyor ülkemize. Sağlık Bakanlığı'nın açıkladığı verilere göre 2009 yılında aşı için 300 milyon TL para harcanmış.

Gerçi emniyetin biber gazı maliyetlerinin katlanarak artacağı ile ilgili öngörüsü hiç yabana atılır gibi değil. Bu durumda ya biber gazı sıkılacak insan sayısında veya biber gazı sıkılan insanlara sıkılacak miktarda bir artış katlanması bekleniyor anlamı çıkar ki her iki durumda da pek parlak bir gelecek beklemiyor bizi...

Gelelim deminden beri sormaya fırsat bulamadığımız o beklenen soruya; Sağlık Bakanlığı neden yerli aşı üretimi çaresine yönelmiyor?

Bu konuda sıralanan birkaç bahane var. Birincisi nüfusumuzun az olması nedeniyle aşı üretim maliyetinin yüksek oluşu ki bu bahane aşı üretimi yapan Küba’nın nüfusunun 11 milyon olduğu düşünülürse hemen çürütülür. İkincisi ise devletin üretim yapması fikrine sıcak bakılmamasıdır. Bu konuda biber gazı için düşünülen yerli üretim çözümü düşünüldüğünde inandırıcılığını yitiririr.

Neredeyse Osmanlı'dan bu yana aşı üretebilmiş bir ülkede 1998'den bu yana aşı üretimine son verilmiş ve her yıl milyonlarca lira aşı ithali için harcanıyor.

Yine Sağlık Bakanlığı'nın verilerine dönecek olursak; aşıya 2005 yılında 51 milyon, 2006’da 113 milyon ayrılmış. 2009 yılında 300 milyon harcanmış. 2009 yılında sadece domuz gribi için ayrılan bütçe ise 500 milyon. Görüldüğü gibi asıl katlanma aşıya ayrılan bütçede oluşuyor.

Konya Selçuk Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden Prof. Dr. Osman Erganiş "En fazla 100 milyon avroluk bir bütçeyle aşı tesisi kurulabilir. Burada Türkiye’nin 10 yıllık aşısı üretebilir" diyor (bkz saglikaktuel.com).

Anlaşılan Sağlık Bakanlığının ufku emniyetin ufku kadar açık değil. Bizim gibi her gün hak kaybı yaşanan ülkelerde emniyetin ufkunun açık olması pek şaşılacak bir durum gibi gözükmüyor zaten.

Ancak her şeye rağmen aşı bilinen en etkin koruyucu sağlık hizmeti materyali, biber gazı ise bir tür kimyasal silah ve insan sağlığına zararlı olduğu kanıtlanmış durumda...

Birinin yokluğu sevindirirken diğerinin yokluğu üzüyor. .

Sizce aşı mı, biber gazımı?

Yoksa siz de ilerde biber gazı maliyetini arttıracak çocukların yerli aşı vurulmaları yerine yerli biber gazı ile etkisiz hale getirilmesinden yana mısınız?

Sağlıcakla...
26.11.2010

12 Kasım 2010 Cuma

Bireysel, pilot, ücretsiz(!) Aile Hekimliği

Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğe sorun “Aile nedir?” diye

Size şöyle cevap verecektir; Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik.

Sağlık Bakanlığına sorun; Aile Hekimliği sisteminde neden her birey ailesinden bağımsız olarak istediği hekime kayıt olabiliyor? Aile ana, baba ve çocuklardan oluşan bir birlik ise, aile hekimliğinin aileye tümüyle bakması gerekmez mi? Ailenin parçalanamazlığı ilkesi nerede kaldı?

Emin olun tatmin edici bir cevap alamazsınız.

Ne diyebilir ki?

“Ben vatandaşa hoş görünsün diye adına Aile Hekimliği dedim ama bu uygulamadaki asıl maksadım bireysel sağlık sigortası modelini oturtmaktır. Ancak bu yolla özel sigorta şirketleri ve Sosyal Güvenlik Kurumuna birinci basamak sağlık hizmetlerini devredebiliyorum” mu diyecek?

***


Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğe sorun “Pilot Uygulama nedir?” diye.

Size şöyle cevap verecektir; “Alınacak sonuçlara göre öteki birimler veya bölgelerde uygulamaya geçilmesi amacıyla yeni bir üretim süreci, kalkınma projesi veya iktisadi ve mali uygulamaların önce belli bir tesis, fabrika veya bölgede denenmesi.”

Sağlık Bakanlığına sorun; Aile Hekimliği Pilot uygulamasını beş yıldan bu yana uyguluyorsun. Uyguladığın yerlerdeki sonuçları kamuoyu ile neden paylaşmıyorsun? Eğer pilot uygulamanın sonuçlarını değerlendirmeyeceksek neden adına pilot uygulama dedik? Adına pilot dediğiniz bu uygulamayı hangi hakla tüm ülkeye yaygınlaştırıyorsunuz? Tüm ülkede uygulanan pilot uygulama olur mu?

Emin olun tatmin edici bir cevap alamazsınız.

Ne diyebilir ki?

“Bu uygulamanın devam edip etmeyeceğine pilot uygulamanın sonuçlarına bakıp karar vermeyeceğim, ben Dünya Bankasının ve IMF nin talimatları nedeniyle “Sağlıkta Dönüşüm” adlı bir program uyguluyorum. Bu programda, öncelikle birinci basamak sağlık hizmetleri olmak üzere, sağlığın özelleştirilmesi söz konusu. O nedenle Sağlık Ocağı sistemini kaldırıp yerine Aile Hekimliği sistemini getirmek istiyorum. Adına Pilot uygulama dediğim bu sistemi uyguladığım illerdeki sonuçlara bakıp karar verme durumunda değilim. O halde uyguladığım illerdeki sonuçlar beni ilgilendirmiyor ben uygulamaya ama mutlaka uygulamaya çalışacağım” mı diyecek?

***


Bu aralar kime ne sorarsanız sorun ama Sağlık Bakanlığına, sağlıkta dönüşüme ilişkin, bir şey sormayın çünkü tatmin edici bir cevap alamazsınız. Yapılanları herhangi bir kriterle, ölçü aletiyle ölçmeye çalışmayın anlayamazsınız.

Aile hekimliği pilot uygulaması ilk başladığı yıl olan 2005 yılında ne dediler “Birinci basamak ücretsiz.” Biz o yıllarda bunun geçici olduğunu ve bu sürecin sağlıkta özelleştirme anlamına geldiğini söyledik. Yalanladılar ve kanıt olarakta birinci basamağın ücretsiz olmasını gösterdiler. 2009 yılında bu sözlerini unuttular ve birinci basamağa katkı payı adı altında 2 TL ücret koydular.

SES (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) tüm katkı paylarının iptali için dava açtı ve mahkeme birinci basamak sağlık hizmetlerinde alınan katkı paylarının yürütmesini durdurdu. Her fırsatta yargıyı hakla şikayet eden hükümet bu konuda şikayette bulunmadı.

Yani alıp eline mikrofonları şöyle demedi hükümet üyeleri; “Biz birinci basamakta katkı payı almak istedik ama SES konuyu yargıya taşıdı ve yargı yürütmeyi durdurdu. Artık sizden, SES ve yargı nedeniyle her başvuruda aldığım katkı paylarını alamayacağım.”

***


Ne yaptı Sağlık Bakanlığı?

Sanki ücretsiz sağlık hizmeti sunmak gibi bir niyeti varmış gibi, İstanbul dahil bütün kentlerde “Birinci basamak sağlık hizmetleri ücretsiz” propagandası yaptılar.

Sağlık Bakanlığının bu davranışını Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlüğe sorsak bize şöyle cevap verecektir; Söz bulunamadı.

Sağlıcakla…

4 Kasım 2010 Perşembe

1 MM LİK KÜPEYE KAÇ SÜRGÜN SIĞAR

Manisa'da bir Cuma Öğretmen var. Cuma öğretmen Manisa kamuoyu tarafından tanınan bilinen biri.

Hemen her yıl çevre konusunda duyarlılık oluşturmak maksadıyla yürüyüşler düzenleyen çevreci bir öğretmen. Bir yıl Ankara, diğer yıl Edirne’ye yürümüştü. Geçen yılda Hakkâri’ye yürüdü, hani çoğumuzun otobüsle dahi gitmeye cesaret edemediği Hakkâriye... Hem de günde 40 km yol yaparak 2 ay boyunca yürüdü. Bir pazar arabasına koyduğu çantası arkasında Manisa'dan çıktı ta Hakkariye...

Tüm bunları yapan ve kamuoyu tarafından takdir edilen Cuma öğretmen, bundan bir süre önce kulağına küpe takmaya başladı. Hem de hiçbir gerekçe göstermeden sadece sevdiği için taktı bu küpeyi ve o günden sonra bakın başına neler geldi.

1. İlk önce Cuma Öğretmen sözlü olarak uyarıldı.
2. Sözlü olarak uyarının kar etmemesi üzerine soruşturma açılıp “Uyarı” cezası verildi. Hem de birer ay arayla üç uyarı cezası.
3. OKS gibi il genelinde yapılan merkezi sınav görevleri iptal edildi. Bir sınavda Manisa Milli Eğitim Şube Müdürünün, Teftiş Kurulu Başkanının ve Kız Meslek Lisesi Müdürünün içinde bulunduğu heyet tarafından küpe ile gözetmenlik yapamayacağı gerekçesi ile sınav salonundan çıkarılmak istenmesi ile karşılaştı. Bu zorlamayı reddetti ve yazılı emir talep etti. Bu olaydan sonra Cuma Öğretmene hiç bir sınavda gözetmenlik görevi verilmedi.
4. Tüm baskı ve soruşturmalar yetmedi, Cuma Öğretmen 1/30 maaş kesim cezası aldı.
5. Son olarak Manisa'nın Merkez Maldan Köyüne(40 km) sürgün olayı gerçekleşti.

Oldukça uzun süren bu küpe takma mücadelesi sürecini kısaca özetlemiş olduk.

Tabi süreç bundan sonrada devam edecek gibi görünüyor. Olay öğretmenin sürgün edildiği Maldan köylülerinin Cuma Öğretmeni istememesi ile ilgili beyanatlarının basına yansıması ile daha farklı bir boyuta evrildi.

Şimdi olaya “Bu işin içinden çık çıkabilirsen.” Vakası da diyebiliriz.

Olaya kişi hak ve özgürlükleri açısından bakıldığında sorun yok. Zaten milli eğitim müdürünün; Cuma Öğretmenin küpeyi çıkarması durumunda sürgünden vazgeçilebileceği beyanı var.

Peki, sorun ne?

Sorun idarecilerin, toplumun ve Maldan köylülerinin; çocuklarının küpe takan bir öğretmene özenmesi korkusu.

İşte milli eğitim müdürlüğünün kararının arkasında bu çekince var. Çünkü toplumun kalıpları var. Çünkü şeklen yaşayan bir toplumuz biz. Oysa Cuma öğretmen şöyle diyor ; “Taktığım küpeyi abartılı buluyorlar. Ben 1 mm çapında küpeyi masum bir takı olarak ve sevdiğim için takıyorum. Küpenin birde dini, siyasi ve felsefi bir anlam taşıdığını düşünemiyorum bile. Bu durumda beni linç edecekler herhalde. Ben bu küpe ile hiçbir yere veya kişiye, kuruma mesaj vermiyorum.”

Ama dedik ya şeklen yaşayan bir toplumuz. Kalıplarımız var bizim ve herkes o kalıba uydurulacak.

Bakınız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyon tartışmalarına. Karşı çıkanlar ile onlarla mücadele edenlerin söylediklerine.

Ne diyordu o günlerde Başbakan; "1 metrekarelik başörtüsüne takılıp kalmakla Cumhuriyetçilik olmaz" oldukça anlamlı bir cümle. Benzer bir konuşmasında da başörtüsünün artık serbest kalması ve ülkemizin bu sorun yerine bilimle uğraşması gerektiğinden bahsediyor.

Ama gelin görün ki bir metre karelik başörtüsü için istenen hoş görü, Cuma Öğretmenin kendi ifadesi ile “1 mm lik küpe” sine gösterilmiyor. Gerekçe olarak velilerin ve öğrencilerin şikâyetleri gösterilse de bu konuda da Cuma Öğretmen; herhangi bir resmi şikayetin milli eğitime ulaşmadığını, kendisinin öğrencilerden, velilerden ve öğretmen arkadaşlarından destek aldığını söylemesi söz konusu.

Nerde kaldı kişi hak ve özgürlükleri.

Nerde kaldı modern toplum projesi.

O çok girmeye çalıştığımız AB de bu işler nasıl karşılanır?

Her fırsatta AB normları diye öne attığımız metinleri açın okuyun; Cuma öğretmene yapılan muameleyi haklı gösterecek bir bölüm, paragraf, cümle bulabilecek misiniz?

Cuma öğretmen oldukça mücadeleci bir kişiliğe sahip, Eğitim sen üyesi...

Ve bu mücadeleden vazgeçmeyeceğini söylüyor. Gerekirse AHİM e taşırım konuyu diyor.

Şİmdi bu konunun AHİM de tartışıldığını ve o mahkeme heyeti içerisinde küpe takan erkek hakimlerin Cuma Öğretmene yaşatılan eziyetler konusunda ne düşüneceğini hayal edebiliyormusunuz?

Ne diyeceğiz; Şekillerimiz vardır bizim.Erkek adam küpe takmaz mı diyeceğiz. Çocuklarımızın küpe takan bir öğretmeni olsun istemeyiz. Biz böyleyiz mi diyeceğiz?

Ama hayat boşluk kabul etmiyor işte bir öğretmen çıkıyor ve alt üst ediveriyor değer yargılarımızı.

Ben tüm kalbimle Cuma Öğretmeni destekliyorum. Konu çocuklarımla ilgili kısma gelince. Ben çocuklarımın, Cuma öğretmen gibi, aydın, çevreci ve küpe takan bir öğretmen tarafından yetiştirilmesinden yanayım.

Ve bir an önce Cuma Öğretmene yapılan eziyetten vazgeçilmesini, tüm milli eğitim camiasının Manisa’nın eğitim başarısını nasıl alt sıralardan alır üst sıralara çıkarabiliriz sorusuna yanıt aramasını, Başbakanın ifadesiyle bilimle uğraşmalarını tavsiye ederim.

Sağlıcakla…

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=33608

27 Ekim 2010 Çarşamba

2011 bütçe oyunları ve kesinleşen memur maaş zamları

Geçen hafta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 2011 bütçesini açıkladı ve arada 2011 memur maaş zamlarını da açıklamayı ihmal etmedi.

Kimi yayın kuruluşları “Memur maaş zamları kesinleşti” diye servis etmiş bu haberi.

Ne maliye bakanının zam oranlarını açıklaması ne de medyanın bunu kesinleşmiş zam oranları olarak haberleştirmesi şaşırtmadı beni.

Uzun zamandan beri memur maaş zamları dâhil birçok konunun bütçe yapılırken belirlendiğini herkes biliyor.

Bu nedenle KESK, bütçeye dönük eylemler yapıyor, toplu görüşmeler için “orta oyunu” deyimini kullanıyordu.

Hatta bu konuyla ilgili “Geleneksel 15 Ağustos Memur Tiyatrosu” başlıklı bir yazı yazdığımı dahi hatırlıyorum.

Ne diyorduk?

Toplu görüşmeler, memuru oyalamak için sahneye konan bir tiyatro oyunundan farksızdır. Bu oynanan oyunun figüranı olmayacağız.

Eski bir söz vardır; “Bizans’ta oyun bitmez” diye, bunu “Osmanlıda oyun bitmez” diye kullananlar da var.

Yani şimdiki zamana uyarlayacak olursak “Hükümette oyun bitmez.” Bitmedi de.

Artık toplu görüşmelerin bir anlam ifade etmediği, bunun bir oyun olduğu memurlar tarafından iyice anlaşıldı. O halde yeni oyun devreye sokalım dendi ve Anayasa değişikliği paketinin içine memura “Toplu Sözleşme Hakkı” ilave edildi.

Grevsiz toplu sözleşme…

Hem de sonucunu yargıya taşıyamayacağımız bir toplu sözleşme… Tıbbi deyimi ile ifade edecek olursak; "Ölü doğum."

İşte bu ölü doğumla ilgili olarak memur konfederasyonlarının en yetkilisi Memur Sen tereddütsüz "Evet" dedi. Ve bu oyunu kâfi gördüğünü ifade etti. Şaşırmadık.

2001 de Toplu Görüşme hakkı verilirken “yetmez ama evet” diyen Kamu Sen bu sefer “hapı” yutmadı ama referanduma “Hayır” diyemedi. Eveledi geveledi durdu. Şaşırmadık.

KESK’in ise belki de tarihinde ilk defa kafası karıştı. Ne diyeceğini bilemedi. KESK Genel Başkanının "Toplu görüşmeleri referandum sonrasına erteleyelim" ifadesinden yola çıkarak gol atmaya çalışan hükümetin karşı atağını toparlama derdi, 12 Eylül’le hesaplaşma, darbelere karşı olma vb gibi gerçekte içi boş argümanlar vs derken tavrını açık etmedi. Şaşırdık.

Geçen hafta yani 12 Eylül referandumunun tozu dumanı arasında daha Toplu Sözleşme Hakkı verilmesinin üzerinden 33 gün geçmişken, Mehmet Şimşek 2011 bütçesini açıkladı.

33,5 milyarlık bütçe açığı öngörülen ama içeriği itibariyle sermayeden, ranttan yana... Halktan, emekçiden, yoksuldan uzak olan 2011 bütçesi.

İşte o bütçeyi bağladı ve meclise gönderdi sayın maliye bakanı.

Tüm bunlar olurken memur maaş zamlarını da açıkladı hazret, % 4 + 4…

Şimdi memur sendikaları dönüp şu soruyu soracaklar mı kendilerine; Ne oldu bizim toplu sözleşmeye?

2011 yılı toplu sözleşmesi ne zaman yapıldı da bütçe bağlandı?

Dedik ya oyun içinde oyun.

Daha biz bir oyunu deşifre ettik emekçilere anlattık derken ikinci, üçüncü oyun sahneye konuyor bile. Bizim anlatma hızımız hükümetin oyun sahneleme hızına yetişmez biliyoruz ama bakın bir oyundan daha bahsedelim konu bütçeden açılmışken.

Bütçe gelirleri belirlenirken vatandaştan gelirine göre vergi alınması öngörülüyor ve her ne kadar adil bir belirleme değilse de, vergi ödeme oranları belirleniyor. Örneğin 2006 bütçesinde 7000 TL ye kadar geliri olanların % 15 vergi ödeyeceği, daha üst rakamlarda bu oranın % 20, 25,30 vb şeklinde artacağı yazılmış ve bu durum bir tablo ile sunulmuş.

Gelelim oyuna; 2006 yılı en düşük memur maaşı ortalama 750 TL, 2010 yılı en düşük memur maaşı ise 1254 TL. Yani 2006 ila 2010 arası memur maaşları % 66 artmış.

Öte yandan 2006 yılı bütçesindeki vergi dilimlerine göre % 15 lik vergi dilimi 7000 TL… 2010 da ise bu rakam 8800 TL yani artış oranı % 25…

Bu ne demek?

Bir memur 1254 TL gelir elde ettiğinde Temmuz ayında vergi dilimi % 5 artacak ve Temmuzda % 4 zam alsa dahi geliri % 1 azalmış olacak.

Oysa vergi dilimi de % 66 arttırılmış olsa idi vergi dilimi 11600 TL civarında olacaktı. Yani aynı memur temmuzda değil ekim ayında % 5 lik vergi dilimi içerisinde yer alacak böylelikle 200 TL daha az vergi ödeyecekti.

Hani memurlar vergi vermiyor diyenlere ne kadar zihin açıcı oldu bilmiyorum ama bu durumu Sayın Maliye Bakanının bilmemesi pek inandırıcı olmasa gerek.

Sağlıcakla…

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=33469

19 Ekim 2010 Salı

KARTON KUTU

Kapıyı açtığımda somurtkan yüz ifadesi ile ellili yaşlarda bir bey, oldukça yorgun bir o kadar da ezik duruşu ile elindeki kutuyu bana doğru uzatarak:
-Bu kutuyu size gönderdiler dedi.

Kutuyu elime alır almaz içimde bir şeylerin kıpırdandığını hissettim. Bu, kutunun içinde ne olduğunu bilmenin, ama bir şey yapamamanın duygusal ağırlığıydı.

Karton kutuyu ellerimin arasına bırakır bırakmaz dönüp giden hademenin arkasından sadece bakakaldığımı hatırlıyorum.

Kutuyu kimin gönderdiği veya içinde ne olduğunu sorma ihtiyacı dahi hissetmedim. Şimdi oldukça garip gelen iç güdüsel bir korku sayesinde biliyordum kutunun içinde ne olduğunu.

Elimde karton kutu ile öylece kalakaldım.

Karton kutuyu ne açabilirdim, nede bir kenara bırakabilirdim artık.

Çünkü biliyordum;

Karton kutuda ölü bebekler vardı. Sayısı yüzlerce... Doğduklarını hissetmiş ama dünyaya ilişkin, ancak yeni doğan servislerindeki küvözlere kadar fikirleri olan ölü bebekler. Aynı anda onar onar ölüp, neden öldüklerini bilmeyen, ölü bebekler.

Karton kutuda Tuzla tersanelerinde kum torbası kadar değeri olmayan ölü işçiler vardı. Kimi metrelerce yüksekten düşerek parçalanan, kimi tonlarca ağırlıktaki gemi parçalarının altında ezilen, kimi kum torbası niyetine boğulan, kimi ölümün hangi tenhalıkta kendini beklediği merakıyla bekar odalarında gün sayan işçiler.

Karton kutuda Novamedli kadın işçiler vardı. Maske kullanmaları gereken bir işte sırf usta başı konuşup konuşmadıklarını anlasın diye maske takmalarına dahi izin verilmeyen ve zehirlenen novamedli kadın işçiler. Doğurmak istemeleri bile patron iznine bakan, yorgun novemedli kadın işçiler.

Karton kutuda ölü kot kumlama işçileri vardı. Daha yirmi, yirmi ikili yaşlarda ciğerlerine dolan kum yüzünden silikozis hastalığına yakalanan ve ölen kot kumlama işçileri. 50 liralık maske çok görüldüğü için ve hasta olduklarını ancak askerde çürüğe çıktıklarında öğrenen ve en fazla bir iki yıl yaşayan sigortasız, yoksul kot kumlama işçileri.

Karton kutuda sendikaya üye oldukları için işten atılan Yörsan, Menderes, Antoliv, Goodyear işçileri vardı. Sendika üyeliğini hainlikte eş tutan işveren mantığının doruk yaptığı fabrikaların onurlu işçileri.

Karton kutuda hastasından kaptığı Kırım Kongo Kanamalı Ateşi mikrobu yüzünden hastalanan ve hasta olarak yattığı sürece döner sermaye ücreti kesilen hemşireler, doktorlar vardı. Mesleki ilkeleri ayaklar altına alınan, performansa dayalı ücret sistemi ile yaptığı işe yabancılaştırılan sağlık emekçileri.

Karton kutuda mevsimlik işçiler vardı. Her yıl uzun yolculuklarda, trafik kazası geçirmez, sıtma ya da koleraya kapılmaz, tuvaleti banyosu olmayan naylon çadırlarda insanlık dışı koşullarda yaşamayı becerebilirse, köyüne dönüp bir yıl sonraki mevsimlik işçi olma yolculuğuna tespih çeken mevsimlik işçiler.

Karton kutuda köyüne çöp dökülmesin diye mücadele eden Develi köylüleri vardı. Hayatında hiç likit yumurta ile pişirilmiş omlet yiyememiş olan, ama köyüne, geleceğine, toprağına sahip çıkmanın ne demek olduğunu bilen Develi köylüleri.

Karton kutuda, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanunu yüzünden emekli olamayacak işçiler ve yeterli sağlık hizmeti almayacak yoksullar vardı.

-Ne var o karton kutuda?

-Karton kutuda; Bebekler, işçiler, yoksullar, köylüler...

Sağlıcakla...
07.10.2008

AÇ ÇOCUKLARDAN TASARRUF EDEN SAATLERE

Türkiye’de saat ayarlama uygulaması ne zaman başladı bilmiyorum, ama uygulamaya ait en eski anım, dedemin evdeki duvar saatini geri almamasıydı. Saatin bir saat ileriyi göstermesi hane halkı açısından sorun teşkil etmezdi, bu kolay yapılan bir hesaptı. Arada bir misafirlerin “O saat geç olmuş kalkalım.” dedikleri duyulunca “Yav o saat ileri hele oturun .”denir ve kısacık halledilirdi.
Dedeme saati ayarlama tekliflerim “Elleme” denir geçiştirilirdi. Ellemezdim. Saatin bozulmasından korkardı ve kimseye elletmezdi. Değerliydi bu tür gereçler.
Şimdilerde promosyon olarak dağıtılan duvar saatleri ortamı bu denli Çin’lemişken komik gelebilir ama, o zamanlar öyleydi.
Geçenlerde saatlerin geri alınacağı haberini duyunca dedem geldi aklıma, yaşadıkları, yaşayamadıkları; yaptıkları, yapamadıkları. Sonra günlük telaşlar arasında unuttum gitti. Taki Pazar sabahı (26.10.2008) Radikal gazetesinin birinci sayfasında “Açlığın Pençesinde” başlıklı haberi okuyuncaya kadar. Haberde şöyle deniyordu: “Mersin’de, 12 yaşındaki A.Ö. derste bayıldı. Karnı açtı. Evine gidildi. 14, dokuz ve üç yaşlarındaki S., A., ve F. de açtı. Baba hapiste, anne başka bir şehirdeydi…”
Heberi okuyunca yine küçükken söylediğimiz bir söz geldi aklıma: “Mersin tokatımı yersin.”
Yediğim tokattanmı bilinmez yüzümün kızardığını hissettim.
Eskiye dair hatırladığım anılar, açlıktan bayılan çocuklar ve küçükken söylediğimiz, Mersin’e ait söz üzerine düşündüm bir süre.
Eskiden saatlerimiz bozulur diye korkardık ve ellemezdik. Elletmezlerdi. Ama o vakitler köyümüzde açlıktan bayılan da olmazdı. Yoksul vardı ama bayılmazlardı açlıktan, doyurulurlardı.
Şimdi saatlerimizi bir saat ileri alarak bir milyon kilovat enerji tasarruf ettiğimiz söyleniyor, her yıl daha fazla büyüdüğümüz ve medenileştiğimiz ifade ediliyor ve Gayri Safi Milli Hâsılamız uçuruyor bizi.
Öyle ki ABD de başlayan küresel krizin bile “Allah’ın izni ile” bizi etkilemeyeceği ve ya” çok az etkileyeceği” söyleniyor. Ama gel gör ki 14 yaşında, on iki yaşında, dokuz yaşında, üç yaşında çocuklarımız açlıktan bayılıyor. Ne gam.
Ne büyük laflar ediyoruz oysa yaşamımıza ve çevremize dair. Mücadelelerimiz ne kadarda kutsal ve eleştiriden uzak. O kadar ki işte…
Ondan sonra her şey tuzla buz oluyor ve un ufak ufalanıyor bir gazete haberi ile. “ Mersin tokatımı yersin.” hepsi bu.
Peki, nedir bizi bu kadar kör eden? Bir öğretmenin öğrencisi bayılana kadar onun açlığını hissedememesi nasıl açıklanır? Çocuğu muayene eden doktor “bu çocuk açlıktan bayılmış” dedikten sonra devam edebilmiş midir hastalarına bakmaya? Ve ya hangi ilacı, hangi hastalığa, kaç doz yazabileceğine kafa yorarken toparlayabilmiş midir zihnini?
Sosyal hizmet uzmanları bu gazete haberini okuduk tan sonra sosyal devlet nedir, biz ne yapıyoruz, burası neresi demiş midir?
En önemlisi de öğretmen, doktor, hemşire, sosyal hizmet uzmanı, hâkim, parlamenter saatlerini bir saat geriye aldıklarında o gece aç yatan çocukların, çocuklarımızın açlığının bir saat daha uzayacağını düşünerek vazgeçmişler midir saat ayarlama işinden?
Ne dersiniz, önümüzdeki günlerde insanlığımızı bir nebze geriye alırsak ne kadar tasarruf sağlarız geceleri aç yatan çocuklarımızdan?
Ve belki alıp kitaplığımızdan Rıfat ILGAZ’ın “Çocuklarım” şiirini tekrar tekrar okurmuyuz bir daha unutmamak için? …Kiminiz limon satar Balıkpazarı'nda/ Kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder/ Biz inceleyeduralım aç tavuk hesabı/ Tereyağındaki vitamini/ Kalorisini taze yumurtanın…/ Birlikte neler düşünmedik/ Burnumuzun dibindekini görmeden/ Bulutlara mı karışmadık/ Güz rüzgârlarında dökülmüş/ Hasta yapraklara mı üzülmedik/ Serçelere mi acımadık kış günlerinde/ Kendimizi unutarak…
Sağlıcakla…

URBAN İÇİNDE ÜŞÜDÜK. ÇOK ÜŞÜDÜK

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız.
Turgut UYAR


Havalar çok soğuk.
Üç yüzü geçtiği söyleniyor Filistinli ölü sayısının. Katil demeli İsrail için. Yok yok bir iki kişiyi öldüren için kullanılıyor bu sıfat. Bunların yaptığı katliam. Daha ağır bir şeyler söylemek lazım... Üşüyorum.
Nicedir yalnızlar Filistinliler. Nicedir kolları kanatları kırık. Çocukları kucaklarında ölü. Dünyanın ağır sağırlığına inat çığlık çığlığalar.
Doksan yıldan bu yana bir halkın yaşayabileceği her türlü acıyı yaşadılar, yaşamaya da devam ediyorlar.
İşte onlardan bahsetmeli...
Bombardıman altında ilaçsız, aç, susuz Filistinliler, Filistinli çocuklar...
Havalar çok soğuk. Sibirya soğuğu diyor, ana haber bültenleri.
İsrail soğuğu olsa gerek.
Hiç bu kadar üşümemiştim insanlığımdan.
İnsanlıktan bahsetmek gerek, tüm dünyanın kulaklarının içine içine, bağırmak gerek.
Susmak onaylamaktır...
Susan katliama ortaktır...
Haykırmak gerek...
Çocuklar kucaklarda, sevilmek için değil, ya hastaneye ya morga doğru taşınmak için.
Çocuklar aç, açık, kan akıyor her yandan...
Hiç bu kadar kan kaybetmemiştim insanlığımdan.
İsrail'in Ankara büyük elçisi çıkmış ekrana yaptıkları katliamı mazeretlendiriyor bir bir.
Hala İsrail'in Ankara büyük elçiliği diye bir makam var. Buna ağlamak gerek.
Neyin elçiliğini yapıyor?
Filistinlileri çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç demeden nasıl öldürdüklerinin mi?
Hangi vicdan bunu dinlemeye dayanabiliyor?
Hiç bu kadar tiksinerek kapatmamıştım televizyonu.
Havalar çok soğuk.
Soğuğu yazmalı.
Hiç bu kadar soğumamıştım insanlıktan.
Türkiye Filistinli yaralıları tedavi ettirmek için girişim başlatmış. O gün yaralanan ve hala yaralı kalan kaç kişi var acaba?
Filistinli yaralılar...
Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi.
Bir hafta önce Türkiye'ye gelip barıştan, insanlıktan bahsediyor İsrail başbakanı, sonra dünyayı dar ediyor Filistinlilere. Bu denli vahşi bir kıyımı yapma cesaretini nereden aldığı ise biliniyor. Başta ABD olmak üzere suskun ve sağır dünya izin veriyor tüm bu yaşananlara.
Hiç bu kadar dar gelmemişti Dünya özüme.
Hiç bu kadar hiçleşmemişti dünya.
Hava çok soğuk.
Hiç bu kadar üşütmemişti insanlık beni.
Yeni bir yıla girerken mutluluklar dilemek gerek.
Hiç bu kadar umutsuz olmamıştım.
Nicedir yalnızdı Filistinliler, şimdilerde bir başınalar.
Sağlıcakla...
Not: Bu gün yani 31.12.2008 Çarşamba günü saat 12.45 de Filistin halkının yanında olduğumuzu haykırmak için KESK Şubeler Platformunun öncülüğünde gerçekleştirilecek basın açıklamamıza tüm Manisa'lıları bekliyoruz.

http://www.manisayaringazetesi.com/icerik.php?konu_id=41&tur=2&id

ORANTILI GENCAY GÜRSOY VE TAKSİM EDİLMİŞ OTEL ODALARI

Sabah saat 05 de otel odasında uyurken kapısının hızlı ve ısrarlı çalınması ile uyanan Gencay GÜRSOY bir anlam verememiştir herhalde kapıdakinin veya kapıdakilerin ısrarına. Önce otelde yangın çıkmış olabileceğini düşünmüş olmalı ya da doktor olmaktan kaynaklı acil bir durum diye de düşünmüş olabilir.
Ne düşündüğünü bilemiyorum ama kesinlikle düşünemediği ve aklının ucundan dahi geçiremediği tek şey kapıdakilerin kendisini gözaltına almak için gelen polisler olabileceği idi. Öyle ya yetmiş yaşındaki bir tıp profesörünün polisle, hele bu saatte, ne işi olabilirdi?
Kapıyı açmadan önce kim o demiş midir acaba? Ya da kapının diğer tarafından telsiz seslerini duyup ta anlamış mıdır neler döndüğünü?
Hocanın “Buyurun ne vardı?” sorusuna, kapıdaki görevlinin “Prof. Dr. Gencay GÜRSOY siz misiniz?” diye mi yoksa “Kayıt memuru Gencay GÜRSOY sen misin?” diye soruyla yanıt verip vermediği de merak konusu. Öyle ya dört yıldan bu yana arayıp ta bulamadıkları o nedenle de mahkemece tutuklama kararı verilen biriydi sonuçta aranan kişi. Kim nereden tanıyacaktı.
Ya da daha yetmişlik hoca kapıyı açar açmaz, kapıdaki kişi, bu görevin verilmesinden yeterince mahcup olmuş bir halde: “Hocam kusura bakmayın, biliyorum çok saçma ama biz sizi dört yıldan bu yana aramışız ama bir türlü bulamamışız. Ben olmaz dedim birkaç saat sonra dedim ama dinletemedim bu saatte sizi gözaltına alma emri aldım. Lütfen beni affedin.” dese hoş olmaz mı? Hocanın deyimiyle belki çok romantik kaçar ama hoş olurdu…
Otel odasından sabahın saat 05 inde, yetmiş yaşındayken üstelik, Ankara Tabip Odası Kongresinin olduğu gün, Türk Tabipleri Birliği Başkanı Gencay hoca gözaltına alınmasına alınmış mıdır? Yada alınmayıp beslense midir? Acaba şaşırmış mıdır tüm bu olup bitene? Kim bilir beklide kıs kıs gülmüştür, dört yıldan bu yana aranıp ta bulunamamasına. İçinden “Ah Aziz NESİN ah sağ olsaydın da görseydin yaşanan komediyi.” demiş midir?
Ben ilk duyduğumda 1 Mayıs geldi aklıma. Hadi canım dedim bu kadarda olmaz. Sonra Gencay hoca gözaltından çıkıp ta yaşananlara sebep dört yıllık bulunamayışını gerekçe gösterdiklerini anlatınca, o kadar da oluyormuş demek ki dedim.
Olaya ilişkin kabaca bir değerlendirme yaptığımızda şöyle diyorum hakikaten çok unutkan olabiliyoruz bazen. Birkaç demokratikleşme adımından sonra her şey güllük gülistanlıkmış gibi gelebiliyor bize.
Demokrasicilik oynuyormuşuz meğer ta ki işçiler, emekçiler taksim deyiverinceye kadar. Bence ne Taksim Meydanı nede başka hiçbir meydan kendinden menkul değildir ve bizler için emekçiler için 1977 1 Mayısında ölen işçileri emekçileri anmaktan öte anlamı da yoktur. Hoş 1977 1 Mayısında ölen işçileri anmak için fiziki olarak o alanda olmak da çok önemli değildir.
Biz 2008 1 Mayısında İzmir Gündoğdu meydanındaydık. Orada olduğumuz halde hem Taksim meydanında hayatını yitiren dostları hem maden ocaklarında göçük altında kalan işçileri hem hastalarından kaptığı mikrop yüzünden yaşamını yitiren sağlık emekçilerini andık ve gönlümüz hepsinden yana idi.
1 Mayıs İşçi ve Emekçi bayramı dünyanın tüm alanlarında olunduğunda güzel olur. Dünyanın tüm alanlarında coşku ile kutlandığında anlam bulur. İşçinin üzerine kırmızı su sıkılacağına eline kırmızı karanfil verilse özgürlükçü ve demokrat olunur. Ama maalesef 2008 1 Mayısında yaşananlar çok kötü görüntülerdi.
Yaşananları, bir kısım sendikacının inadı yüzünden meydana gelmiş “orantılı” güç kullanımı olarak görmek çok safça olur. Yaşanan şey açıkça hükümetin kimin patron olduğunu gösterme telaşından başka bir şey değildir.
İşçilerin geçen yıldan bu yana 1 Mayısı Taksim Meydanında kutlama istekleri biliniyorken KESK, DİSK ve Türk İşin bu konudaki kararı kamuoyuna açıklandığı halde taksim kapalıdır denmesi anlaşılır bir durum değildir. Polislerin Taksimde kutlama yapmasında bir sakınca yok, işçiler girerse provokasyon olur. Kimse inanmaz. Kimse inanmadı da.
Sonuç olarak ne işçilerin Taksim ısrarı ne hükümetin taksim olmaz dayatması nede Gencay GÜRSOY’un sabah saat beşte otel odasından gözaltına alınması hiçbiri bir birinden bağımsız ele alınamaz. Alınmadı da…
Sağlıcakla…

06.05.2008

17 Ekim 2010 Pazar

ARTIK YETER ECZANESİ

Bu günlerde eczanelerin vitrin camlarında kapkara afişler asılı. Afişlerde “Artık Yeter” diye yazıyor. Afişler kara ama Eczacıların geleceğe ilişkin umutları ise bembeyaz. Çünkü onlar kendilerine dayatılan bireyselliği, çürümüşlüğü, gemisini kurtaran kaptan anlayışını ardında bırakarak mücadele yolunu, dayanışmayı, meslek ilkelerini, kamusal sağlık hizmetini seçtiler. 21 Aralıkta Ankara’da yapacakları mitinge hazırlanıyorlar.

Eczacılar birliğinin internet sayfasına girmek istediğinizde ilk olarak o kara sayfa ile karşılaşırsınız. Hızla azalan bir saat koymuşlar. Mitinge kaç gün, kaç saat, kaç dakika, kaç saniye hatta kaç salise kaldığını oradan takip edebilirisiniz. Eğer takip edebilirseniz tabi. Mili saniyeler çok ama çok aceleciler ve azalırken takip edilmeleri nerdeyse imkansız.

Eczanelerin camında siyah renkte “Artık Yeter” afişlerini gördüğümde taleplerin ne olduğunu kabaca bilmeme rağmen net bir şekilde okumak amacıyla açtım veb sayfalarını Türk Eczacılar Birliğinin. İşte yukarda bahsettiğim saatle karşılaştığımda içim cız etti. Azalan mitinge kalan zaman değil azalan haklarımız, azalan sağlık hakkımız, eğitim hakkımız, sosyal güvenlik hakkımız diye düşündüm ve miting eczacıların değil hastaların, hasta yakınlarının, doktorların, hemşirelerin, sağlık memurlarının, diş hekimlerinin dolayısıylada tüm toplumun diye düşündüm.

Sağlık emekçisi olarak ilk göreve başladığım 1990 lı yıllardan bu güne ufak bir muhasebe yaptığımda bu durum daha da netleşti gözümde. O yıllarda bir gün eczacılar miting yapacak deselerdi, doktorlar geçinemeyecek, vatandaş devlet hastanesine gittiği için ayakbastı parası verecek, vatandaşa “sağlık hakkı” değil sadaka niyetine “sağlık yardımı” dağıtılacak deselerdi. Bu olsa olsa hayal gücü çok gelişmiş bir senaristin yazdığı bilim kurgu bir film diye düşünürdüm.

Suya atılan ve altı yavaş yavaş ısıtılan kurbağa misali nasılda haşlanmışız yıllarca. Ama artık yeter diyen eczacılar var, yağma yok.

29 Kasımda Ankara’da yüz binin üzerinde emekçiyle "İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi " diyen DİSK ve KESK var. Artık “Bizler sağlık emekçiyiz.” Diyen Türk Eczacılar Birliği Genel Başkanı var.

2007 yılı nisan ayında Aile Hekimliği uygulamasına karşı yürüttüğümüz mücadelemizde (şimdi Eczacılar Birliği Genel Saymanı) Manisa Eczacı Odası Başkanı olan Özgür ÖZEL vardı yanımızda, omuz omuzaydık. Aile Hekimliği panelinde ne konuşacak diye beklerken “Aile Hekimliğine karşıyız. Çünkü Ebe arkadaşlarımızı, sağlığın yükünü çeken, kapı kapı dolaşan sağlık emekçilerini yok sayıyor bu uygulama.” demişti. O gün samimi bir şekilde bizimle omuz omuza mücadele yürüten eczacı dostlarımızın yanındayız. Yürekten destekliyoruz.

Yürekten destekliyoruz çünkü: Sağlık Emekçisiyiz ve bizim ürettiğimiz değerin zapsulara, uluslarası tekellere akmasını istemiyoruz. “Bizim Eczanelerimiz” yaşasın istiyoruz.

Yürekten destekliyoruz çünkü: Bizlerde hastanelere gittiğimizde ayakbastı parası vermek istemiyoruz. Hele bu ayakbastı paralarının eczacıların sırtına bir kambur gibi yüklenmesini kabul edemiyoruz.

Yürekten destekliyoruz çünkü: Artık gerçekten, “Artık Yeter.”

Sağlıcakla…




ZEYNEL KAPLAN - 17.12.2008
http://www.manisayaringazetesi.com/icerik.php?konu_id=41&tur=2&id

15 Ekim 2010 Cuma

HALKIN SAĞLIK HAKKI… HAKKI KİM?

Bilmem farkında mısınız artık Manisa’da Sağlık ocağı diye bir şey yok. Yasal olarak 2008 Ocak ayında kapanan sağlık ocakları fiili olarak iki yıla yayılarak, tabelaları yavaş yavaş sökülerek yapıldı bu.

Yerine Aile Sağlığı Merkezleri açıldı. Aslında bir iki istisnayı saymazsanız fiziki olarak pek bir şey değişmedi. Var olan sağlık ocaklarının tabelası kaldırılmadan yanına Aile Sağlığı Merkezi tabelası kondu sonra aradan bir süre geçince, hop sağlık ocağı tabelası kaldırıldı. Ve artık sağlık ocakları yok.

El çabukluğu marifet, sağlık ocakları tarih oldu.

Deminde söyledim aslında fiziki olarak pek bir değişim olmadı. Değişim içerikte oldu.

Artık herkesin bir aile hekimi oldu. Eskiden 2500-3000 lira gelir elde edebilen hekime 5000-7000 lira gelir sunulunca çok da zor olmadı bu değişim.

O günlerde bu değişimin hayırlı bir değişim olmadığını, yazdık söyledik ama ne fayda.

Bir tıp bayramında Sağlık müdürlüğü önüne temsili bir tabutla yürüdük. Dedik ki eğer bu reform(!) sürerse sağlık ocakları tarih olacak, ölecek.

Aile hekimliği geldi ve sağlık ocakları kapatıldı. Bir tıp bayramında da sağlık müdürlüğü önünde Sağlık Ocaklarının 52 si diye lokma döktürdük. Neyse geçmiş gün unutuldu gitti.

Aile hekimliği ile birlikte Toplum Sağlığı Merkezleri açıldı. Dendi ki koruyucu sağlık hizmetlerini bu kurumlar yapacak, yaptıracak, denetleyecek.

Her yüz bin nüfusa bir toplum sağlığı merkezi diyerek üç adet toplum sağlığı merkezi açıldı. Tüm eksikliğine rağmen var olmaları gereken kurumlardı.

Şimdi onların iki yıldır zaten fiili olarak var olmayanların ikisini de kapatıyorlar. Yani üç yüz bin kişiye bir toplum sağlığı merkezi.

2008 de yüz bin kişiye bir toplum sağlığı merkezi yeter diyen sağlık bakanlığı 2010 da bundan da vazgeçti ve halkın sağlığını koruma işini bir anda üçte iki oranında küçülttü.
Bakın SES İzmir Şubesi bu konuda yaptığı basın açıklamasında ne diyor: “Ülkemizde Verem, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, çeşitli ishaller gibi bulaşıcı hastalıklardan, içme suyunda yüksek düzeyde arsenik, hava kirliliği, baz istasyonları gibi çevresel tehditlere kadar, çok geniş bir çerçevede yayılan önemli halk sağlığı sorunları yaşanmaktadır. Bu sorunların çözümü ise sağlığa bütüncül yaklaşım ve bütüncül sağlık hizmeti gerektirir. Aile hekimliği modeliyle birlikte, bu önemli hizmetler Toplum Sağlığı Merkezleri’ne devredilmiştir. Ancak, bu hizmetleri yürüten, bölgesinde yaşayan toplumun sağlığını geliştirmeyi ve korumayı ön plana alarak sağlıkla ilgili risk ve sorunları belirleyen, bu sorunları gidermek için planlama yapan, bu planları uygulayan, TOPLUM SAĞLIĞI MERKEZLERİ şimdi kapatılıyor.”
Nasıl oluyor da bu kurumlar bu kadar kolay kapatılıyor?
Sorunun çok basit bir cevabı var; kimse sahip çıkmıyor da ondan.
Sağlık hakkı deyince insanların aklına hastaneye gidip doktora muayene olmak geliyor. Doktor iyi davransın, terslemesin, istediğim tahlili istesin, ilaçlarımı yazsın hepsi bu.
Oysa halk sağlığı tıp disiplinleri açısından en önemli kabul edilen bölümdür. Koruyucu sağlık hizmetleri, yani kişiyi hasta olmadan önce ele alan, toplumsal faydayı esas alan ve maliyeti en düşük sağlık hizmeti.
Kimler ilgilenecek bu konuyla?
Üç yüz bin kişiye bakacak olan bir Toplum Sağlığı Merkezi mi?
Kabul ediyorum halkın sağlık hakkına, sağlık yardımı diyen bir zihniyetin koyucu sağlık hizmetlerine böyle yaklaşması normalde bu ilde bulunan halk sağlığı uzmanları, tabip odası niye sessiz onu anlayamıyorum.
Sağlıcakla…


14 Ekim 2010 Perşembe

Karton kutuda neler var?

Kapıyı açtığımda somurtkan yüz ifadesi ile ellili yaşlarda bir bey, oldukça yorgun, bir o kadar da ezik duruşu ile elindeki kutuyu bana doğru uzatarak;
- Bu kutuyu size gönderdiler, dedi.
Kutuyu elime alır almaz içimde bir şeylerin kıpırdandığını hissettim. Bu, kutunun içinde ne olduğunu bilmenin, ama bir şey yapamamanın duygusal ağırlığıydı.
Karton kutuyu ellerimin arasına bırakır bırakmaz dönüp giden hademenin arkasından sadece bakakaldığımı hatırlıyorum.
Kutuyu kimin gönderdiği veya içinde ne olduğunu sorma ihtiyacı dahi hissetmedim. Şimdi oldukça garip gelen içgüdüsel bir korku sayesinde biliyordum kutunun içinde ne olduğunu.
Elimde karton kutu ile öylece kalakaldım.
Karton kutuyu ne açabilirdim, ne de bir kenara bırakabilirdim artık.
Çünkü biliyordum:
Karton kutuda ölü bebekler vardı. Sayısı yüzlerce... Doğduklarını hissetmiş ama dünyaya ilişkin, ancak yenidoğan servislerindeki kuvözlere kadar fikirleri olan ölü bebekler. Aynı anda onar onar ölüp, neden öldüklerini bilmeyen ölü bebekler...
Karton kutuda Tuzla tersanelerinde kum torbası kadar değeri olmayan ölü işçiler vardı. Kimi metrelerce yüksekten düşerek parçalanan, kimi tonlarca ağırlıktaki gemi parçalarının altında ezilen, kimi kum torbası niyetine boğulan, kimi ölümün hangi tenhalıkta kendini beklediği merakıyla bekar odalarında gün sayan işçiler...
Karton kutuda Novamedli kadın işçiler vardı. Maske kullanmaları gereken bir işte sırf ustabaşı konuşup konuşmadıklarını anlasın diye maske takmalarına dahi izin verilmeyen ve zehirlenen Novamedli kadın işçiler... Doğurmak istemeleri bile patron iznine bakan, yorgun Novemedli kadın işçiler...
Karton kutuda ölü kot kumlama işçileri vardı. Daha yirmi-yirmi ikili yaşlarda ciğerlerine dolan kum yüzünden silikozis hastalığına yakalanan ve ölen kot kumlama işçileri... 50 liralık maske çok görüldüğü için; hasta olduklarını ancak askerde çürüğe çıktıklarında öğrenen, en fazla bir iki yıl yaşayan sigortasız, yoksul kot kumlama işçileri...
Karton kutuda sendikaya üye oldukları için işten atılan Yörsan, Menderes, Antoliv, Goodyear işçileri vardı. Sendika üyeliğini hainlikte eş tutan işveren mantığının doruk yaptığı fabrikaların onurlu işçileri...
Karton kutuda hastasından kaptığı Kırım Kongo Kanamalı Ateşi mikrobu yüzünden hastalanan ve hasta olarak yattığı sürece döner sermaye ücreti kesilen hemşireler, doktorlar vardı. Mesleki ilkeleri ayaklar altına alınan, performansa dayalı ücret sistemi ile yaptığı işe yabancılaştırılan sağlık emekçileri...
Karton kutuda mevsimlik işçiler vardı. Her yıl uzun yolculuklarda, trafik kazası geçirmez, sıtma ya da koleraya kapılmaz, tuvaleti banyosu olmayan naylon çadırlarda, insanlık dışı koşullarda yaşamayı becerebilirse köyüne dönüp bir yıl sonraki mevsimlik işçi olma yolculuğuna tespih çeken mevsimlik işçiler...
Karton kutuda köyüne çöp dökülmesin diye mücadele eden Develi köylüleri vardı. Hayatında hiç likit yumurta ile pişirilmiş omlet yiyememiş olan ama köyüne, geleceğine, toprağına sahip çıkmanın ne demek olduğunu bilen Develi köylüleri...
Karton kutuda, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yüzünden emekli olamayacak işçiler ve yeterli sağlık hizmeti alamayacak yoksullar vardı.
- Ne var o karton kutuda?
- Karton kutuda bebekler, işçiler, yoksullar, köylüler...
Sağlıcakla!..


http://www.evrensel.net/arsiv.php?txt_arsiv_tarihi=20101014

AYRANIN KÖPÜĞÜ VE KARBONAT

Manisa'dan İstanbul'a giderken Susurluk'ta şöyle bol köpüklü bir bardak ayran içmeden geçilmez.
Bende öyle yaptım bol köpüklü ayran ısmarladım ve içtim. Ancak ayranın köpüğünde bir gariplik bir tatsızlık… Sonradan öğrendim karbonatla köpürtüyorlarmış ayranı. Oysa benim bildiğim ayranın köpüğü içindeki yağdan ileri gelir.
Bir bardağı iki buçuk lira olan ayranın içinde karbonattan ziyade bildiğimiz tadı arayan ben neye uğradığımı şaşırdım. Oysa hiçte ucuz değil verdikleri ayran.
Peki, nedendir bu karbonat hilesine başvurma ihtiyacı?
Lafı ağzımdan aldınız, elbette kar, daha fazla kar. Piyasacı mantığın “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” kuralı burada, bizi gelip geçen olarak görmelerinden kaynaklı, işletilmiş, bırakılmış ve yapılmıştır.
Yazıya böyle bir giriş yapmamın esas sebebi iki buçuk lira vererek içtiği ayrandan beklediği doyumu alamamış bir tüketici mızmızlanması değil elbette. Ayranın köpüğüne, dolayısıyla da köpüğün sahteliğine ve ABD'de başlayan krizin köpükle ilişkisine getireceğim konuyu.
Hani şu ABD'de başlayan ve bütün dünyayı dolayısıyla da yurdumuzu sarması beklenen krize…
1929 buhranından bu yana beklenen en büyük krizin bizim ayranın karbonatlı köpüğü ile ne alakası olabilir demeyin, işin püf noktası burada.
Ayranın normal şatlar altında yayıkta uzun süre yayılması sonucu içindeki yağdan mütevellit kabarması ve köpürmesi dolayısıyla da para verip alan veya ikram edilen içicide hoş bir duygu bırakması beklenen ve özlenen bir durumdur. Ancak yol üstü durağı olması hasebiyle işletmeci ayran ikram etmek derdinde olmayıp para kazanmak, Manisa ağzıyla “evine bir topan ekmek götürme” kaygısındadır ve şöyle demektedir.
-Ben, yukarda ifade edilen biçimde bir ayran yapsam ve içenlerde hoş bir tat bıraksam, müşteri memnun olur, yine bana gelir, ama burası yol üstü. Müşteri bir daha ne zaman gelir belli değil.
Hem yine yukarda ifade edildiği biçimde bir ayran yaparsam ayranın maliyeti artar. İçine karbonat koyup köpürttüğümde hem güzel görünür hem de maliyeti düşük olur. Daha fazla para kazanırım “evime bir topan ekmek götürme” dışında “bankaya para yatırma” ve “mülk edinme” işini de aradan çıkarmış olurum.
Bu kafa yapısındaki işletmecinin kısa zamanda biti kanlanınca yanında yöresindeki diğer işletmeciler “acaba nedir nedir?” diye sormaya başlarlar işin sırrını.
Sonra karbonat keşfedilir.
Ardından bir başka üretici et kullanmadan sucuk üretmeyi keşfeder.
Bal üreticisi bal yapımında arıya ihtiyacı ortadan kaldırıcı yöntemler keşfederler vs.
Böyle böyle “bırakırız yaparlar, bırakırız geçerler.”
Bizde yaşanan bu karbonatlıklar işin piri ABD'de olmaz mı? Onlar daha profesyonelce yaparlar işi.
Bu anlatımda ayran gerçek mal ve üretim ekonomisi olsun, köpüğü ise o malın borsadaki değeri. Bu benzetmede doğal olarak köpük ayrandan çıkacak ve esas mal ayran olacaktır. Müşteriye bu köpüklü ayranı satar. Köpük doğası gereği bir süre sonra yok olunca tüketicinin elinde ham ayran kalacak, tüketicide doğal olarak kazıklanmış olacaktır. Bu arada ayranı alan Üsküdar civarını çoktan geçmiş Menhatında keyif yapmakla meşgul olacaktır.
Ancak kafası kardan başka şeye çalışmayan kapitalist mantık ayranı kabartma konusunda bazen terazinin kefesini kaçırır.
Şöyle ki: Önce ev fiyatlarını şişirir sonra banka kredisi ile evleri satar. Tesadüfe bakınız ki evler satıldıktan sonra ev fiyatları aniden düşmeye başlar. İnsanlar panik olur evlerini satar tekrar başa dönülmüş olur. 10-15 yılda bir çok fazla karbonat katılınca zehirlenmeler olur bunun adına da “kriz” denir. İşte ABD'de ki krizin Susurluk'taki ayranın karbonatı ile ilişkisi bu şekildedir.
Ülkemizde de ayran karbonatçıları aynı mantıkla iş yaparlar: Müşteriye bu köpüklü ayranı satar. Köpük doğası gereği bir süre sonra yok olunca tüketicinin elinde ham ayran kalacak, tüketicide doğal olarak kazıklanmış olacaktır.
Bahsedilen kriz bizlerin yarattığı bir kriz olmamakla birlikte, ayranı tüketenler olarak ilk yudumda krizin faturasının bize ödettirildiğini anlamış oluruz ki buna tıp dilinde geçmiş olsun denir.
Bu karbonatlı köpüklenme hemen her şeyde olduğu gibi eğitimde ve sağlıkta da karşımıza çıkar. Örneğin OKS sınavını kaldıran Milli Eğitim Bakanlığı yerine SBS sınavını getirmiş ve aileleri daha fazla dershane bağımlısı haline getirmiştir. Bu yaptığına da “velileri dershanelerden kurtaracağız” adını verebilmişlerdir. Şöyle bir çevrenize bakın dördüncü sınıftan itibaren dershaneye gitmeyen kaç çocuk biliyorsunuz.
Sağlıkta da durum hiç farklı değil. Aile hekimliği uygulaması, Sosyal Sigortalar ve genel Sağlık Sigortası Yasasının yürürlüğe girmesi ile daha iyi anlayacağımız yıkımlar oluşturulmuş ama adına da “herkese sağlık” demekte sakınca görmemişlerdir.
Yazıyı toparlayacak olursak: Bu kadar kriz var, kriz var yaygarasından sonra, karbonatlı ayran niyetine krizin faturasını bize kesecekler, bu çok açık.
İtiraz edilmesi gereken nokta: Ne ayrana karbonat katan nede bu krizi çıkaran bizler (emekçiler yoksullar, köylüler) değiliz, o halde bu krizin faturasını biz ödemeyelim diyebilmektir.
Öyle ya bu bizim yarattığımız bir kriz değil, bu yaklaşan bizi daha fazla yoksullaştırmanın karbonatıdır.
Karbonata dikkat etmek gerekir zira çok karbonat karın ağrısı yapar.
Sağlıcakla...



Not: Bu Yazı 15.10.2008 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.

9 Ekim 2010 Cumartesi

SİZ HİÇ...

Siz hiç bağırmaktan, slogan atmaktan, yürümekten yorulmuş ama mutlu olmuş elli bin kişiyi aynı alanda, aynı anda gördünüz mü?Ben gördüm.
Geçen Cumartesi günü yani 3 Kasımda Ankara'da gördüm bu topluluğu. Nereden diye sorarsanız. Kendimden derim. Çünkü elli binden biride bendim.
Cuma akşamı Manisa öğretmen evinden hareket eden sekiz otobüsten birinde de ben vardım. Hafif bir buruklukla gidiyordum Ankara'ya. İçimden daha önceki eylemler gibi sönük geçecek mi acaba diye düşünüyordum ve gerçeği söylemek gerekirse fazlada bir ümit yoktu içimde.
Ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken son olaylar, savaş çığlıkları ümitsiz olmak için yeterli idi. Öyle idik.
Ama yol ilerledikçe daha ilk molada ufak ümit kıpırtıları dolduruyordu içimizi. Kula'da, İzmir'den gelen dostlar bağışlamıştı bunu bize. Derken Ankara hipodroma otobüsümüzün, kalabalık yüzünden, giremeyişi ne kadarda mutlu etmişti hepimizi.
Siz hiç trafik sıkışıklığından memnun olan 40 bin kişi gördünüz mü? Ben gördüm. Kendimden biliyorum. Kırk binden biri bendim. Hipodroma girişimiz geciktikçe umutlarımız daha da artıyordu.
Sonra kortejler oluşturulurken, ses aracından yapılan anonslar "Arkadaşlar sığmıyoruz." Sığmamanın sevinci...
Siz hiç slogan atarken yüreğinden ses çıkan 50 bin kişi gördünüz mü? Ben gördüm.
Sonra Sıhhiye meydanında yapılan anonslar "Arkadaşlar alana giriş yapamayan dostlarımız var. Lütfen omuzlarımız arasındaki mesafeyi kısaltalım." Mutluluğumuz tarif edilemezdi.
İşte tüm umutsuzlukların umuda kestiği beyazın en temiz hali bu rengârenk alanda idi ve KESK Genel Sekreteri Abdurrahman DAŞDEMİR tertip komitesi adına konuşuyordu.
"Günlerdir savaş nidaları bir karabasan gibi üzerimize çöktü." diyordu. "Günlerdir her yerde ölüm kutsanıyor, oysa ölüm çocuk büyütmeyi bilmez."
İşte tam o anda elli bin kişinin hep yürek ağladığını hissettim. Siz hiç elli bin kişinin tek yürek olup kötü bir durumdan kurtulma ümidini görmenin mutluğu ile ağladığını gördünüz mü? Ben gördüm.
Dönüş yolunda istisnasız herkesin yüzünde yorgunluk ve mutluluk gördüm. Çocuklarım, ülkem, geleceğim aklıma geldi ve 3 Kasım Ankara mitingini düzenleyen, katılan, katılamayan ama gönlü ile katılan herkese teşekkür ederim dedim.
Siz hiç tüm barışseverlere ve bu yazıya ilham oldu diye Sezen AKSU'ya tek yazıda teşekkür eden birini gördünüz mü? Ben gördüm. Nereden mi? Kendimden.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 08.11.2007 tarhinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.

7 ÇOK GEÇ

Kızımı Sakarya Anaokulundan arabayla almış alışveriş için Lale meydanına doğru ilerlemekteydim. Birden arka koltukta oturan kızımın
-Baba, kırmızı ışıkta geçtin. demesiyle irkildim.
-Hayır kızım kırmızı ışıkta geçmedim.
-Baba ben gördüm kırmızı ışıkta geçtin.
-Kızım o kırmızı ışık yanıp sönüyordu. Yani sürekli yanan kırmızı ışık gibi değil. Eğer kırmızı ışık yanıp sönüyorsa dikkatli bir şekilde geçebiliriz.
-Ama baba öğretmenim bize öğretti. Kırmızıda durmalıyız. Sarıda hazırlanmalı, yeşilde geçmeliyiz.
Bu konuşma bayağı uzadı. Alışverişten dönerken aynı kavşakta yavaşlayarak kırmızı ışığın yanıp söndüğünü göstermem ve aradaki farkı uzun uzun anlatmam gerekti dört yaşındaki kızıma.
Dört yaşındaydı ve trafik ışıkları konusunda babasıyla bayağı iddialı bir tartışmaya girerken hiçte çekingen değildi. Buruk bir gurur duydum kızımla.
AÇEV’in okul öncesi eğitimle ilgili kampanyasını düşündüm. "7 çok geç." diyorlardı. Çocukların zeka gelişimi 3-6 yaş arasında büyük oranda tamamlanıyormuş. Okul öncesi eğitime yapılan 1 liralık yatırım 7 lira olarak geri dönüyormuş. O halde 7 gerçektende çok geç diye düşündüm.
Kırmızı ışıkta geçmeyi marifet sayan yurdum insanı arka koltukta oturan ve "Baba, kırmızı ışıkta geçtin." diyen kızlarına, oğullarına rağmen bu davranışı sürdüremezler gibi geliyor bana.
Türkiye’deki okul öncesi okullaşma oranının % 25 olmasına mı yanmalı, yoksa bizimle aynı gelişmişlik düzeyine sahip ülkelerde bu oranın % 50’lerin üzerinde olmasına mı? Yada Amerika?da bu oranın % 100 olmasının gelişmişlik düzeylerinin bu durumda olmaları ile ilgili olup olmamalarına mı kafa yormalı.
Oğlumda, kızımda 36 aylıktan itibaren Sakarya Ana Okuluna gittiler. Oğlumun okuldaki başarısının okul öncesi eğitimle büyük oranda ilişkili olduğunu düşünüyorum. Kızım daha şimdiden trafik kuralları konusundaki ağırlığını koydu bile.
Yatma saati galipte hadi yat kızım dediğimde. Elini beline koyarak;
-Baba dişlerimi fırçalamadım. Dişlerim çürüsün mü? deyişini hiç unutamam herhalde. Buruk bir gurur yine burada da hissettiriyor kendini.
Bir arkadaşım kızının üniversite sınavındaki üstün başarısını soranlara;
-36 aylıkken İsmet İnönü Kız Meslek Lisesine başlamıştı. Orada başlayan eğitim ve başarı onu bu günlere getirdi. Diye açıklıyordu.
İşte tamda bu örnekte görüldüğü üzere okul öncesi eğitim gören çocuklar daha yüksek oranda üniversiteye giriyor deniyor. işte yine bu sebebin sonucu olarak daha iyi iş imkanlarına sahip oluyorlar. Dolayısı ile de daha yüksek standartta bir yaşam elde ediyorlar.
Ne dersiniz, okul öncesi eğitim hafife alınacak bir şey gibi durmuyor, öyle değilmi?
Daha önce bir yazımda Sakarya Ana okulundan bahsederken biraz değinmiştim ama biraz daha genelleyecek olursak, Manisa okul öncesi eğitim bakımından oldukça şanslı bir il diye düşünüyorum. Okul öncesi eğitimi bölümü olan İnönü Kız Meslek Lisesi ve bünyesinde 3-6 yaş eğitimi veren ana okulu, yine 3-6 yaş eğitimi veren Sakarya Ana Okulu, hemen her okulda bulunan ana sınıfları bunun kanıtları.
Daha iyi olması için üstün bir gayret içerisindeler. Yani en azından Sakarya Ana Okulunda bunu gözlemleme imkanım oluyor.
Çocuklarımdan bahsederken "buruk bir gurur" diye ifade etmiştim. Gurur duymam anlaşılmıştır o nedenle işin buruk olan kısmından bahsetmek gerek.
Şu anda ülkemizde bırakın okul öncesi eğitimi nerdeyse zorunlu eğitime bile ulaşamayan bir sürü yavrumuz var. İşte burukluk oradan geliyor. Her ne kadar parasız densede aslında parasız olmadığını bildiğimiz bir ilköğretim var. Oğlumun dört yaşındayken "Daha açık konuşurmusun baba." deyişi aklıma geliyor. Maalesef daha açık yazamayacağım. O açıklığı başka bir yazıya erteleyerek. Yine oğlumun İlkokulda ezberleyerek okuduğu bir şiiri hatırladığım kadarıyla sizinle paylaşarak bitireyim yazıyı.
İlköğretimin öneminden bahsediyordu öğretmen
İlköğretim parasız diyordu.
Çocuk çantasını düşündü,
çantasının içindekileri,
kalemlerini, defterlerini, silgisini,
kitaplarını, önlüğünü.
Babasının maaşını.
Ve çocuk bir ok gibi fırladı yerinden.
Öğretmenim kitapçı bizi aldattı,
hepsinden para aldı.

Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 17.05.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.

ÇIĞLIK

Yolcular uçağa bindirilmek üzere otobüsle getirilirler. Tam uçağın yanına geldiklerinde başka bir araçtan kaptan pilot ve yardımcı pilotun indikleri görülür. Ancak kaptan pilotun elinde baston kolunda da üç nokta işareti vardır. Yardımcı pilotta bir köpek yardımıyla sağa sola çarpar halde ilerlemektedirler. Yolcular kaptan pilotun ve yardımcı pilotun kör olabileceğine inanamadıklarından bunun bir kamera şakası olduğunu düşünmektedirler. Her ne kadar şaka olduğunu düşünseler de ufaktan bir şüphe kalmıştır içlerinde. O yüzdende durumu takip etmektedirler. Uçağın hareketi ile birlikte bir heyecan kaplar yolcuları. Uçak hızlanarak pistte ilerlemektedir. Ancak kalkış için herhangi bir kıpırtı olmamaktadır. Uçak gittikçe hızlanmış pistin bittiği bölge görünmeye başlamıştır. Yolcuları bir heyecan dalgası sarmış ama herkes beklemeyi tercih etmiştir. Uçak hızlandıkça ve pistin bitmesine birkaç metre kala yolculardan biri dayanamayıp çığlığı basar. Çığlığın hemen ardından pilot uçağı kaldırır. Biraz sonra pilot kabininde kaptan pilot yardımcı pilota dönerek ?Bir gün çığlık atmakta gecikecekler hepimiz pisi pisine ölüp gideceğiz.?
Bu fıkrayı mail atan arkadaş olayı Cumhurbaşkanı seçimleri ve yapılan mitinglerle ilişkilendirmiş. Ben oldukça yerinde bulduğum bu benzetmeyi diğer alanlara da uyarlamak mümkün diye düşünüyorum.
Örneğin 23 Nisan günü yapılan Kuran okuma yarışması çığlığın etkisinden iptal edildi. Ama idari makamlar özellikle Milli eğitim bakanının savunması oldukça komik. Yarışma ile ilgili müdürlerin katılımı konusunda yazı yazıldığını söyleyen spikere yazıyı okuyor. ?Bakın efendim. Söz konusu yarışmaya katılın denmiyor. Şöyle yazmışlar. Okul müdürlerinin katılımı konusunda bilgilerinize rica ederim. Burada katılın demiyor bilgi veriyor.? Sayın milli eğitim bakanının idari yazışma dilini bilmemesi mümkün olmadığına göre bu savunmayı bizim bilmezliğimiz üzerine kuruyor olmalı. Çünkü idari yazışmalarda tamda bu ifade katılın demektir. Emir vermektir. Zaten hiçbir yazıda katılın emrediyorum denmez. ??katılım konusunda bilgilerinize rica ederim.? denir.
Bu çığlıklara örnek verilecek o kadar çok olay var ki. Birde duyulmayan çığlıklar var. Örneğin Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği uygulaması konusunda neredeyse iki yıldan bu yana çığlık çığlığayız. Ama nafile duyan yok.
Genel Sağlık Sigortası ikinci sağlık vergisi anlamına gelir. Aile hekimliği uygulaması sağlığı özelleştirmek demektir. Sağlıkta özelleştirme paran kadar sağlık anlamına gelir. Sağlıkta özelleştirme ölüm demektir diyoruz. Adeta çığlık atıyoruz. Duyan yok.
Aksine bir Manisa milletvekili ?Müjdeler olsun Aile hekimliği geliyor.? diyebiliyor bir gazete beyanatında.
Sağlık örgütleri olarak ?Aile hekimliği aldatmacadır.? diyoruz. Ertesi günü pat ?Aile albümünüzde hekime yer açın.? diyor Sağlık Bakanlığı.
Yaşadıklarımız, pilot kabininde oturanların kör olup olmadıklarının belli olmadığı ancak sağır olma veya kulaklarını tıkamış olma ihtimallerinin yüksek olduğunu göstermektedir.
Bazen çığlıklarımızı duyar gibi olduklarında da anlamak istemediklerini hissediyoruz. Geçenlerde Aile hekimliği konulu bir panelin sağlık müdürlüğü tarafından düzenlendiğini ve her sendika ve odadan bir konuşmacının bu panele katıldıklarını yazmıştım. O panel de hemen her örgütün temsilcisi Aile hekimliği ile ilgili olumsuz görüş beyan ettiler. Sonra İl Sağlık Müdürünün tüm bu karşı çıkışların bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşündüğünü söyleyip işin içinden çıktığını gördük.
Halbuki sorun bilgi eksikliğinden değil bilgi kirliliğinden kaynaklanıyor. Yani bir tarafta sağlık bakanlığı Aile hekimliği ile herkese sağlık hizmeti sunulacağını ve sağlık hizmetinin ulaşılabilirliğinin artacağını söylüyor. Diğer yanda biz, aile hekimliği ile sadece parası olanlara sağlık hizmeti sunulacağını ve yine parası olanların sağlık hizmetine ulaşmakta zorluk çekmedikleri için bu durumlarında bir değişme olmayacağını iddia ediyoruz.
Bir tarafta sağlık bakanlığı herkesin doktoru olacak derken. Biz herkes bir doktorun insafına mahkum olacak diyoruz.
Tüm bu yaşananlar karşısında vatandaş ?du bakalım noolcek? durumda beklemekten başka yapacak bir şey bulamıyor.
Bizim çığlık atmaya ve pilot kabinini uyandırmaya çalışmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Son bir çığlık. ?AİLE HEKİMLİĞİ KANDIRMACADIR.?diyorum başkada bir şey demiyorum değerli okurlarım. Okumayanlara ve duymayanlara diyecek bir şeyimiz yok.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 03.05.2007tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.


SORUMLULUK VE SAMİMİYET

Toplum olarak veya birey olarak yaşadığımız tüm sorunların kökeninde sorumluluk ve samimiyet eksikliği olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız işin sorumluluğunu almıyoruz. Davranışlarımızda büyük oranda samimi değiliz. Sürekli olarak mazeret üreten ve mızmızlanan, yaşama ilişkin memnuniyetsizliğini sadece arkadaş sohbetleriyle sınırlayan bir milletiz.
Memnuniyetsizliklerimizi gidermenin yolu bu durumu samimi bir şekilde ifade etmek ve dönüştürmenin sorumluluğunu duymamızla mümkün. Ama genel olarak bu böyle olmuyor. Çalışanlar açısından koşulları iyileştirmenin en bilinen yolu sendikal mücadele ama maalesef bu alanda da diğer alanlar da olduğu gibi ciddi şekilde samimiyet sorunu yaşanmakta.
Çalışanlar tarih boyunca bir şekilde mücadele yürütmüşler. Mücadele ederken insanların zaman zaman önemli açılımlar ortaya koydukları ve kazanım elde ettikleri görülmüş. Genel olarak kazanım elde edenlerin ortak yönüne baktığımızda samimiyet ve sorumluluk olduğunu görürüz.
Geçen haftalarda yazdığım bir yazıda şöyle bir ifade kullanmıştım. ?Sizin sendikaya üye olurken gösterdiğiniz samimiyet, sendikanızın mücadele ederken göstereceği samimiyeti belirliyor.? Bu cümle bir çok okurdan tepki aldı ve geri bildirim verdiler. Bu nedenle konuyu biraz açma ihtiyacı hissettim.
Kamu çalışanları sendikalarında genel merkez yöneticileri dışında profesyonel olarak sendikacılık yapan yok. Demek ki bir sendikada sadece yedi kişilik merkez yönetim kurulu tüm vaktini bu iş için harcıyor ve bu işten para kazanıyor. Birde şube yönetim kurulu üyeleri haftada bir gün sendika izni kullanarak bu işi yürütmeye çalışıyorlar. Bunun dışında 4688 sayılı yasada iş yeri temsilcilerinin haftada iki saat sendikal çalışmaların yürütülmesi için izinli olacakları belirtilmiş olmakla birlikte pratik olarak pek uygulandığını söyleyemeyiz.
Demek ki tüm bu işleri yürütmek için sendika yöneticilerinin haftada bir gün izinli olmaları yeterli değil. O halde birilerinin gönüllü anlamda sendikal çalışmaya katılmaları gerekiyor. Yani ?Sendikalar ne yapıyor ki?? sorusunu soranlara hemen şöyle bir soru sormak gerekiyor. ?Siz ne yapıyorsunuz??
Sendika nın bir örgüt olduğunu düşünürsek ve örgütün tanımının da ?İki veya daha fazla kişinin bir işi veya amacı gerçekleştirmek için bir araya gelmesi ve çalışmasıdır.? diye tanımlarsak, bu tanımdan varacağımız yargı şu olacaktır. Sendika üyeleri bir amaç belirleyecekler ve bu amacı gerçekleştirmek için çalışacaklar. Sendikaların amaçlarını belirleyen tüzükleri vardır. O halde şöyle diyebiliriz. Kurulmuş olan sendikalara üye olmadan önce kişiler sendikaların tüzüklerini okuyacaklar. Daha sonrada o tüzükte belirlenen amaçlar için çalışacaklar.
Bir anlamda da kontrol işlevi görecekler. Sendika yönetimlerini, iş yeri temsilcilerini denetleyecekler. Yetmez birde karar süreçlerine katılacaklar.
Durum tespiti yapalım. Yukarda idealize ettiğim ve teorik anlamda kimsenin itiraz edemeyeceği şeyler gerçekte böyle mi? Hayır. Gerçekte hiçte öyle değil. Neredeyse tam tersi diyebiliriz.
Sendikaların yetki süreci olması nedeniyle her sendika gibi bizde iş yerlerini dolaşıyor ve çalışanlarla görüşüyoruz. Durum gerçekten tarif edilebilecek gibi değil. Hangi sendikaya üye olduğunu sorduğumuz bir arkadaş bilmediğini söyleyebiliyor. Hangi sendikaya üye olduğunu bilen bir diğer arkadaşta laf olsun diye üye olduğunu ama bir işe yaramadığını düşündüğünü de ekliyor sözlerine. Yada bilmem kimin hatırına üye olanlar, bilmem kimden çekindiği için üye olanlar vs vs.
Şimdi ilk paragrafta yazdığım konuya dönelim. Konumuz samimiyet ve sorumluluktu. Bu durumu sendikal çalışmalara uyarladığımızda göreceğiz ki işin içine giren, sorumluluk alan, karar süreçlerine katılan, olumlu yada olumsuz eleştiri yapan insan sayısı arttıkça sendikal mücadelede büyüyecek ve işe yarar hale gelecektir. Sendikal mücadelede gerçekten samimi olan ve sorumluluk alan arkadaşlarımız yok mu? Elbette var. Hatta hiçte azımsanmayacak sayıda ve cidden özveri göstererek çalışıyorlar. Ama yeterli değil. Yani herkesin gücü, becerisi oranında bu sorumluğu alması gerekir. Bu mümkün değilse bile en azından çoğunluğun bu yönde tercih kullanması bu sorunu halletmeye yol açabilir.
Demek ki (söylendiği kadar basit değil ama) ihtiyacımız olan sadece samimiyet ve sorumluluk.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 26.04.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.