27 Mart 2013 Çarşamba

Hasgönüllü Kaptan


Manisa şehrini tanımlayan birçok terim, kimi kişi ve yazarlarca kullanıldı bu güne kadar.
İşte bu terimlere bir yenisi daha eklendi, bu günlerde:“Tilkiler Şehri”
Bülent Hasgönüllü, namı diğer Bülent Kaptan, yeni çıkan kitabına bu ismi vermiş.
Duyar duymaz gittim, bir tane imzalattım, aldım.
Güzel bir imza atmış bana hediye ettiği kitabına: “Kardeşim. Okudukça düşün. Düşündükçe; Hayata meydan oku!” diye de eklemiş.
Okudum.
Düşündüm.
Çok beğendim.
***
Doğruyu söylemek gerekirse, Bülent kaptanın yazı yazma üslubunu eskiden beri beğenirim.
Kısa ve öz yazar, dokundurur geçer; kendi tabiri ile OTURTUR.
Başka türlü kendi şehrine “Tilkiler şehri” diyecek cesareti nereden bulurdu?
Aslında Bülent Kaptan biraz gönül adamı, şehrinin aşığı ve uslanmaz bir asidir, diyebilirim.
Yoksa oda bilirdi; dün ne yedik, kiminle yedik, nasıl yedik; yazılar yazmayı.
Yoksa oda bilirdi; bir gazeteye kapak atıp, patrona ihale kollamasını, ham yapıp yutmasını.
Dedik ya uslanmaz bir “ASİ”dir Bülent Kaptan.
Asilik, yürek ister.
Gönül açıklığı ister.
Fikir berraklığı ister.
Ve en önemlisi kıssadan yazmayı bilmek ister.
Zaten kısa yazmak da biraz, ustalık ister.
Şair duyarlılığı ister.
***
Hasılı, uzun sözün kısası, oldum olası beğenmişimdir, Bülent Kaptanın yazılarını...
Hatta kendisine de söyledim, biraz Lütfü Oflaz’a benzetirim tarzını.
Lütfü Oflaz: Yazıkatür diye tanımlanan yazılar yazardı, hala yazıyor mu bilmem, ben onu lise yıllarımda Leman’da okur ve çok beğenirdim.
Kısa ve sivri yazılardı bunlar.
İşte Kaptanın yazıları da böyle…
Zaten kitabın önsözü de: “Sözün ve yazının kısası makbuldür. Çok söz yalansız, uzun yazı mürekkep hokkasız olmaz!” diyor.
***
Kısacası, kısa yazıyor Bülent Kaptan.
Yazıları DONDURUYOR kimi yerde, kiminde ise PATLICAN OTURTMALI olup çıkıyor karşınıza…
Ben kitabı bir çırpıda, bir nefeste okudum.
Okudukça da düşündüm.
Size tavsiyem tez elden uğrayın Kaptan’a alın “Tilkiler Şehrini”
Okuyun, düşünün, kafa yorun; PAS TUTAN demirleri, KOPERNİK’i , CAFE CROWNCU GENÇLİĞİ, ALMIŞALTICILARLA ALMIŞSEKİZLİLERİ…
Sağlıcakla… 

14 Mart 2013 Perşembe

Bir 14 Mart Muhasebesi…


Her şeyin başı sağlık!
Sağlıktan mühimi yok!
Sağlık çalışanları çok fedakâr!
Beyaz melek onlar!
Şimdi gidin herhangi bir siyasi partiye; il başkanına, ilçe başkanına, kapı görevlisine, uzatın mikrofonu; 14 Mart Tıp Bayramı, deyin.
Başlar yukarda yazdığım ve dahi aklıma gelmeyen bir sürü övgüye…
***
Dün 14 Mart Tıp Bayramıydı.
Manisa Tabip Odası bu nedenle bir takım etkinlik ve programlar hazırladı ve kamuoyuna duyurdu.
Bunlardan biride Atatürk heykeline çelenk sunumu idi…
Kaç kişi vardı sizce? 100!, 200!, 2000!...
22!
Evet, 22 kişi vardı.
Manisa Tabip Odasının eski yeni yöneticileri, bir iki özel hastane başhekimi, sendikaları temsilen bir iki kişi, bir iki siyasi partiden temsilci, eczacı ve diş hekimleri odalarından birer, ikişer temsilci, halk sağlığı müdürü vs.
Manisa’da ki Kamu(!) hastaneler birliği genel sekreteri neden yoktu?
Var mı cevabını bilen?
Aradım sordum Tabip Odasına. Davet ettik dediler, cevap bile vermedi.
Ya İl Sağlık Müdürü?
Oda kendi programını göndermiş.
Aynı saate mi denk geliyor programı?
Yooo.
Hastanelerin başhekimleri?
Başhekim Yardımcıları?
Hekimler, hemşireler, laborantlar, sağlık memurları?
Yok!
En başta halkı temsil eden siyasi partiler yok.
İstediğiniz kadar “Sağlık emekçilerine değer veriyoruz.” deyin.
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Sonuç 22 kişi…
***
Eziliyoruz!
Ücret güvencemiz yok!
Gelecek güvencemiz yok!
Şiddete uğruyoruz!
Şimdi gidin bir hastaneye, herhangi bir sağlık emekçisine sorun, daha ne sorunlar anlatacaktır kim bilir.
Doğrudur da.
Çok sorunları var sağlık emekçilerinin.
Sonra hangi sendikaya üyesin diye sorun, ya o anda hatırlamaz, ya da böyle sorunlar olan zamanda bile kılını kıpırdatmayan bir sendika ismi verir size.
Bakın, dün, yani 14 Mart Günü, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) işte bu taleplerle bir yürüyüş ve basın açıklaması düzenledi.
Saat 12.15 de Doğum evi önünde buluşup, devlet hastanesine yürüdüler.
Orada onları Manisa Tabip Odası üyeleri karşıladı ve ortak bir basın açıklaması yaptılar.
“14 Mart’ta 14 Acil Talep.” diye haykırdılar.
Madde 1: Emekli Sağlık Çalışanlarının maaşları acilen iki katına çıkarılsın…
Diğerlerini saymayacağım. Özetle; iş güvencesi, gelir güvencesi ve gelecek güvencesi için haykırdılar.
Doğum evi önünde altmış, bilemedin yetmiş kişi, devlet hastanesi önünde de otuz-kırk kişi toplam yüz, yüz on kişi… Bunların yirmi, yirmi beşi KESK’e bağlı diğer sendikalardan dostlar(Eğitim Sen-BES), DİSK Emekli Sen, sağlık hakkı meclisi üyeleri vs. Geriye kaldı; 70–80 duyarlı sağlık emekçisi…
Manisa merkezde en az üç bin sağlık emekçisi var.
Ve 14 Mart günü düzenleniyor bu eylemler!
Hani o çok yetkili diğer sendikalar?
O sendikaların iktidar değiştikçe değişen üyeleri: nerde?
Sağlıcakla… 

14 Mart 14 Acil Talep...

Bu 14 Mar'ta yine alanlarda, yürüyüşlerde ve basın açıklamalarında geçti. 
SES ve diğer sağlık örgütleri (TTB, TDB, THB vb.) bu 14 Mart'a 14 Acil taleple hazırlandı. 
Bu talepler bir süre önce sağlık bakanına iletilmiş ve taleplerin kabul edildiğini açıklamak üzere sayın sağlık bakanına 14 Mart'a kadar da süre tanınmış.
Ben bu yazıyı yazarken henüz herhangi bir talebin kabul edildiği veya reddedildiği yönünde bir açıklama gelmemişti.
Benim ümidim sağlık emekçilerinin taleplerinin kabul edilmesidir. 
Çünkü sağlık emekçileri çok fedekarca çalışarak sağlık hizmeti üretmekte ve bu uğurda kimi zaman hayatlarından olmaktadırlar. 
Bu taleplerin kabul görmemesi durumunda sağlık örgütlerinin başta SES'in mutlaka bir hareket planı olacaktır. Onuda ileri ki günlerde göreceğiz diyor ve "14 Mart 14 Acil talebi sizinle paylaşmak istiyorum.   
***
Neydi o 14 Acil talep?
1- Emekli sağlık çalışanı ücretleri acilen iki katına çıkarılmalıdır. 
***
2- Sağlık çalışanları arasında dayanışma yerine rekabete yol açan, işimizi değersizleştiren ve hastaları "puan"a dönüştüren mevcut "performansa göre ücretlendirme" sisteminden ivedi olarak vazgeçilmelidir. Kamuda çalışanların ücretleri, iş güvenceli tek bir işte çalışarak insanca yaşamaya, mesleki gelişimi sürdürmeye yetecek, emekliliğe yansıyacak biçimde düzenlenmelidir.
***
3- Sağlıklı ve güvenli koşullarda çalışma hakkını güvence altına alacak düzenlemeler ile sağlık ortamlarının şiddetten arındırılması için Türk Tabipleri Birliği tarafından hazırlanan öneri doğrultusunda Türk Ceza Kanunu'nda gerekli değişiklik yapılmalıdır.
***
4- Sağlık çalışanlarını kamuoyu ve hastalar nezdinde küçük düşürücü tutum ve söylemlere son verilmeli; Alo 184 Sabim Hattı'nın faaliyetleri öncelikle durdurulmalı, gerçek anlamda hasta haklarını önceleyerek çalışan bir hattın kurulması sağlık çalışanlarının örgütleriyle ortak çalışma yürütülerek sağlanmalıdır.
***
5- Hastalara yeterli süreyi ayırabilmek başta olmak üzere işimizi nitelikli ve hizmetin gereklerine uygun yapabilmemize ilişkin mesleki tanımlama düzenlemeleri yapılmalı, kamuda ve özel sektörde hastalara yirmi dakikadan daha kısa süre içerisinde hekim randevusu verilmemelidir.
***
6- Birinci basamakta çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliklerine son verilmeli; ASM, TSM, kurum hekimlikleri, SHÇEK'te çalışanların tamamı iş güvencesine kavuşturulmalıdır.
***
7- Özel sağlık kuruluşlarında çalışanların sözleşmelerinde sendika/meslek örgütleri taraf olarak kabul edilmeli; işten çıkarmalar Sağlık Bakanlığı ve ilgili sendika/meslek örgütünün iznine bağlı olmalıdır.
***
8- Sağlık alanında çalışmayı ve işyeri hekimliğini taşeronlaştıran; sağlıkçıların her düzeydeki eğitimini (işyeri hekimi, hemşire v.d.) yetkin olmayan özel sektör girişimlerine açan, sendika ve meslek örgütlerinin yetkilerini yok eden, ilgili dernekleri muhatap almayan uygulamalar ivedi olarak durdurulmalıdır.
***
9- Mesleki, kişisel ve ailevi yaşamı olumsuz etkileyen mecburi hizmet ve geçici görevlendirmeler başta olmak üzere çalışma yaşamındaki anti demokratik uygulamalar kaldırılmalıdır.
***
10- Bütün sağlık çalışanlarının nöbet ertesi izin hakkı istisnasız olarak uygulanmalı; 40 saatlik haftalık çalışma süresi, nöbetler de dahil olmak üzere 56 saati geçmemelidir. Radyasyon çalışanlarının çalışma süresi haftalık 25 saate yeniden indirilmelidir. Normal poliklinik hizmetleri için vardiyalı çalışma uygulamaları kaldırılmalıdır.
***
11- Kamu sağlık kurumlarında sözleşmeli, döner sermayeden sözleşmeli, vekil, taşeron işçisi adı altında her tür güvencesiz çalıştırmaya, esnek-kuralsız, fazla çalıştırma ve angaryaya son verilmeli; taşeron şirket çalışanları da içinde olmak üzere sağlık çalışanlarının tamamı devlet memuru statüsüne kavuşturulmalıdır.
***
12- Ülkemizde sağlık insan gücünün planlanması ilgili tarafların katılımıyla bilimsel olarak yapılmalıdır.
***
13- Eğitim aldığımız kurumlar ehil ellerde olmalı, mesleklerimiz dışından insanların mesleğimizin niteliği ve niceliği hakkında kararlar almasına imkan veren düzenlemelere son verilmeli, nitelikli eğitim için gerekli süre ve koşullar meslek örgütlerinin de görüşleri alınarak belirlenmelidir. Mevcut okulların öğretim elemanı, donanım v.b. eksiklikleri giderilmeli; kapasitelerinin üzerinde öğrenci alımına son verilmelidir. Tıp fakülteleri hastanelerinin ekonomik, yönetsel ve akademik özerkliği korunmalıdır.
***
14- Sağlığı ticarileştiren, sağlık hizmetlerini metalaştıran, eşit-ücretsiz-nitelikli sağlık hizmetinin önündeki öncelikli engel olan sağlıktaki bütün katkı-katılım payları ve ilave ücretler kaldırılmalıdır.
***
Sağlıcakla...

Kar altındadır…


Karın neredeyse altı ay kalkmadığı; yaz denen mevsimin ne zaman gelip, ne zaman gittiğinin pek anlaşılmadığı bir ilçeye Laborant olarak atandığımda yıl 1992 idi. Yirmi beş yataklı bir devlet hastanesine, on sekiz yaşımda, bundan yirmi yıl önce, 9 Aralık Cuma günü gitmiştim ve o ilk günü hiç unutmam. Başhekim odasında oturmuş, üç kişi (hizmetli, memur ve personel şefi) ile uzun uzun sohbet etmiştik. Kalacak yer konusunun hiç sorun olmadığı söyleniyordu, benden önce göreve başlayan laborantın uzun bir süre kaldığı oda hala boştu ve dendiğine göre birazdan hastane müdürü gelir ve o oda da kalabileceğimi söylerdi bana...
Sohbet sürdükçe sürüyor arada sessizlik olunca da memur olan kişi söze giriyor ve şöyle diyordu.
—Birazdan başhekim gelir, başlama yazını yazarız.
***
Çaylar içiliyor, ne kadar genç olduğumdan vs konu açıldıktan sonra, personel şefi buraya atanmakla ne kadar şanslı olduğumdan bahisle:
—Burada kalacak yer sorunun olmaz. Birazdan müdür gelir ve kalacağın odayı gösterir sana, sıcacık oda, duşu da var, rahat edersin. 
Havanın bazen eksi otuzbeşe düştüğü düşünüldüğünde, sıcacık odanın ne kadar değerli olduğu daha iyi anlaşılabilir.
***
Sohbet başlayalı iki buçuk, üç saat olmuştu, saat neredeyse öğlene yakındı ancak birazdan geleceği söylenen; müdür ve başhekim bir türlü gelmiyordu. 
Ancak rahattım çünkü ben hastaneye gelmem gereken zamanda gelmiş ve başlamıştım, gelmeyen başhekim ve müdürdü, onlarda ise, dendiğine göre, merak edilecek bişey yoktu, birazdan gelirlerdi. 
Müdür bir iş için kaymakamlığa uğramış, ancak, sonradan iktidar partisi ilçe başkanı olduğunu öğrendiğim, bilmem kim beye uğramadan dönmezmiş.
Başhekim, zaten muayenehanede hasta varsa, öldürsen gelmezmiş, hastası bitince bir ara uğrarmış.
***
Bunlar konuşulurken, benimle sohbet eden ekibinde, bir iş yapmadığı fikri oluştu bende. Çünkü onlarda neredeyse üç saattir benimle, başhekim odasında oturuyor ve çay içiyorlardı. Hizmetli arada çayları tazelemeye gidip geliyor, ancak ne memur, ne de personel şefi, yapacak bir işleri varmış gibi davranmıyorlardı.
Ya hakikaten yapacak işleri yoktu ya da nezaketen, sırf benimle ilgilenmek için erteliyorlardı işlerini.
Yalnız aralarında bir iş bölümü var gibiydi… Bazı cümleleri kendi aralarında paylaşmışçasına; personel şefi "Burada kalacak yer sorunun olmaz. Birazdan müdür gelir ve kalacağın odayı gösterir." diyor; memur ise "Birazdan başhekim gelir, başlama yazını yazarız."ı seslendiriyordu. Her sessizlik anında bu iki cümle dolaşıma sokuluyordu, istisnasız.
Merak etme…
***
Öğlene yakın beni ağırlayan ekipte bir hareketlenme başladı. 
O gün cumaydı ve üçü de cuma namazı telaşı ile abdest almaya koyulmuşlardı. O telaşa bakışlarımla da olsa, engel olmayayım diye düşündüğümden olacak, en naif halimi takındım ve dışarıya bakmaya başladım. Karların beyazını incelemeye koyulduğumu hatırlıyorum. Ne kadar çok kar vardı etrafta, beyazdan başka renk seçilmiyordu adeta…
Aklıma Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı” adlı şiiri düştü birden.
Hala hatırlıyorum o anı ve dizeleri: “Tekmil ufuklar kışladı/ Dört yön, onaltı rüzgar/ ve yedi iklim, beş kıta/ kar altındadır.”
İçimden okuduğum şiiri, duydumu ne, benzer bir ses tonuyla araya girdi personel şefi:
—Hadi, dedi. Abdestini al çıkalım…
O kadar alışığım ki bu tür emrivakilere, şiire sesli olarak devam etmek istedim biran. “Dumanlı havayı kurt sevsin/ Asfalttan yürüsün aralık…”  
***
—Allah kabul etsin, ben kılmayacağım, dedim.
Üçünün birden donup kaldığını dışardan biri olsanız bile fark ederdiniz kolaylıkla. Bende fark ettim. Ama dedim ya, ben aşılıyım bu tür donup kalma repliklerine, dönüp oturdum ve dışarıya bakmaya devam ettim. Aklımda da Ahmed Arif var hala.
Ne güzel şiirler yazmış, bu aralık ayında, bu yüksek rakımlı Cuma gününde bile imdada yetişiyor dedim içimden…
Daha ne kadar bir birlerine baktılar bilmiyorum, bi ara dönüp baktım gitmişler.
Çıkıp hastane önünde bi sigara yaktım. Bütün diğer hizmetli, doktor ve sağlık memuru tayfasının (8-10 kişi) aynı camii yönüne doğru çıktıklarını ve meraklı gözlerle beni süzdüklerini hatırlıyorum.
(Sonradan o yöne gidenlerin bir kısmının da aslında Cuma namazına gitmediğini evde oyalanıp geri geldiğini de öğrendim.)
***
Derken Cuma kılındı ve yine aynı toplu hal ile dönüldü hastaneye. Sonunda başhekimde, müdürde gelmişti. Başhekim başlama yazımı en suratsız hali ile yazdırdı, hayırlı olsun bile demedi, tebliğ sırasında… Orada çalıştığım sonraki dört yıl buyunca, hep o suratla baktı yüzüme. Dört yıl çalıştığım ilçeden ayrılırken bile o Cuma gününün imasıyla: “Aslında sana bir veda yemeği yapmalıydık ama…” bile dedi.
Müdürün bana tahsis edeceği odanın ise, tahmin edebileceğiniz gibi, uygun olmayacağına karar verildi, oy birliği ile. Tam dokuz ay kiralayıp kalabileceğim bir ev bulamayıp otelde kaldım. Otel parası maaşımın neredeyse yarısıydı…
Şu memurun tayini çıkmış ev boş diye haber alıp görüşmeye gittiğim ev sahipleri; Genel bir mutabakat ile “Kiraya verecek evimiz yok.” diyorlardı. Ve bu sohbetten birkaç gün sonra yeni gelen bir diğer memura veriyorlardı evlerini.
***
Şimdi tam yirmi yıldan fazla zaman sonra, şimdi olsa ne yapardın diye soruyorsanız: Ahmed Arif’in o şiirine devam derim: “mucip sebebin” bilirim/ Ve kâfi delil ortada…”
Sağlıcakla…


Asgarini peynir ekmekle yemek...


Tarihte bir çok anlaşılmayan insan vardır ve hiç bir tarih kitabı bu insanların kırgınlıklarını layıkıyla yazmaz. Misal Marie Antoinette, Faruk Çelik, İdris Naim Şahin...
Bu isimler anlaşılamayan insanlara verilebilecek sadece üç örnekten başka bişey değildir. 
Bu konuda akademik bir çalışma yapılsa, inanın bana, liste uzar gider. Kimler yazılmaz ki bu listeye; Yıldırım Akbulut, Azimet Köylüoğlu, George W. Bush. vb… Uzatmaya gerek yok.
***
Şimdi efendim, aynı zamanda Fransız kraliçesi olan Antoinette, çok mümtaz bir şahsiyet olduğunu, ilave olarak,  allah şahidim olsun ki öyledir dememe müsaade buyurun. 
Çünkü kendisi bu güne kadar hiç kimse tarafından anlaşılamamıştır, hor görülmüş, komik sohbetlere konu edilmiştir. Hep bi dalga geçme hali ile yapılmıştır bu...
Neymiş efendim kraliçeye sormuşlar da “Halk yiyecek ekmek bulamıyor.” diye, oda “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” demiş de, halkın halinden anlamamış da, yabancılaşmış da, mış mış da, mış mış.
***
Neden anlamasın efendim? 
Böyle bir cümleye bakıp da, toptan bir yargıya varmak ne kadar doğrudur, sorarım size? Bu kişi hayatında ne gibi pratikler sergilemiştir. Halkı için nasıl fedakârlıklar ortaya koymuştur. Bunları iyi okuyup, anlamak, araştırmak ve ondan sonra, yargı ifade etmek gerekmez mi?.   
Ben şahsen bu konuda bir okuma ya da araştırma yapmadım ama yinede sayın kraliçenin, yukarıda da da yazdığım gibi; yeterince anlaşılamadığını,  yüce kişiliği ile halkının ekmeğe değil de pastaya layık olduğunu anlatmak istemiş olabileceğini düşünüyorum, inanın öyledir, yeminle...  
E tabi bazı niyeti bozuk, bir takım 'bozguncular' olayı çarpıtmış ve onu dalga konusu etmiştir ve maalesef, bu büyük bir haksızlıktır.
***
Bu gün aynı haksızlık Sayın Faruk Çelik'e yapılmak istenmektedir. İşte açın bakın BirGün gazetesini, manşetten başlamışlar bile bu karalama, dalgaya alma işlerine. 
Ben buradan 76 milyon halkımıza sesleniyorum.  Sayın çalışma bakanımıza sahip çıkalım! Ona haksızlık edilmesine, Sayın İdris Naim Şahin'e yapılan haksızlık benzeri bir kampanya ya kurban gitmesine engel olalım! Böyle nevi-i şahsına münhasır değerler kolay yetişmiyor!
İdris Naim Şahin bakanken de aynı şeyleri yapmadılar mı? Neymiş efendim: "İçerdekiler dışarı çıkmak istiyorsa özgürlük var demektir. Özgürlük olmasa içerdekiler dışarı çıkmak istemezdi." demiş. Yok, efendim, vatandaşa "Takla at." demiş. Vay efendim; "Biber gazımız organiktir." gibi beyanatları olmuş diye adamı harcadılar. 
***
Sorarım size, bu beyanatların, hangisi yanlış?
Anadolu da insanlar kuşları, takla atıyor diye sevmezler mi? Deli Emin Vizontelede "Ne kadar takla o kadar yem." diyerek taklacılığın meziyetlerini anlatmıyor muydu?
Sayın Şahin de vatandaşı sevdiği için "Takla at." demiş olamaz mı? Ya da ne bilim, bu ülkede özgürlük yok mu?
Yapmayınız efendim. Bir tek Sırrı Süreyya Önder anlayabildi, İdris Naim Şahin'in kıymetini çıktı mecliste konuştu; “Sayın Şahin bir değerdir, gençler için umuttur.” dedi ama geçmiş olsun, o bile muvaffak olamadı kurtarmaya. Gitti güzelim bakan.
Ben şimdi diyorum ki; Sayın Fransız kraliçesinin ve dahi Sayın İdris Naim Şahin'in düştüğü duruma düşmesin, Sayın Faruk Çelik. Sahip çıkalım. Bunu büyük bir kıskançlıkla yapalım.  Böyle değerler kolay yetişmiyor efendim, Allah cezamı versin bak. 
***
Sayın çalışma bakanı Faruk Çelik katıldığı bir televizyon programında asgari ücretle ilgili bir soruya yanıt vermiş ve "Asgari ücretle geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz. Ona mahkûmsanız 800 TL de büyük paradır. Netice itibariyle ekmeğin fiyatı bellidir, peynirin fiyatı bellidir." demiş. 
E ne var bunda? Yani ekmeğin fiyatı da, peynirin fiyatı da bellidir, neticede. Bunu bilmeyen mi var. Asgari ücretle geçinilir demiyor ki efendim ona ‘mahkûmsanız’ diyor. Doğru diyor neticede vatandaş geçiniyor işte. Kor değil mahkum olmayalardı efendim. 
Yapmayınız. Şimdi bunu eğip bükmeye Sayın Fransız kraliçesi türü,  imalara ne gerek var?
Yanlıştır bu tür hareketler. 
Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.
Sağlıcakla…

6 Mart 2013 Çarşamba

Alo alo 113 beyaz kod alo…




Adam saçımdan yapışmış, sürüklemeye çalışıyor. Allahtan kiloluyum da kolaylıkla yapamıyor bunu. Ancak azimli adam Allahı var, kolay pes etmiyor. Sağ eli saçımdan tutarken sol eli ile kolumdan da asılmaya başladı.
İlla yerlerde sürükleyecek…
Sürüklemezse zevki çıkmıyor zar.
***
O beni sürüklemeye çalışırken arkadaşı olan gençten iri kıyım, kemerini çıkarmış sırtıma sırtıma vuruyor.  
Arada da; demek öyle ha, kimlik olmazsa kaydımızı yapamazsın demek, sende kayıt yapma o zaman, bak biz seni döverken kimlik soruyor muyuz?
Hakikaten de sormuyorlar.
Adam o kadar ikna edici dövüyor ki, haklı mı acaba, diye düşünüyorum, istemeden.  
***
Bi ara bu durumdan bir çıkış bulmanın ferahlığını hissettim içimde.
113 beyaz kod, tabi ya, dedim içimden. 113 beyaz kod.
Önümdeki klavyeden 113’ü tuşlamaya başladım.
Ancak sırtımın ve saçlarımın acısından mıdır bilmem, bir yandan da bağırıyorum.
—Alo alo 113 beyaz kod. Alo alo 113 beyaz kod, diye.
O andan itibaren ağrılarımın hafiflediğini, dayak yiyor oluşumu umursamadığımı fark ettim.
İçimden 113’ü kullanma fırsatı yakalamış olmanın ve ‘ne olacak acaba şimdi’nin merakı vardı… Bas bas bağırıyordum.
—Alo alo 113 beyaz kod. Alo alo 113 beyaz kod.
***
Saçımdan çekiştiren adam, bu bağrışlarımdan etkilenmiş olacak ki; kısa bir duraksama yaşadı. Onun duraksaması kemerli saldırganı da etkiledi, oda durdu.
Adam saçımdan bırakmadan, arkadaşına:
—Ne diyor la bu? 113 beyaz kod ne ki?
—Valla anlamadım. Benim bildiğim, imdat, imdaaat, diye bağırılır. Bu tutturmuş, alo alo 113 beyaz kod… Hayırlısı bakalım.
Bu anlayamamayı gidereyim, vatandaşa bir “aydınlatılmış onam”da bulunayım, dedim. Demez olaydım. Ben açıklayayım manasında elimi kaldırınca adamlar bunu tehdit algılamasınlar mı?
Şimdi daha şiddetle vurmaya başladılar. Sırtım tümüyle kabardı.
Sırtımda şaklayan kemerler, saçlarımın tümden koptu kopacak kadar çekiştirilmesi, yumrukların gözümde yıldızları dansettiriyor, ‘vay hareket çekiyon ha’diyor biri.
***
Anlaşıldı tek çıkış, 113 beyaz kod, devam diyorum.
—Alo alo 113 beyaz kod. Alo alo 113 beyaz kod.
Ben, “Alo alo 113 beyaz kod, beyaz kod.” Diye bağırırken, sırtıma kemeri ile vuran saldırganın pantolonu düşmesin mi, beni aldı bir gülme.
Bir yandan gülüyor, bir yandan klavyeyi tuşluyorum: ha ha ha, alo alooo 113 beyaz kod, alo ha ha ha alo 113 ha ha ha beyaz kod hahay…
***
Saçımdan tutup sürüklemeye çalışan adam, boşta kalan eli ile yumruk atmaktan vazgeçip ağzımı tutmaya uğraşıyor ve arkadaşına dönerek:
—Ya ben sana dedim akıl hastanesinde maraza çıkarmayalım diye, bak adam manyak çıktı, ne imdat diyo ne bişey. Bi tutturmuş; alo alo 113 beyaz kod, başka bişey demiyo. Tam alıştık hadi derken, şimdi de gülmeye başladı.
Pantolonu düşen saldırgan bir yandan eğilmiş pantolonunu toplamaya uğraşıyor bir yandan vurmaya devam ediyor.
—Abi o bana gülüyor, pantolon düştü ya.
—Ulan oğlum rezil ettin bizi be. Bi donuna sahip çıkamadın.
—Don diil abi pantolon.
—İyi çok rahatladım. Don dilmiş, Allahım yarebbim ya.
***
Bunlar pantolon, don… Toplama, tartışma diye bir ara boş bulununca, kendimi acilin dışına atmışım.
Ağzım burnum, haşat…
Sırtım desen, notredamın kamburuna dönmüş.
Bi baktım karşımda 113 beyaz kod görevlisi, Selma hemşire karşımda…
—Alo alo… ha ha… beyaz kod… Ha ha ha… alo alo 113...
Özel güvenliği, acil doktoru, hemşiresi, polisi, hizmetlisi bir çember oluşturmuş beni izliyorlar, ben aynı kahkahalarla devam ediyorum.
—Alo alo… ha ha ha… 113 beyaz kod... Ha ha… alo 113… alo… ha ha..  aloooo.
Sağlıcakla…