27 Ekim 2010 Çarşamba

2011 bütçe oyunları ve kesinleşen memur maaş zamları

Geçen hafta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 2011 bütçesini açıkladı ve arada 2011 memur maaş zamlarını da açıklamayı ihmal etmedi.

Kimi yayın kuruluşları “Memur maaş zamları kesinleşti” diye servis etmiş bu haberi.

Ne maliye bakanının zam oranlarını açıklaması ne de medyanın bunu kesinleşmiş zam oranları olarak haberleştirmesi şaşırtmadı beni.

Uzun zamandan beri memur maaş zamları dâhil birçok konunun bütçe yapılırken belirlendiğini herkes biliyor.

Bu nedenle KESK, bütçeye dönük eylemler yapıyor, toplu görüşmeler için “orta oyunu” deyimini kullanıyordu.

Hatta bu konuyla ilgili “Geleneksel 15 Ağustos Memur Tiyatrosu” başlıklı bir yazı yazdığımı dahi hatırlıyorum.

Ne diyorduk?

Toplu görüşmeler, memuru oyalamak için sahneye konan bir tiyatro oyunundan farksızdır. Bu oynanan oyunun figüranı olmayacağız.

Eski bir söz vardır; “Bizans’ta oyun bitmez” diye, bunu “Osmanlıda oyun bitmez” diye kullananlar da var.

Yani şimdiki zamana uyarlayacak olursak “Hükümette oyun bitmez.” Bitmedi de.

Artık toplu görüşmelerin bir anlam ifade etmediği, bunun bir oyun olduğu memurlar tarafından iyice anlaşıldı. O halde yeni oyun devreye sokalım dendi ve Anayasa değişikliği paketinin içine memura “Toplu Sözleşme Hakkı” ilave edildi.

Grevsiz toplu sözleşme…

Hem de sonucunu yargıya taşıyamayacağımız bir toplu sözleşme… Tıbbi deyimi ile ifade edecek olursak; "Ölü doğum."

İşte bu ölü doğumla ilgili olarak memur konfederasyonlarının en yetkilisi Memur Sen tereddütsüz "Evet" dedi. Ve bu oyunu kâfi gördüğünü ifade etti. Şaşırmadık.

2001 de Toplu Görüşme hakkı verilirken “yetmez ama evet” diyen Kamu Sen bu sefer “hapı” yutmadı ama referanduma “Hayır” diyemedi. Eveledi geveledi durdu. Şaşırmadık.

KESK’in ise belki de tarihinde ilk defa kafası karıştı. Ne diyeceğini bilemedi. KESK Genel Başkanının "Toplu görüşmeleri referandum sonrasına erteleyelim" ifadesinden yola çıkarak gol atmaya çalışan hükümetin karşı atağını toparlama derdi, 12 Eylül’le hesaplaşma, darbelere karşı olma vb gibi gerçekte içi boş argümanlar vs derken tavrını açık etmedi. Şaşırdık.

Geçen hafta yani 12 Eylül referandumunun tozu dumanı arasında daha Toplu Sözleşme Hakkı verilmesinin üzerinden 33 gün geçmişken, Mehmet Şimşek 2011 bütçesini açıkladı.

33,5 milyarlık bütçe açığı öngörülen ama içeriği itibariyle sermayeden, ranttan yana... Halktan, emekçiden, yoksuldan uzak olan 2011 bütçesi.

İşte o bütçeyi bağladı ve meclise gönderdi sayın maliye bakanı.

Tüm bunlar olurken memur maaş zamlarını da açıkladı hazret, % 4 + 4…

Şimdi memur sendikaları dönüp şu soruyu soracaklar mı kendilerine; Ne oldu bizim toplu sözleşmeye?

2011 yılı toplu sözleşmesi ne zaman yapıldı da bütçe bağlandı?

Dedik ya oyun içinde oyun.

Daha biz bir oyunu deşifre ettik emekçilere anlattık derken ikinci, üçüncü oyun sahneye konuyor bile. Bizim anlatma hızımız hükümetin oyun sahneleme hızına yetişmez biliyoruz ama bakın bir oyundan daha bahsedelim konu bütçeden açılmışken.

Bütçe gelirleri belirlenirken vatandaştan gelirine göre vergi alınması öngörülüyor ve her ne kadar adil bir belirleme değilse de, vergi ödeme oranları belirleniyor. Örneğin 2006 bütçesinde 7000 TL ye kadar geliri olanların % 15 vergi ödeyeceği, daha üst rakamlarda bu oranın % 20, 25,30 vb şeklinde artacağı yazılmış ve bu durum bir tablo ile sunulmuş.

Gelelim oyuna; 2006 yılı en düşük memur maaşı ortalama 750 TL, 2010 yılı en düşük memur maaşı ise 1254 TL. Yani 2006 ila 2010 arası memur maaşları % 66 artmış.

Öte yandan 2006 yılı bütçesindeki vergi dilimlerine göre % 15 lik vergi dilimi 7000 TL… 2010 da ise bu rakam 8800 TL yani artış oranı % 25…

Bu ne demek?

Bir memur 1254 TL gelir elde ettiğinde Temmuz ayında vergi dilimi % 5 artacak ve Temmuzda % 4 zam alsa dahi geliri % 1 azalmış olacak.

Oysa vergi dilimi de % 66 arttırılmış olsa idi vergi dilimi 11600 TL civarında olacaktı. Yani aynı memur temmuzda değil ekim ayında % 5 lik vergi dilimi içerisinde yer alacak böylelikle 200 TL daha az vergi ödeyecekti.

Hani memurlar vergi vermiyor diyenlere ne kadar zihin açıcı oldu bilmiyorum ama bu durumu Sayın Maliye Bakanının bilmemesi pek inandırıcı olmasa gerek.

Sağlıcakla…

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=33469

19 Ekim 2010 Salı

KARTON KUTU

Kapıyı açtığımda somurtkan yüz ifadesi ile ellili yaşlarda bir bey, oldukça yorgun bir o kadar da ezik duruşu ile elindeki kutuyu bana doğru uzatarak:
-Bu kutuyu size gönderdiler dedi.

Kutuyu elime alır almaz içimde bir şeylerin kıpırdandığını hissettim. Bu, kutunun içinde ne olduğunu bilmenin, ama bir şey yapamamanın duygusal ağırlığıydı.

Karton kutuyu ellerimin arasına bırakır bırakmaz dönüp giden hademenin arkasından sadece bakakaldığımı hatırlıyorum.

Kutuyu kimin gönderdiği veya içinde ne olduğunu sorma ihtiyacı dahi hissetmedim. Şimdi oldukça garip gelen iç güdüsel bir korku sayesinde biliyordum kutunun içinde ne olduğunu.

Elimde karton kutu ile öylece kalakaldım.

Karton kutuyu ne açabilirdim, nede bir kenara bırakabilirdim artık.

Çünkü biliyordum;

Karton kutuda ölü bebekler vardı. Sayısı yüzlerce... Doğduklarını hissetmiş ama dünyaya ilişkin, ancak yeni doğan servislerindeki küvözlere kadar fikirleri olan ölü bebekler. Aynı anda onar onar ölüp, neden öldüklerini bilmeyen, ölü bebekler.

Karton kutuda Tuzla tersanelerinde kum torbası kadar değeri olmayan ölü işçiler vardı. Kimi metrelerce yüksekten düşerek parçalanan, kimi tonlarca ağırlıktaki gemi parçalarının altında ezilen, kimi kum torbası niyetine boğulan, kimi ölümün hangi tenhalıkta kendini beklediği merakıyla bekar odalarında gün sayan işçiler.

Karton kutuda Novamedli kadın işçiler vardı. Maske kullanmaları gereken bir işte sırf usta başı konuşup konuşmadıklarını anlasın diye maske takmalarına dahi izin verilmeyen ve zehirlenen novamedli kadın işçiler. Doğurmak istemeleri bile patron iznine bakan, yorgun novemedli kadın işçiler.

Karton kutuda ölü kot kumlama işçileri vardı. Daha yirmi, yirmi ikili yaşlarda ciğerlerine dolan kum yüzünden silikozis hastalığına yakalanan ve ölen kot kumlama işçileri. 50 liralık maske çok görüldüğü için ve hasta olduklarını ancak askerde çürüğe çıktıklarında öğrenen ve en fazla bir iki yıl yaşayan sigortasız, yoksul kot kumlama işçileri.

Karton kutuda sendikaya üye oldukları için işten atılan Yörsan, Menderes, Antoliv, Goodyear işçileri vardı. Sendika üyeliğini hainlikte eş tutan işveren mantığının doruk yaptığı fabrikaların onurlu işçileri.

Karton kutuda hastasından kaptığı Kırım Kongo Kanamalı Ateşi mikrobu yüzünden hastalanan ve hasta olarak yattığı sürece döner sermaye ücreti kesilen hemşireler, doktorlar vardı. Mesleki ilkeleri ayaklar altına alınan, performansa dayalı ücret sistemi ile yaptığı işe yabancılaştırılan sağlık emekçileri.

Karton kutuda mevsimlik işçiler vardı. Her yıl uzun yolculuklarda, trafik kazası geçirmez, sıtma ya da koleraya kapılmaz, tuvaleti banyosu olmayan naylon çadırlarda insanlık dışı koşullarda yaşamayı becerebilirse, köyüne dönüp bir yıl sonraki mevsimlik işçi olma yolculuğuna tespih çeken mevsimlik işçiler.

Karton kutuda köyüne çöp dökülmesin diye mücadele eden Develi köylüleri vardı. Hayatında hiç likit yumurta ile pişirilmiş omlet yiyememiş olan, ama köyüne, geleceğine, toprağına sahip çıkmanın ne demek olduğunu bilen Develi köylüleri.

Karton kutuda, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanunu yüzünden emekli olamayacak işçiler ve yeterli sağlık hizmeti almayacak yoksullar vardı.

-Ne var o karton kutuda?

-Karton kutuda; Bebekler, işçiler, yoksullar, köylüler...

Sağlıcakla...
07.10.2008

AÇ ÇOCUKLARDAN TASARRUF EDEN SAATLERE

Türkiye’de saat ayarlama uygulaması ne zaman başladı bilmiyorum, ama uygulamaya ait en eski anım, dedemin evdeki duvar saatini geri almamasıydı. Saatin bir saat ileriyi göstermesi hane halkı açısından sorun teşkil etmezdi, bu kolay yapılan bir hesaptı. Arada bir misafirlerin “O saat geç olmuş kalkalım.” dedikleri duyulunca “Yav o saat ileri hele oturun .”denir ve kısacık halledilirdi.
Dedeme saati ayarlama tekliflerim “Elleme” denir geçiştirilirdi. Ellemezdim. Saatin bozulmasından korkardı ve kimseye elletmezdi. Değerliydi bu tür gereçler.
Şimdilerde promosyon olarak dağıtılan duvar saatleri ortamı bu denli Çin’lemişken komik gelebilir ama, o zamanlar öyleydi.
Geçenlerde saatlerin geri alınacağı haberini duyunca dedem geldi aklıma, yaşadıkları, yaşayamadıkları; yaptıkları, yapamadıkları. Sonra günlük telaşlar arasında unuttum gitti. Taki Pazar sabahı (26.10.2008) Radikal gazetesinin birinci sayfasında “Açlığın Pençesinde” başlıklı haberi okuyuncaya kadar. Haberde şöyle deniyordu: “Mersin’de, 12 yaşındaki A.Ö. derste bayıldı. Karnı açtı. Evine gidildi. 14, dokuz ve üç yaşlarındaki S., A., ve F. de açtı. Baba hapiste, anne başka bir şehirdeydi…”
Heberi okuyunca yine küçükken söylediğimiz bir söz geldi aklıma: “Mersin tokatımı yersin.”
Yediğim tokattanmı bilinmez yüzümün kızardığını hissettim.
Eskiye dair hatırladığım anılar, açlıktan bayılan çocuklar ve küçükken söylediğimiz, Mersin’e ait söz üzerine düşündüm bir süre.
Eskiden saatlerimiz bozulur diye korkardık ve ellemezdik. Elletmezlerdi. Ama o vakitler köyümüzde açlıktan bayılan da olmazdı. Yoksul vardı ama bayılmazlardı açlıktan, doyurulurlardı.
Şimdi saatlerimizi bir saat ileri alarak bir milyon kilovat enerji tasarruf ettiğimiz söyleniyor, her yıl daha fazla büyüdüğümüz ve medenileştiğimiz ifade ediliyor ve Gayri Safi Milli Hâsılamız uçuruyor bizi.
Öyle ki ABD de başlayan küresel krizin bile “Allah’ın izni ile” bizi etkilemeyeceği ve ya” çok az etkileyeceği” söyleniyor. Ama gel gör ki 14 yaşında, on iki yaşında, dokuz yaşında, üç yaşında çocuklarımız açlıktan bayılıyor. Ne gam.
Ne büyük laflar ediyoruz oysa yaşamımıza ve çevremize dair. Mücadelelerimiz ne kadarda kutsal ve eleştiriden uzak. O kadar ki işte…
Ondan sonra her şey tuzla buz oluyor ve un ufak ufalanıyor bir gazete haberi ile. “ Mersin tokatımı yersin.” hepsi bu.
Peki, nedir bizi bu kadar kör eden? Bir öğretmenin öğrencisi bayılana kadar onun açlığını hissedememesi nasıl açıklanır? Çocuğu muayene eden doktor “bu çocuk açlıktan bayılmış” dedikten sonra devam edebilmiş midir hastalarına bakmaya? Ve ya hangi ilacı, hangi hastalığa, kaç doz yazabileceğine kafa yorarken toparlayabilmiş midir zihnini?
Sosyal hizmet uzmanları bu gazete haberini okuduk tan sonra sosyal devlet nedir, biz ne yapıyoruz, burası neresi demiş midir?
En önemlisi de öğretmen, doktor, hemşire, sosyal hizmet uzmanı, hâkim, parlamenter saatlerini bir saat geriye aldıklarında o gece aç yatan çocukların, çocuklarımızın açlığının bir saat daha uzayacağını düşünerek vazgeçmişler midir saat ayarlama işinden?
Ne dersiniz, önümüzdeki günlerde insanlığımızı bir nebze geriye alırsak ne kadar tasarruf sağlarız geceleri aç yatan çocuklarımızdan?
Ve belki alıp kitaplığımızdan Rıfat ILGAZ’ın “Çocuklarım” şiirini tekrar tekrar okurmuyuz bir daha unutmamak için? …Kiminiz limon satar Balıkpazarı'nda/ Kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder/ Biz inceleyeduralım aç tavuk hesabı/ Tereyağındaki vitamini/ Kalorisini taze yumurtanın…/ Birlikte neler düşünmedik/ Burnumuzun dibindekini görmeden/ Bulutlara mı karışmadık/ Güz rüzgârlarında dökülmüş/ Hasta yapraklara mı üzülmedik/ Serçelere mi acımadık kış günlerinde/ Kendimizi unutarak…
Sağlıcakla…

URBAN İÇİNDE ÜŞÜDÜK. ÇOK ÜŞÜDÜK

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız.
Turgut UYAR


Havalar çok soğuk.
Üç yüzü geçtiği söyleniyor Filistinli ölü sayısının. Katil demeli İsrail için. Yok yok bir iki kişiyi öldüren için kullanılıyor bu sıfat. Bunların yaptığı katliam. Daha ağır bir şeyler söylemek lazım... Üşüyorum.
Nicedir yalnızlar Filistinliler. Nicedir kolları kanatları kırık. Çocukları kucaklarında ölü. Dünyanın ağır sağırlığına inat çığlık çığlığalar.
Doksan yıldan bu yana bir halkın yaşayabileceği her türlü acıyı yaşadılar, yaşamaya da devam ediyorlar.
İşte onlardan bahsetmeli...
Bombardıman altında ilaçsız, aç, susuz Filistinliler, Filistinli çocuklar...
Havalar çok soğuk. Sibirya soğuğu diyor, ana haber bültenleri.
İsrail soğuğu olsa gerek.
Hiç bu kadar üşümemiştim insanlığımdan.
İnsanlıktan bahsetmek gerek, tüm dünyanın kulaklarının içine içine, bağırmak gerek.
Susmak onaylamaktır...
Susan katliama ortaktır...
Haykırmak gerek...
Çocuklar kucaklarda, sevilmek için değil, ya hastaneye ya morga doğru taşınmak için.
Çocuklar aç, açık, kan akıyor her yandan...
Hiç bu kadar kan kaybetmemiştim insanlığımdan.
İsrail'in Ankara büyük elçisi çıkmış ekrana yaptıkları katliamı mazeretlendiriyor bir bir.
Hala İsrail'in Ankara büyük elçiliği diye bir makam var. Buna ağlamak gerek.
Neyin elçiliğini yapıyor?
Filistinlileri çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç demeden nasıl öldürdüklerinin mi?
Hangi vicdan bunu dinlemeye dayanabiliyor?
Hiç bu kadar tiksinerek kapatmamıştım televizyonu.
Havalar çok soğuk.
Soğuğu yazmalı.
Hiç bu kadar soğumamıştım insanlıktan.
Türkiye Filistinli yaralıları tedavi ettirmek için girişim başlatmış. O gün yaralanan ve hala yaralı kalan kaç kişi var acaba?
Filistinli yaralılar...
Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi.
Bir hafta önce Türkiye'ye gelip barıştan, insanlıktan bahsediyor İsrail başbakanı, sonra dünyayı dar ediyor Filistinlilere. Bu denli vahşi bir kıyımı yapma cesaretini nereden aldığı ise biliniyor. Başta ABD olmak üzere suskun ve sağır dünya izin veriyor tüm bu yaşananlara.
Hiç bu kadar dar gelmemişti Dünya özüme.
Hiç bu kadar hiçleşmemişti dünya.
Hava çok soğuk.
Hiç bu kadar üşütmemişti insanlık beni.
Yeni bir yıla girerken mutluluklar dilemek gerek.
Hiç bu kadar umutsuz olmamıştım.
Nicedir yalnızdı Filistinliler, şimdilerde bir başınalar.
Sağlıcakla...
Not: Bu gün yani 31.12.2008 Çarşamba günü saat 12.45 de Filistin halkının yanında olduğumuzu haykırmak için KESK Şubeler Platformunun öncülüğünde gerçekleştirilecek basın açıklamamıza tüm Manisa'lıları bekliyoruz.

http://www.manisayaringazetesi.com/icerik.php?konu_id=41&tur=2&id

ORANTILI GENCAY GÜRSOY VE TAKSİM EDİLMİŞ OTEL ODALARI

Sabah saat 05 de otel odasında uyurken kapısının hızlı ve ısrarlı çalınması ile uyanan Gencay GÜRSOY bir anlam verememiştir herhalde kapıdakinin veya kapıdakilerin ısrarına. Önce otelde yangın çıkmış olabileceğini düşünmüş olmalı ya da doktor olmaktan kaynaklı acil bir durum diye de düşünmüş olabilir.
Ne düşündüğünü bilemiyorum ama kesinlikle düşünemediği ve aklının ucundan dahi geçiremediği tek şey kapıdakilerin kendisini gözaltına almak için gelen polisler olabileceği idi. Öyle ya yetmiş yaşındaki bir tıp profesörünün polisle, hele bu saatte, ne işi olabilirdi?
Kapıyı açmadan önce kim o demiş midir acaba? Ya da kapının diğer tarafından telsiz seslerini duyup ta anlamış mıdır neler döndüğünü?
Hocanın “Buyurun ne vardı?” sorusuna, kapıdaki görevlinin “Prof. Dr. Gencay GÜRSOY siz misiniz?” diye mi yoksa “Kayıt memuru Gencay GÜRSOY sen misin?” diye soruyla yanıt verip vermediği de merak konusu. Öyle ya dört yıldan bu yana arayıp ta bulamadıkları o nedenle de mahkemece tutuklama kararı verilen biriydi sonuçta aranan kişi. Kim nereden tanıyacaktı.
Ya da daha yetmişlik hoca kapıyı açar açmaz, kapıdaki kişi, bu görevin verilmesinden yeterince mahcup olmuş bir halde: “Hocam kusura bakmayın, biliyorum çok saçma ama biz sizi dört yıldan bu yana aramışız ama bir türlü bulamamışız. Ben olmaz dedim birkaç saat sonra dedim ama dinletemedim bu saatte sizi gözaltına alma emri aldım. Lütfen beni affedin.” dese hoş olmaz mı? Hocanın deyimiyle belki çok romantik kaçar ama hoş olurdu…
Otel odasından sabahın saat 05 inde, yetmiş yaşındayken üstelik, Ankara Tabip Odası Kongresinin olduğu gün, Türk Tabipleri Birliği Başkanı Gencay hoca gözaltına alınmasına alınmış mıdır? Yada alınmayıp beslense midir? Acaba şaşırmış mıdır tüm bu olup bitene? Kim bilir beklide kıs kıs gülmüştür, dört yıldan bu yana aranıp ta bulunamamasına. İçinden “Ah Aziz NESİN ah sağ olsaydın da görseydin yaşanan komediyi.” demiş midir?
Ben ilk duyduğumda 1 Mayıs geldi aklıma. Hadi canım dedim bu kadarda olmaz. Sonra Gencay hoca gözaltından çıkıp ta yaşananlara sebep dört yıllık bulunamayışını gerekçe gösterdiklerini anlatınca, o kadar da oluyormuş demek ki dedim.
Olaya ilişkin kabaca bir değerlendirme yaptığımızda şöyle diyorum hakikaten çok unutkan olabiliyoruz bazen. Birkaç demokratikleşme adımından sonra her şey güllük gülistanlıkmış gibi gelebiliyor bize.
Demokrasicilik oynuyormuşuz meğer ta ki işçiler, emekçiler taksim deyiverinceye kadar. Bence ne Taksim Meydanı nede başka hiçbir meydan kendinden menkul değildir ve bizler için emekçiler için 1977 1 Mayısında ölen işçileri emekçileri anmaktan öte anlamı da yoktur. Hoş 1977 1 Mayısında ölen işçileri anmak için fiziki olarak o alanda olmak da çok önemli değildir.
Biz 2008 1 Mayısında İzmir Gündoğdu meydanındaydık. Orada olduğumuz halde hem Taksim meydanında hayatını yitiren dostları hem maden ocaklarında göçük altında kalan işçileri hem hastalarından kaptığı mikrop yüzünden yaşamını yitiren sağlık emekçilerini andık ve gönlümüz hepsinden yana idi.
1 Mayıs İşçi ve Emekçi bayramı dünyanın tüm alanlarında olunduğunda güzel olur. Dünyanın tüm alanlarında coşku ile kutlandığında anlam bulur. İşçinin üzerine kırmızı su sıkılacağına eline kırmızı karanfil verilse özgürlükçü ve demokrat olunur. Ama maalesef 2008 1 Mayısında yaşananlar çok kötü görüntülerdi.
Yaşananları, bir kısım sendikacının inadı yüzünden meydana gelmiş “orantılı” güç kullanımı olarak görmek çok safça olur. Yaşanan şey açıkça hükümetin kimin patron olduğunu gösterme telaşından başka bir şey değildir.
İşçilerin geçen yıldan bu yana 1 Mayısı Taksim Meydanında kutlama istekleri biliniyorken KESK, DİSK ve Türk İşin bu konudaki kararı kamuoyuna açıklandığı halde taksim kapalıdır denmesi anlaşılır bir durum değildir. Polislerin Taksimde kutlama yapmasında bir sakınca yok, işçiler girerse provokasyon olur. Kimse inanmaz. Kimse inanmadı da.
Sonuç olarak ne işçilerin Taksim ısrarı ne hükümetin taksim olmaz dayatması nede Gencay GÜRSOY’un sabah saat beşte otel odasından gözaltına alınması hiçbiri bir birinden bağımsız ele alınamaz. Alınmadı da…
Sağlıcakla…

06.05.2008

17 Ekim 2010 Pazar

ARTIK YETER ECZANESİ

Bu günlerde eczanelerin vitrin camlarında kapkara afişler asılı. Afişlerde “Artık Yeter” diye yazıyor. Afişler kara ama Eczacıların geleceğe ilişkin umutları ise bembeyaz. Çünkü onlar kendilerine dayatılan bireyselliği, çürümüşlüğü, gemisini kurtaran kaptan anlayışını ardında bırakarak mücadele yolunu, dayanışmayı, meslek ilkelerini, kamusal sağlık hizmetini seçtiler. 21 Aralıkta Ankara’da yapacakları mitinge hazırlanıyorlar.

Eczacılar birliğinin internet sayfasına girmek istediğinizde ilk olarak o kara sayfa ile karşılaşırsınız. Hızla azalan bir saat koymuşlar. Mitinge kaç gün, kaç saat, kaç dakika, kaç saniye hatta kaç salise kaldığını oradan takip edebilirisiniz. Eğer takip edebilirseniz tabi. Mili saniyeler çok ama çok aceleciler ve azalırken takip edilmeleri nerdeyse imkansız.

Eczanelerin camında siyah renkte “Artık Yeter” afişlerini gördüğümde taleplerin ne olduğunu kabaca bilmeme rağmen net bir şekilde okumak amacıyla açtım veb sayfalarını Türk Eczacılar Birliğinin. İşte yukarda bahsettiğim saatle karşılaştığımda içim cız etti. Azalan mitinge kalan zaman değil azalan haklarımız, azalan sağlık hakkımız, eğitim hakkımız, sosyal güvenlik hakkımız diye düşündüm ve miting eczacıların değil hastaların, hasta yakınlarının, doktorların, hemşirelerin, sağlık memurlarının, diş hekimlerinin dolayısıylada tüm toplumun diye düşündüm.

Sağlık emekçisi olarak ilk göreve başladığım 1990 lı yıllardan bu güne ufak bir muhasebe yaptığımda bu durum daha da netleşti gözümde. O yıllarda bir gün eczacılar miting yapacak deselerdi, doktorlar geçinemeyecek, vatandaş devlet hastanesine gittiği için ayakbastı parası verecek, vatandaşa “sağlık hakkı” değil sadaka niyetine “sağlık yardımı” dağıtılacak deselerdi. Bu olsa olsa hayal gücü çok gelişmiş bir senaristin yazdığı bilim kurgu bir film diye düşünürdüm.

Suya atılan ve altı yavaş yavaş ısıtılan kurbağa misali nasılda haşlanmışız yıllarca. Ama artık yeter diyen eczacılar var, yağma yok.

29 Kasımda Ankara’da yüz binin üzerinde emekçiyle "İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi " diyen DİSK ve KESK var. Artık “Bizler sağlık emekçiyiz.” Diyen Türk Eczacılar Birliği Genel Başkanı var.

2007 yılı nisan ayında Aile Hekimliği uygulamasına karşı yürüttüğümüz mücadelemizde (şimdi Eczacılar Birliği Genel Saymanı) Manisa Eczacı Odası Başkanı olan Özgür ÖZEL vardı yanımızda, omuz omuzaydık. Aile Hekimliği panelinde ne konuşacak diye beklerken “Aile Hekimliğine karşıyız. Çünkü Ebe arkadaşlarımızı, sağlığın yükünü çeken, kapı kapı dolaşan sağlık emekçilerini yok sayıyor bu uygulama.” demişti. O gün samimi bir şekilde bizimle omuz omuza mücadele yürüten eczacı dostlarımızın yanındayız. Yürekten destekliyoruz.

Yürekten destekliyoruz çünkü: Sağlık Emekçisiyiz ve bizim ürettiğimiz değerin zapsulara, uluslarası tekellere akmasını istemiyoruz. “Bizim Eczanelerimiz” yaşasın istiyoruz.

Yürekten destekliyoruz çünkü: Bizlerde hastanelere gittiğimizde ayakbastı parası vermek istemiyoruz. Hele bu ayakbastı paralarının eczacıların sırtına bir kambur gibi yüklenmesini kabul edemiyoruz.

Yürekten destekliyoruz çünkü: Artık gerçekten, “Artık Yeter.”

Sağlıcakla…




ZEYNEL KAPLAN - 17.12.2008
http://www.manisayaringazetesi.com/icerik.php?konu_id=41&tur=2&id

15 Ekim 2010 Cuma

HALKIN SAĞLIK HAKKI… HAKKI KİM?

Bilmem farkında mısınız artık Manisa’da Sağlık ocağı diye bir şey yok. Yasal olarak 2008 Ocak ayında kapanan sağlık ocakları fiili olarak iki yıla yayılarak, tabelaları yavaş yavaş sökülerek yapıldı bu.

Yerine Aile Sağlığı Merkezleri açıldı. Aslında bir iki istisnayı saymazsanız fiziki olarak pek bir şey değişmedi. Var olan sağlık ocaklarının tabelası kaldırılmadan yanına Aile Sağlığı Merkezi tabelası kondu sonra aradan bir süre geçince, hop sağlık ocağı tabelası kaldırıldı. Ve artık sağlık ocakları yok.

El çabukluğu marifet, sağlık ocakları tarih oldu.

Deminde söyledim aslında fiziki olarak pek bir değişim olmadı. Değişim içerikte oldu.

Artık herkesin bir aile hekimi oldu. Eskiden 2500-3000 lira gelir elde edebilen hekime 5000-7000 lira gelir sunulunca çok da zor olmadı bu değişim.

O günlerde bu değişimin hayırlı bir değişim olmadığını, yazdık söyledik ama ne fayda.

Bir tıp bayramında Sağlık müdürlüğü önüne temsili bir tabutla yürüdük. Dedik ki eğer bu reform(!) sürerse sağlık ocakları tarih olacak, ölecek.

Aile hekimliği geldi ve sağlık ocakları kapatıldı. Bir tıp bayramında da sağlık müdürlüğü önünde Sağlık Ocaklarının 52 si diye lokma döktürdük. Neyse geçmiş gün unutuldu gitti.

Aile hekimliği ile birlikte Toplum Sağlığı Merkezleri açıldı. Dendi ki koruyucu sağlık hizmetlerini bu kurumlar yapacak, yaptıracak, denetleyecek.

Her yüz bin nüfusa bir toplum sağlığı merkezi diyerek üç adet toplum sağlığı merkezi açıldı. Tüm eksikliğine rağmen var olmaları gereken kurumlardı.

Şimdi onların iki yıldır zaten fiili olarak var olmayanların ikisini de kapatıyorlar. Yani üç yüz bin kişiye bir toplum sağlığı merkezi.

2008 de yüz bin kişiye bir toplum sağlığı merkezi yeter diyen sağlık bakanlığı 2010 da bundan da vazgeçti ve halkın sağlığını koruma işini bir anda üçte iki oranında küçülttü.
Bakın SES İzmir Şubesi bu konuda yaptığı basın açıklamasında ne diyor: “Ülkemizde Verem, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, çeşitli ishaller gibi bulaşıcı hastalıklardan, içme suyunda yüksek düzeyde arsenik, hava kirliliği, baz istasyonları gibi çevresel tehditlere kadar, çok geniş bir çerçevede yayılan önemli halk sağlığı sorunları yaşanmaktadır. Bu sorunların çözümü ise sağlığa bütüncül yaklaşım ve bütüncül sağlık hizmeti gerektirir. Aile hekimliği modeliyle birlikte, bu önemli hizmetler Toplum Sağlığı Merkezleri’ne devredilmiştir. Ancak, bu hizmetleri yürüten, bölgesinde yaşayan toplumun sağlığını geliştirmeyi ve korumayı ön plana alarak sağlıkla ilgili risk ve sorunları belirleyen, bu sorunları gidermek için planlama yapan, bu planları uygulayan, TOPLUM SAĞLIĞI MERKEZLERİ şimdi kapatılıyor.”
Nasıl oluyor da bu kurumlar bu kadar kolay kapatılıyor?
Sorunun çok basit bir cevabı var; kimse sahip çıkmıyor da ondan.
Sağlık hakkı deyince insanların aklına hastaneye gidip doktora muayene olmak geliyor. Doktor iyi davransın, terslemesin, istediğim tahlili istesin, ilaçlarımı yazsın hepsi bu.
Oysa halk sağlığı tıp disiplinleri açısından en önemli kabul edilen bölümdür. Koruyucu sağlık hizmetleri, yani kişiyi hasta olmadan önce ele alan, toplumsal faydayı esas alan ve maliyeti en düşük sağlık hizmeti.
Kimler ilgilenecek bu konuyla?
Üç yüz bin kişiye bakacak olan bir Toplum Sağlığı Merkezi mi?
Kabul ediyorum halkın sağlık hakkına, sağlık yardımı diyen bir zihniyetin koyucu sağlık hizmetlerine böyle yaklaşması normalde bu ilde bulunan halk sağlığı uzmanları, tabip odası niye sessiz onu anlayamıyorum.
Sağlıcakla…


14 Ekim 2010 Perşembe

Karton kutuda neler var?

Kapıyı açtığımda somurtkan yüz ifadesi ile ellili yaşlarda bir bey, oldukça yorgun, bir o kadar da ezik duruşu ile elindeki kutuyu bana doğru uzatarak;
- Bu kutuyu size gönderdiler, dedi.
Kutuyu elime alır almaz içimde bir şeylerin kıpırdandığını hissettim. Bu, kutunun içinde ne olduğunu bilmenin, ama bir şey yapamamanın duygusal ağırlığıydı.
Karton kutuyu ellerimin arasına bırakır bırakmaz dönüp giden hademenin arkasından sadece bakakaldığımı hatırlıyorum.
Kutuyu kimin gönderdiği veya içinde ne olduğunu sorma ihtiyacı dahi hissetmedim. Şimdi oldukça garip gelen içgüdüsel bir korku sayesinde biliyordum kutunun içinde ne olduğunu.
Elimde karton kutu ile öylece kalakaldım.
Karton kutuyu ne açabilirdim, ne de bir kenara bırakabilirdim artık.
Çünkü biliyordum:
Karton kutuda ölü bebekler vardı. Sayısı yüzlerce... Doğduklarını hissetmiş ama dünyaya ilişkin, ancak yenidoğan servislerindeki kuvözlere kadar fikirleri olan ölü bebekler. Aynı anda onar onar ölüp, neden öldüklerini bilmeyen ölü bebekler...
Karton kutuda Tuzla tersanelerinde kum torbası kadar değeri olmayan ölü işçiler vardı. Kimi metrelerce yüksekten düşerek parçalanan, kimi tonlarca ağırlıktaki gemi parçalarının altında ezilen, kimi kum torbası niyetine boğulan, kimi ölümün hangi tenhalıkta kendini beklediği merakıyla bekar odalarında gün sayan işçiler...
Karton kutuda Novamedli kadın işçiler vardı. Maske kullanmaları gereken bir işte sırf ustabaşı konuşup konuşmadıklarını anlasın diye maske takmalarına dahi izin verilmeyen ve zehirlenen Novamedli kadın işçiler... Doğurmak istemeleri bile patron iznine bakan, yorgun Novemedli kadın işçiler...
Karton kutuda ölü kot kumlama işçileri vardı. Daha yirmi-yirmi ikili yaşlarda ciğerlerine dolan kum yüzünden silikozis hastalığına yakalanan ve ölen kot kumlama işçileri... 50 liralık maske çok görüldüğü için; hasta olduklarını ancak askerde çürüğe çıktıklarında öğrenen, en fazla bir iki yıl yaşayan sigortasız, yoksul kot kumlama işçileri...
Karton kutuda sendikaya üye oldukları için işten atılan Yörsan, Menderes, Antoliv, Goodyear işçileri vardı. Sendika üyeliğini hainlikte eş tutan işveren mantığının doruk yaptığı fabrikaların onurlu işçileri...
Karton kutuda hastasından kaptığı Kırım Kongo Kanamalı Ateşi mikrobu yüzünden hastalanan ve hasta olarak yattığı sürece döner sermaye ücreti kesilen hemşireler, doktorlar vardı. Mesleki ilkeleri ayaklar altına alınan, performansa dayalı ücret sistemi ile yaptığı işe yabancılaştırılan sağlık emekçileri...
Karton kutuda mevsimlik işçiler vardı. Her yıl uzun yolculuklarda, trafik kazası geçirmez, sıtma ya da koleraya kapılmaz, tuvaleti banyosu olmayan naylon çadırlarda, insanlık dışı koşullarda yaşamayı becerebilirse köyüne dönüp bir yıl sonraki mevsimlik işçi olma yolculuğuna tespih çeken mevsimlik işçiler...
Karton kutuda köyüne çöp dökülmesin diye mücadele eden Develi köylüleri vardı. Hayatında hiç likit yumurta ile pişirilmiş omlet yiyememiş olan ama köyüne, geleceğine, toprağına sahip çıkmanın ne demek olduğunu bilen Develi köylüleri...
Karton kutuda, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yüzünden emekli olamayacak işçiler ve yeterli sağlık hizmeti alamayacak yoksullar vardı.
- Ne var o karton kutuda?
- Karton kutuda bebekler, işçiler, yoksullar, köylüler...
Sağlıcakla!..


http://www.evrensel.net/arsiv.php?txt_arsiv_tarihi=20101014

AYRANIN KÖPÜĞÜ VE KARBONAT

Manisa'dan İstanbul'a giderken Susurluk'ta şöyle bol köpüklü bir bardak ayran içmeden geçilmez.
Bende öyle yaptım bol köpüklü ayran ısmarladım ve içtim. Ancak ayranın köpüğünde bir gariplik bir tatsızlık… Sonradan öğrendim karbonatla köpürtüyorlarmış ayranı. Oysa benim bildiğim ayranın köpüğü içindeki yağdan ileri gelir.
Bir bardağı iki buçuk lira olan ayranın içinde karbonattan ziyade bildiğimiz tadı arayan ben neye uğradığımı şaşırdım. Oysa hiçte ucuz değil verdikleri ayran.
Peki, nedendir bu karbonat hilesine başvurma ihtiyacı?
Lafı ağzımdan aldınız, elbette kar, daha fazla kar. Piyasacı mantığın “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” kuralı burada, bizi gelip geçen olarak görmelerinden kaynaklı, işletilmiş, bırakılmış ve yapılmıştır.
Yazıya böyle bir giriş yapmamın esas sebebi iki buçuk lira vererek içtiği ayrandan beklediği doyumu alamamış bir tüketici mızmızlanması değil elbette. Ayranın köpüğüne, dolayısıyla da köpüğün sahteliğine ve ABD'de başlayan krizin köpükle ilişkisine getireceğim konuyu.
Hani şu ABD'de başlayan ve bütün dünyayı dolayısıyla da yurdumuzu sarması beklenen krize…
1929 buhranından bu yana beklenen en büyük krizin bizim ayranın karbonatlı köpüğü ile ne alakası olabilir demeyin, işin püf noktası burada.
Ayranın normal şatlar altında yayıkta uzun süre yayılması sonucu içindeki yağdan mütevellit kabarması ve köpürmesi dolayısıyla da para verip alan veya ikram edilen içicide hoş bir duygu bırakması beklenen ve özlenen bir durumdur. Ancak yol üstü durağı olması hasebiyle işletmeci ayran ikram etmek derdinde olmayıp para kazanmak, Manisa ağzıyla “evine bir topan ekmek götürme” kaygısındadır ve şöyle demektedir.
-Ben, yukarda ifade edilen biçimde bir ayran yapsam ve içenlerde hoş bir tat bıraksam, müşteri memnun olur, yine bana gelir, ama burası yol üstü. Müşteri bir daha ne zaman gelir belli değil.
Hem yine yukarda ifade edildiği biçimde bir ayran yaparsam ayranın maliyeti artar. İçine karbonat koyup köpürttüğümde hem güzel görünür hem de maliyeti düşük olur. Daha fazla para kazanırım “evime bir topan ekmek götürme” dışında “bankaya para yatırma” ve “mülk edinme” işini de aradan çıkarmış olurum.
Bu kafa yapısındaki işletmecinin kısa zamanda biti kanlanınca yanında yöresindeki diğer işletmeciler “acaba nedir nedir?” diye sormaya başlarlar işin sırrını.
Sonra karbonat keşfedilir.
Ardından bir başka üretici et kullanmadan sucuk üretmeyi keşfeder.
Bal üreticisi bal yapımında arıya ihtiyacı ortadan kaldırıcı yöntemler keşfederler vs.
Böyle böyle “bırakırız yaparlar, bırakırız geçerler.”
Bizde yaşanan bu karbonatlıklar işin piri ABD'de olmaz mı? Onlar daha profesyonelce yaparlar işi.
Bu anlatımda ayran gerçek mal ve üretim ekonomisi olsun, köpüğü ise o malın borsadaki değeri. Bu benzetmede doğal olarak köpük ayrandan çıkacak ve esas mal ayran olacaktır. Müşteriye bu köpüklü ayranı satar. Köpük doğası gereği bir süre sonra yok olunca tüketicinin elinde ham ayran kalacak, tüketicide doğal olarak kazıklanmış olacaktır. Bu arada ayranı alan Üsküdar civarını çoktan geçmiş Menhatında keyif yapmakla meşgul olacaktır.
Ancak kafası kardan başka şeye çalışmayan kapitalist mantık ayranı kabartma konusunda bazen terazinin kefesini kaçırır.
Şöyle ki: Önce ev fiyatlarını şişirir sonra banka kredisi ile evleri satar. Tesadüfe bakınız ki evler satıldıktan sonra ev fiyatları aniden düşmeye başlar. İnsanlar panik olur evlerini satar tekrar başa dönülmüş olur. 10-15 yılda bir çok fazla karbonat katılınca zehirlenmeler olur bunun adına da “kriz” denir. İşte ABD'de ki krizin Susurluk'taki ayranın karbonatı ile ilişkisi bu şekildedir.
Ülkemizde de ayran karbonatçıları aynı mantıkla iş yaparlar: Müşteriye bu köpüklü ayranı satar. Köpük doğası gereği bir süre sonra yok olunca tüketicinin elinde ham ayran kalacak, tüketicide doğal olarak kazıklanmış olacaktır.
Bahsedilen kriz bizlerin yarattığı bir kriz olmamakla birlikte, ayranı tüketenler olarak ilk yudumda krizin faturasının bize ödettirildiğini anlamış oluruz ki buna tıp dilinde geçmiş olsun denir.
Bu karbonatlı köpüklenme hemen her şeyde olduğu gibi eğitimde ve sağlıkta da karşımıza çıkar. Örneğin OKS sınavını kaldıran Milli Eğitim Bakanlığı yerine SBS sınavını getirmiş ve aileleri daha fazla dershane bağımlısı haline getirmiştir. Bu yaptığına da “velileri dershanelerden kurtaracağız” adını verebilmişlerdir. Şöyle bir çevrenize bakın dördüncü sınıftan itibaren dershaneye gitmeyen kaç çocuk biliyorsunuz.
Sağlıkta da durum hiç farklı değil. Aile hekimliği uygulaması, Sosyal Sigortalar ve genel Sağlık Sigortası Yasasının yürürlüğe girmesi ile daha iyi anlayacağımız yıkımlar oluşturulmuş ama adına da “herkese sağlık” demekte sakınca görmemişlerdir.
Yazıyı toparlayacak olursak: Bu kadar kriz var, kriz var yaygarasından sonra, karbonatlı ayran niyetine krizin faturasını bize kesecekler, bu çok açık.
İtiraz edilmesi gereken nokta: Ne ayrana karbonat katan nede bu krizi çıkaran bizler (emekçiler yoksullar, köylüler) değiliz, o halde bu krizin faturasını biz ödemeyelim diyebilmektir.
Öyle ya bu bizim yarattığımız bir kriz değil, bu yaklaşan bizi daha fazla yoksullaştırmanın karbonatıdır.
Karbonata dikkat etmek gerekir zira çok karbonat karın ağrısı yapar.
Sağlıcakla...



Not: Bu Yazı 15.10.2008 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.

9 Ekim 2010 Cumartesi

SİZ HİÇ...

Siz hiç bağırmaktan, slogan atmaktan, yürümekten yorulmuş ama mutlu olmuş elli bin kişiyi aynı alanda, aynı anda gördünüz mü?Ben gördüm.
Geçen Cumartesi günü yani 3 Kasımda Ankara'da gördüm bu topluluğu. Nereden diye sorarsanız. Kendimden derim. Çünkü elli binden biride bendim.
Cuma akşamı Manisa öğretmen evinden hareket eden sekiz otobüsten birinde de ben vardım. Hafif bir buruklukla gidiyordum Ankara'ya. İçimden daha önceki eylemler gibi sönük geçecek mi acaba diye düşünüyordum ve gerçeği söylemek gerekirse fazlada bir ümit yoktu içimde.
Ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken son olaylar, savaş çığlıkları ümitsiz olmak için yeterli idi. Öyle idik.
Ama yol ilerledikçe daha ilk molada ufak ümit kıpırtıları dolduruyordu içimizi. Kula'da, İzmir'den gelen dostlar bağışlamıştı bunu bize. Derken Ankara hipodroma otobüsümüzün, kalabalık yüzünden, giremeyişi ne kadarda mutlu etmişti hepimizi.
Siz hiç trafik sıkışıklığından memnun olan 40 bin kişi gördünüz mü? Ben gördüm. Kendimden biliyorum. Kırk binden biri bendim. Hipodroma girişimiz geciktikçe umutlarımız daha da artıyordu.
Sonra kortejler oluşturulurken, ses aracından yapılan anonslar "Arkadaşlar sığmıyoruz." Sığmamanın sevinci...
Siz hiç slogan atarken yüreğinden ses çıkan 50 bin kişi gördünüz mü? Ben gördüm.
Sonra Sıhhiye meydanında yapılan anonslar "Arkadaşlar alana giriş yapamayan dostlarımız var. Lütfen omuzlarımız arasındaki mesafeyi kısaltalım." Mutluluğumuz tarif edilemezdi.
İşte tüm umutsuzlukların umuda kestiği beyazın en temiz hali bu rengârenk alanda idi ve KESK Genel Sekreteri Abdurrahman DAŞDEMİR tertip komitesi adına konuşuyordu.
"Günlerdir savaş nidaları bir karabasan gibi üzerimize çöktü." diyordu. "Günlerdir her yerde ölüm kutsanıyor, oysa ölüm çocuk büyütmeyi bilmez."
İşte tam o anda elli bin kişinin hep yürek ağladığını hissettim. Siz hiç elli bin kişinin tek yürek olup kötü bir durumdan kurtulma ümidini görmenin mutluğu ile ağladığını gördünüz mü? Ben gördüm.
Dönüş yolunda istisnasız herkesin yüzünde yorgunluk ve mutluluk gördüm. Çocuklarım, ülkem, geleceğim aklıma geldi ve 3 Kasım Ankara mitingini düzenleyen, katılan, katılamayan ama gönlü ile katılan herkese teşekkür ederim dedim.
Siz hiç tüm barışseverlere ve bu yazıya ilham oldu diye Sezen AKSU'ya tek yazıda teşekkür eden birini gördünüz mü? Ben gördüm. Nereden mi? Kendimden.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 08.11.2007 tarhinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.

7 ÇOK GEÇ

Kızımı Sakarya Anaokulundan arabayla almış alışveriş için Lale meydanına doğru ilerlemekteydim. Birden arka koltukta oturan kızımın
-Baba, kırmızı ışıkta geçtin. demesiyle irkildim.
-Hayır kızım kırmızı ışıkta geçmedim.
-Baba ben gördüm kırmızı ışıkta geçtin.
-Kızım o kırmızı ışık yanıp sönüyordu. Yani sürekli yanan kırmızı ışık gibi değil. Eğer kırmızı ışık yanıp sönüyorsa dikkatli bir şekilde geçebiliriz.
-Ama baba öğretmenim bize öğretti. Kırmızıda durmalıyız. Sarıda hazırlanmalı, yeşilde geçmeliyiz.
Bu konuşma bayağı uzadı. Alışverişten dönerken aynı kavşakta yavaşlayarak kırmızı ışığın yanıp söndüğünü göstermem ve aradaki farkı uzun uzun anlatmam gerekti dört yaşındaki kızıma.
Dört yaşındaydı ve trafik ışıkları konusunda babasıyla bayağı iddialı bir tartışmaya girerken hiçte çekingen değildi. Buruk bir gurur duydum kızımla.
AÇEV’in okul öncesi eğitimle ilgili kampanyasını düşündüm. "7 çok geç." diyorlardı. Çocukların zeka gelişimi 3-6 yaş arasında büyük oranda tamamlanıyormuş. Okul öncesi eğitime yapılan 1 liralık yatırım 7 lira olarak geri dönüyormuş. O halde 7 gerçektende çok geç diye düşündüm.
Kırmızı ışıkta geçmeyi marifet sayan yurdum insanı arka koltukta oturan ve "Baba, kırmızı ışıkta geçtin." diyen kızlarına, oğullarına rağmen bu davranışı sürdüremezler gibi geliyor bana.
Türkiye’deki okul öncesi okullaşma oranının % 25 olmasına mı yanmalı, yoksa bizimle aynı gelişmişlik düzeyine sahip ülkelerde bu oranın % 50’lerin üzerinde olmasına mı? Yada Amerika?da bu oranın % 100 olmasının gelişmişlik düzeylerinin bu durumda olmaları ile ilgili olup olmamalarına mı kafa yormalı.
Oğlumda, kızımda 36 aylıktan itibaren Sakarya Ana Okuluna gittiler. Oğlumun okuldaki başarısının okul öncesi eğitimle büyük oranda ilişkili olduğunu düşünüyorum. Kızım daha şimdiden trafik kuralları konusundaki ağırlığını koydu bile.
Yatma saati galipte hadi yat kızım dediğimde. Elini beline koyarak;
-Baba dişlerimi fırçalamadım. Dişlerim çürüsün mü? deyişini hiç unutamam herhalde. Buruk bir gurur yine burada da hissettiriyor kendini.
Bir arkadaşım kızının üniversite sınavındaki üstün başarısını soranlara;
-36 aylıkken İsmet İnönü Kız Meslek Lisesine başlamıştı. Orada başlayan eğitim ve başarı onu bu günlere getirdi. Diye açıklıyordu.
İşte tamda bu örnekte görüldüğü üzere okul öncesi eğitim gören çocuklar daha yüksek oranda üniversiteye giriyor deniyor. işte yine bu sebebin sonucu olarak daha iyi iş imkanlarına sahip oluyorlar. Dolayısı ile de daha yüksek standartta bir yaşam elde ediyorlar.
Ne dersiniz, okul öncesi eğitim hafife alınacak bir şey gibi durmuyor, öyle değilmi?
Daha önce bir yazımda Sakarya Ana okulundan bahsederken biraz değinmiştim ama biraz daha genelleyecek olursak, Manisa okul öncesi eğitim bakımından oldukça şanslı bir il diye düşünüyorum. Okul öncesi eğitimi bölümü olan İnönü Kız Meslek Lisesi ve bünyesinde 3-6 yaş eğitimi veren ana okulu, yine 3-6 yaş eğitimi veren Sakarya Ana Okulu, hemen her okulda bulunan ana sınıfları bunun kanıtları.
Daha iyi olması için üstün bir gayret içerisindeler. Yani en azından Sakarya Ana Okulunda bunu gözlemleme imkanım oluyor.
Çocuklarımdan bahsederken "buruk bir gurur" diye ifade etmiştim. Gurur duymam anlaşılmıştır o nedenle işin buruk olan kısmından bahsetmek gerek.
Şu anda ülkemizde bırakın okul öncesi eğitimi nerdeyse zorunlu eğitime bile ulaşamayan bir sürü yavrumuz var. İşte burukluk oradan geliyor. Her ne kadar parasız densede aslında parasız olmadığını bildiğimiz bir ilköğretim var. Oğlumun dört yaşındayken "Daha açık konuşurmusun baba." deyişi aklıma geliyor. Maalesef daha açık yazamayacağım. O açıklığı başka bir yazıya erteleyerek. Yine oğlumun İlkokulda ezberleyerek okuduğu bir şiiri hatırladığım kadarıyla sizinle paylaşarak bitireyim yazıyı.
İlköğretimin öneminden bahsediyordu öğretmen
İlköğretim parasız diyordu.
Çocuk çantasını düşündü,
çantasının içindekileri,
kalemlerini, defterlerini, silgisini,
kitaplarını, önlüğünü.
Babasının maaşını.
Ve çocuk bir ok gibi fırladı yerinden.
Öğretmenim kitapçı bizi aldattı,
hepsinden para aldı.

Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 17.05.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.

ÇIĞLIK

Yolcular uçağa bindirilmek üzere otobüsle getirilirler. Tam uçağın yanına geldiklerinde başka bir araçtan kaptan pilot ve yardımcı pilotun indikleri görülür. Ancak kaptan pilotun elinde baston kolunda da üç nokta işareti vardır. Yardımcı pilotta bir köpek yardımıyla sağa sola çarpar halde ilerlemektedirler. Yolcular kaptan pilotun ve yardımcı pilotun kör olabileceğine inanamadıklarından bunun bir kamera şakası olduğunu düşünmektedirler. Her ne kadar şaka olduğunu düşünseler de ufaktan bir şüphe kalmıştır içlerinde. O yüzdende durumu takip etmektedirler. Uçağın hareketi ile birlikte bir heyecan kaplar yolcuları. Uçak hızlanarak pistte ilerlemektedir. Ancak kalkış için herhangi bir kıpırtı olmamaktadır. Uçak gittikçe hızlanmış pistin bittiği bölge görünmeye başlamıştır. Yolcuları bir heyecan dalgası sarmış ama herkes beklemeyi tercih etmiştir. Uçak hızlandıkça ve pistin bitmesine birkaç metre kala yolculardan biri dayanamayıp çığlığı basar. Çığlığın hemen ardından pilot uçağı kaldırır. Biraz sonra pilot kabininde kaptan pilot yardımcı pilota dönerek ?Bir gün çığlık atmakta gecikecekler hepimiz pisi pisine ölüp gideceğiz.?
Bu fıkrayı mail atan arkadaş olayı Cumhurbaşkanı seçimleri ve yapılan mitinglerle ilişkilendirmiş. Ben oldukça yerinde bulduğum bu benzetmeyi diğer alanlara da uyarlamak mümkün diye düşünüyorum.
Örneğin 23 Nisan günü yapılan Kuran okuma yarışması çığlığın etkisinden iptal edildi. Ama idari makamlar özellikle Milli eğitim bakanının savunması oldukça komik. Yarışma ile ilgili müdürlerin katılımı konusunda yazı yazıldığını söyleyen spikere yazıyı okuyor. ?Bakın efendim. Söz konusu yarışmaya katılın denmiyor. Şöyle yazmışlar. Okul müdürlerinin katılımı konusunda bilgilerinize rica ederim. Burada katılın demiyor bilgi veriyor.? Sayın milli eğitim bakanının idari yazışma dilini bilmemesi mümkün olmadığına göre bu savunmayı bizim bilmezliğimiz üzerine kuruyor olmalı. Çünkü idari yazışmalarda tamda bu ifade katılın demektir. Emir vermektir. Zaten hiçbir yazıda katılın emrediyorum denmez. ??katılım konusunda bilgilerinize rica ederim.? denir.
Bu çığlıklara örnek verilecek o kadar çok olay var ki. Birde duyulmayan çığlıklar var. Örneğin Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliği uygulaması konusunda neredeyse iki yıldan bu yana çığlık çığlığayız. Ama nafile duyan yok.
Genel Sağlık Sigortası ikinci sağlık vergisi anlamına gelir. Aile hekimliği uygulaması sağlığı özelleştirmek demektir. Sağlıkta özelleştirme paran kadar sağlık anlamına gelir. Sağlıkta özelleştirme ölüm demektir diyoruz. Adeta çığlık atıyoruz. Duyan yok.
Aksine bir Manisa milletvekili ?Müjdeler olsun Aile hekimliği geliyor.? diyebiliyor bir gazete beyanatında.
Sağlık örgütleri olarak ?Aile hekimliği aldatmacadır.? diyoruz. Ertesi günü pat ?Aile albümünüzde hekime yer açın.? diyor Sağlık Bakanlığı.
Yaşadıklarımız, pilot kabininde oturanların kör olup olmadıklarının belli olmadığı ancak sağır olma veya kulaklarını tıkamış olma ihtimallerinin yüksek olduğunu göstermektedir.
Bazen çığlıklarımızı duyar gibi olduklarında da anlamak istemediklerini hissediyoruz. Geçenlerde Aile hekimliği konulu bir panelin sağlık müdürlüğü tarafından düzenlendiğini ve her sendika ve odadan bir konuşmacının bu panele katıldıklarını yazmıştım. O panel de hemen her örgütün temsilcisi Aile hekimliği ile ilgili olumsuz görüş beyan ettiler. Sonra İl Sağlık Müdürünün tüm bu karşı çıkışların bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşündüğünü söyleyip işin içinden çıktığını gördük.
Halbuki sorun bilgi eksikliğinden değil bilgi kirliliğinden kaynaklanıyor. Yani bir tarafta sağlık bakanlığı Aile hekimliği ile herkese sağlık hizmeti sunulacağını ve sağlık hizmetinin ulaşılabilirliğinin artacağını söylüyor. Diğer yanda biz, aile hekimliği ile sadece parası olanlara sağlık hizmeti sunulacağını ve yine parası olanların sağlık hizmetine ulaşmakta zorluk çekmedikleri için bu durumlarında bir değişme olmayacağını iddia ediyoruz.
Bir tarafta sağlık bakanlığı herkesin doktoru olacak derken. Biz herkes bir doktorun insafına mahkum olacak diyoruz.
Tüm bu yaşananlar karşısında vatandaş ?du bakalım noolcek? durumda beklemekten başka yapacak bir şey bulamıyor.
Bizim çığlık atmaya ve pilot kabinini uyandırmaya çalışmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Son bir çığlık. ?AİLE HEKİMLİĞİ KANDIRMACADIR.?diyorum başkada bir şey demiyorum değerli okurlarım. Okumayanlara ve duymayanlara diyecek bir şeyimiz yok.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 03.05.2007tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.


SORUMLULUK VE SAMİMİYET

Toplum olarak veya birey olarak yaşadığımız tüm sorunların kökeninde sorumluluk ve samimiyet eksikliği olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız işin sorumluluğunu almıyoruz. Davranışlarımızda büyük oranda samimi değiliz. Sürekli olarak mazeret üreten ve mızmızlanan, yaşama ilişkin memnuniyetsizliğini sadece arkadaş sohbetleriyle sınırlayan bir milletiz.
Memnuniyetsizliklerimizi gidermenin yolu bu durumu samimi bir şekilde ifade etmek ve dönüştürmenin sorumluluğunu duymamızla mümkün. Ama genel olarak bu böyle olmuyor. Çalışanlar açısından koşulları iyileştirmenin en bilinen yolu sendikal mücadele ama maalesef bu alanda da diğer alanlar da olduğu gibi ciddi şekilde samimiyet sorunu yaşanmakta.
Çalışanlar tarih boyunca bir şekilde mücadele yürütmüşler. Mücadele ederken insanların zaman zaman önemli açılımlar ortaya koydukları ve kazanım elde ettikleri görülmüş. Genel olarak kazanım elde edenlerin ortak yönüne baktığımızda samimiyet ve sorumluluk olduğunu görürüz.
Geçen haftalarda yazdığım bir yazıda şöyle bir ifade kullanmıştım. ?Sizin sendikaya üye olurken gösterdiğiniz samimiyet, sendikanızın mücadele ederken göstereceği samimiyeti belirliyor.? Bu cümle bir çok okurdan tepki aldı ve geri bildirim verdiler. Bu nedenle konuyu biraz açma ihtiyacı hissettim.
Kamu çalışanları sendikalarında genel merkez yöneticileri dışında profesyonel olarak sendikacılık yapan yok. Demek ki bir sendikada sadece yedi kişilik merkez yönetim kurulu tüm vaktini bu iş için harcıyor ve bu işten para kazanıyor. Birde şube yönetim kurulu üyeleri haftada bir gün sendika izni kullanarak bu işi yürütmeye çalışıyorlar. Bunun dışında 4688 sayılı yasada iş yeri temsilcilerinin haftada iki saat sendikal çalışmaların yürütülmesi için izinli olacakları belirtilmiş olmakla birlikte pratik olarak pek uygulandığını söyleyemeyiz.
Demek ki tüm bu işleri yürütmek için sendika yöneticilerinin haftada bir gün izinli olmaları yeterli değil. O halde birilerinin gönüllü anlamda sendikal çalışmaya katılmaları gerekiyor. Yani ?Sendikalar ne yapıyor ki?? sorusunu soranlara hemen şöyle bir soru sormak gerekiyor. ?Siz ne yapıyorsunuz??
Sendika nın bir örgüt olduğunu düşünürsek ve örgütün tanımının da ?İki veya daha fazla kişinin bir işi veya amacı gerçekleştirmek için bir araya gelmesi ve çalışmasıdır.? diye tanımlarsak, bu tanımdan varacağımız yargı şu olacaktır. Sendika üyeleri bir amaç belirleyecekler ve bu amacı gerçekleştirmek için çalışacaklar. Sendikaların amaçlarını belirleyen tüzükleri vardır. O halde şöyle diyebiliriz. Kurulmuş olan sendikalara üye olmadan önce kişiler sendikaların tüzüklerini okuyacaklar. Daha sonrada o tüzükte belirlenen amaçlar için çalışacaklar.
Bir anlamda da kontrol işlevi görecekler. Sendika yönetimlerini, iş yeri temsilcilerini denetleyecekler. Yetmez birde karar süreçlerine katılacaklar.
Durum tespiti yapalım. Yukarda idealize ettiğim ve teorik anlamda kimsenin itiraz edemeyeceği şeyler gerçekte böyle mi? Hayır. Gerçekte hiçte öyle değil. Neredeyse tam tersi diyebiliriz.
Sendikaların yetki süreci olması nedeniyle her sendika gibi bizde iş yerlerini dolaşıyor ve çalışanlarla görüşüyoruz. Durum gerçekten tarif edilebilecek gibi değil. Hangi sendikaya üye olduğunu sorduğumuz bir arkadaş bilmediğini söyleyebiliyor. Hangi sendikaya üye olduğunu bilen bir diğer arkadaşta laf olsun diye üye olduğunu ama bir işe yaramadığını düşündüğünü de ekliyor sözlerine. Yada bilmem kimin hatırına üye olanlar, bilmem kimden çekindiği için üye olanlar vs vs.
Şimdi ilk paragrafta yazdığım konuya dönelim. Konumuz samimiyet ve sorumluluktu. Bu durumu sendikal çalışmalara uyarladığımızda göreceğiz ki işin içine giren, sorumluluk alan, karar süreçlerine katılan, olumlu yada olumsuz eleştiri yapan insan sayısı arttıkça sendikal mücadelede büyüyecek ve işe yarar hale gelecektir. Sendikal mücadelede gerçekten samimi olan ve sorumluluk alan arkadaşlarımız yok mu? Elbette var. Hatta hiçte azımsanmayacak sayıda ve cidden özveri göstererek çalışıyorlar. Ama yeterli değil. Yani herkesin gücü, becerisi oranında bu sorumluğu alması gerekir. Bu mümkün değilse bile en azından çoğunluğun bu yönde tercih kullanması bu sorunu halletmeye yol açabilir.
Demek ki (söylendiği kadar basit değil ama) ihtiyacımız olan sadece samimiyet ve sorumluluk.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 26.04.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.


HAYIRLI SÜLÜKLER

Manisa son günlerde sülük tedavisi ile gündemde. Sülükle ilgili yerleŞmiŞ deyimler vardır. "Sülük gibi kanımızı emiyor." denir. İnsanların sırtından geçinen ve insanları sömüren kiŞiler için. Sülük pekte hoŞlanılan bir yaratık değildir. Yaptığı iŞte bir mucize aramak bir yana esasında bir çeŞit asalaklıktır sülüğün yaptığı. Canlıların kanını emer.
Diğer canlılar böyle bir tedaviden medet umarlar mı bilinmez ama insanlar bu tedavi ile Doktor düzeyinde ilgileniyor anlaŞılan.
Bu tip alternatif tıp diye adlandırılan tedavi yöntemleri araŞtırılmalı ve tıbben bir sonuca bağlanmalıdır. Fakat bünyesinde bir sürü tıp fakültesi barındıran bir ülkede bu iŞ umut sömürüsüne dönmemelidir.
Körler federasyonu baŞkanı ve üyeleri konu ile ilgili basın açıklaması yapıp ta umut sömürüsünden bahsedince iŞin muhatabı cevaben bir basın toplantısı düzenleyip durumu anlatmaya çalıŞtı. Ben bu basın toplantısında çıkıp sülükten nasıl faydalandıklarını anlatan hastalara neden altın takıldığını anlayamadım.
Dün itibariyle Dr Suat ARUSAN iddia sahiplerine seslenerek iddialarını ispatlasınlar dedi. İddialar nedir?
Türkiye Körler Federasyonu BaŞkanı Hasan Tatar, "8 aydır burada bir oyun sergileniyor. Bir yönüyle komedi ama gerçekçe büyük bir trajedi. Burada insanların umutları paraya çevrilmek isteniyor. NeymiŞ tıbbın iyileŞtiremediği göz hastalıklarını sülükle iyileŞtiriyorlarmıŞ. Kör gözleri açıyorlar, körlüğü ortadan kaldırıyorlarmıŞ. Oysa çok sayıda göz hastalığı vardır ve her birinin tedavi yöntemleri çok farklıdır. Böyle bir Şey nasıl olabilir? Öğrendiğimiz kadarıyla 8 ay içerisinde bu merkeze 2 binden fazla görme özürlü muayene ve tedavi için baŞvurmuŞtur. Bunların her birinden ilk olarak 150’Şer YTL muayene ücreti, diğer seanslar için de 60’ar YTL alınmaktadır. Her hastaya asgari 8 seans uygulanmakta ve seans sayısı 20’ye çıkmaktadır. Maalesef ülkemiz körlerinin umutlarıyla birileri trilyonlar kazanmıŞtır, kazanmaktadır. Sülükle tedavi yöntemini uygulayanın bir doktor olmasının iŞin daha acı bir noktasıdır. Bu hekimin göz hastalıkları konusunda bir ihtisası yoktur. Bu Şahıs bir çocuk doktorudur. Yanında çalıŞtırdığı kadrolu elemanları ise Azerbaycan, Türkmenistan gibi ülkelerden devŞirilmiŞ, tıbbi bilgi yeterlilik ve formasyonları kuŞkulu kiŞilerdir. Yalnızca son günlerde part-time olarak emekli bir göz doktorunun çalıŞmalara katıldığı söylenmektedir. Zaten birçoğu iŞsiz güçsüz olan ve dar gelirli ailelerin sırtında bir kambur gibi yaŞamak zorunda bırakılan görme özürlüler ve yakınları, daha fazla sömürülmeden bu istismara son verilmelidir."
Bu iddialarda ispatlanacak bir Şey yok ki. Esas olarak Suat ARUSAN birkaç soruya cevap vermek durumundadır.
Bir Dr olarak kendisinin bir tedavi yöntemi konusunda bilimsel iddiaları var ise neden "Üniversite Hastanesinde sülükle tedavi." baŞlıklı gazete kupürünün arkasına sığınmak yerine bilim insanlarıyla bu bilgilerini paylaŞmamaktadır.
Eğer bu bilgiler tıbbi olarak bir yerlere oturuyorsa zaten tıp bilimi alanında bilimsel çalıŞma yapan insanlar bu konuyu bir sonuca bağlayacaklardır.
Ne diyor? Bu yöntemi Amerika?da ve Avrupa?da uyguluyorlar. Bu gün Amerika?da ve Avrupa?da bu dâhil bir sürü bilim dıŞı uygulama vardır. Ne yapacağız? O uygulamaları da bilimsel mi sayacağız.
Sayın Dr diyor ki "Biz hastaları önce kontrol edip tekrar görme Şanslarının ne olduğunu tespit ediyoruz. Sonra tedaviye hastalarımızın isteği doğrultusunda devam ediyoruz."
Çok merak ettim hastanın "tekrar görme Şansının" ne olduğunu hangi yöntemle tespit ediyorlar. Yâda bu güne kadar kendisine baŞvurmuŞ kaç görme özürlüye "senin görme Şansın yok" demiŞ.
En çok merak ettiğim konuların baŞında yazımın baŞında da belirttiğim gibi neden bu yöntemle tedavi olduklarını anlatan hastalara altın takıldığı, birde verdiği verginin uyguladığı yöntemin bilimselliğini destekleyen yanı nedir? Çünkü, diyor ki; bu güne kadar bilmem ne kadar vergi beyanında bulunduk. Acaba çok vergi veren bir insan daha bilimsel bir yöntem uyguluyor diye mi düŞünülür?
Esasında sülük tedavisine varana dek insanları umutsuz bırakan sağlık sistemini ve bu tedaviye göz yuman yetkililere bir iki söz söylemek gerek yoksa ne körler federasyonunun ne Dr Suat ARUSAN?ın ne de gazetecilerin iŞi değildir bu iŞler.
Yapılması gereken Tabip odası ve üniversite tarafından olaya son noktanın bilimsel anlamda konması ve kamuoyuna açıklanmasıdır.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 16.02.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.



AğLADIM…

Cuma günü akŞamüzeri iŞyerimden çıkmıŞ, arabama binmek üzereydim. Bir arkadaŞın yanıma geldiğini gördüm. Yüzüne baktım. Bir aksilik, olumsuzluk ifadesi, beti benzi atmıŞ. “Hrant DİNK’i vurmuŞlar” dedi. Ne…
Hiçbir Şey söylemeden ayrılmam ve arkadaŞa Allah’a ısmarladık bile diyemeyiŞim…
Boğazımda bir Şeylerin düğüm düğüm oluŞu ve duygusuz bir Şekilde araba kullanmaya devam ediŞim…
Hrant DİNK, Hrant DİNK, Hrant DİNK…
“Hrant DİNK’i vurmuŞlar…”
Kim olduğunu belli belirsiz hatırladığım ama neden ve kimlerin vurmuŞ olabileceği ile ilgili en ufak bir fikrimin olmayıŞı.
AkŞam olunca haber kanallarını açıp yerde yatan ve üzerine beyaz bir kâğıt serili cesedini görünce “Aman tanrım” dedim. “Gerçekten vurmuŞlar. Yüzükoyun yatıyor yerde. VurulmuŞ...”
Ağabeyinin çırpınıŞlarını gördüğümde “Gerçekten gerçekmiŞ, vurmuŞlar” dedim.
İŞte o andan sonra bir baba, kardeŞ, ağabey olarak ağladım.
Ağladım. Yas tuttum. Ağabeyime, kardeŞime yas tuttum. Ağlamalarım kesik kesik sürdü. Kiminde hızlandı, kiminde yavaŞladı, kiminde içime aktı gözyaŞlarım…
Bir gün sonra gazete manŞetleri, ağlamalarım içten içe sürdü. Hrant DİNK’in sahsında tüm vurulmuŞlara ağladım. Ağladım... Ağladım... Ağladım...
Katil zanlısı yakalanmıŞ. Katil zanlısının annesiyle görüŞtüğümü hayal ettim. Vuranın oğlu olduğunu bilmiyordu henüz.
“Çok ağladım” dedi.
“Ben de” demedim.
Annesi anlayamamıŞtı, ŞaŞkındı sordu: “O çocuk niye vurmuŞ?” Cevaplamadım. Cevaplayamadım. İçten içe ağladım. Annesinin görmemesi için gözyaŞlarımı içime akıttım. Gördü gözyaŞlarımı, uzatmadı konuyu. Tekrar sormadı “O çocuk niye vurmuŞ?” demedi.
“O çocuk!” Hiç böyle bakmamıŞtım. Tam bir isim vermemiŞtim vurana ama vermiŞ olsaydım. “O katil!” derdim. “O çocuk!” “Aman tanrım!” dedim. “Gerçekten vurmuŞ. Yüzükoyun yatıyor yerde vurduğu kiŞi. VurmuŞ…”
Vurulanın ağabeyinin çırpınıŞları geldi gözümün önüne. “Gerçekten gerçekmiŞ, vurmuŞ. O çocuk, gerçekten vurmuŞ…”
Ağladım. Yas tuttum. Ağabeyime, kardeŞime, babama, oğluma yas tuttum. Ağlamalarım kesik kesik sürdü. Kiminde hızlandı, kiminde yavaŞladı, kiminde içime aktı gözyaŞlarım. O çocuğun resimleri düŞtü televizyon ekranlarına. Sonra, o çocuğun babası geldi gözümün önüne. Ağlamalarım arttı. Çok ağladım.
GözyaŞlarımı içime akıttım. O çocuğun Şahsında bütün “O çocuk”lara ağladım. Ağladım… Ağladım… Ağladım…
Sonra ülkem geldi gözümün ününe. Neredeyse, sadece vurulanları ve vuranları ile haber olan ülkem.
Vurulan vatandaŞına sırf vurulduğu için değil de ‘AB hayalleri biter’ diye üzülen ülkem.
Kendi vatandaŞı olan bir gazeteciyi ötekileŞtiren, hedef gösterilmesine izin veren, sonra kendi vatandaŞı olan “O çocuk” tarafından vurulmasına göz yuman ülkem.
Sonra ötekileŞtirdiği kendi vatandaŞının, zehirlenen ve kandırılan kendi vatandaŞı “O çocuk” tarafından vurulmasına sırf, ‘Avrupa ne der? Dünya ne der’ diye üzülen ülkem.
Sonra gerçekten ağlayamayan ülkem geldi gözümün önüne.
Ağladım… Ağladım… Ağladım…
Sizde hala ağlamadıysanız hiç durmayın. Ağlayın!
Çünkü ağlarken arınır insan.
Sağlıcakla…

Not: Bu yazı 23.01.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.


ÇOCUKLAR ÖLMESİN ŞEKER DE YİYEBİLSİNLER?

Sağlıkta çok önemli bir kural vardır. "Önce zarar verme." Bu kural genel olarak tıbbi müdahaleler için kullanılır. Örneğin göğüs kafesine metal bir çubuk saplı birini gördüğünüzde, acı çekiyor ve o metal çubuk ona zarar veriyor diye, ilk akla gelen o çubuğu oradan çekip çıkarmaktır. Ancak tıp hayır der. O çubuğu çekip çıkardığında geliŞecek durumlara müdahale edebilecek durumda mısın? Önce onu düŞün ve mümkünse hastayı tam teŞekküllü bir hastaneye götür.
Verilen örneğe benzer birde zarar verdiğini düŞündüğünüz yada zarar veriyor gibi görünen hareket aslında hastanın iyiliği için de yapılıyor olabilir. Bu konuda çok bilinen bir olay vardır. Büyük bir hastanenin acil servisine sirenleri çalarak bir ambulans girer. Ambulansın hastane aciline ulaŞması ile doktor ve sağlık personeli bahçeye çıkmıŞtır. Sedye üzerindeki hastanın göğüs kafesi üzerine doktorun yumruk attığı görülür. O sırada, orada bulunan bir gazeteci yumruk atma anının fotoğrafını çekmiŞtir. Ertesi gün gazetedeki haberde Şöyle yazar "Doktor hastayı dövdü." Haberin ayrıntılarında da Şöyle yazar: "Hastaneye acil olarak getirilen hastayı, nöbetçi doktorun sedyenin üzerinde dövdüğü görüldü. Araya giren hemŞireler bile sinirli doktoru yatıŞtıramadı."
Esasında olay Şöyledir. Ambulans, hastaneye gelmeden önce telsizle hastaneye hastanın kalp krizi geçirdiğini bildirmiŞtir. O sebeple acil servisin bahçesine çıkan doktor, ölümle yaŞam arasında bir saniyelik bir zaman olduğunu düŞünerek hastanın göğüs kafesine bir darbe vurarak kalbi çalıŞtırmaya çalıŞmıŞtır. Araya giren hemŞireler meselesi de anlaŞılacağı gibi gazetecilerin abartısıdır diyebiliriz.
Verilen iki örnekte demek istediğim Şudur. Bu ülkede insanlar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduklarından gaza gelmeye hazır durabilirler. Buna dikkat etmek gerekir.
Şimdi gelelim meselemize. Geçen hafta yazdığım gibi çocuk hastanesi ciddi olarak hekim sıkıntısı çekmektedir. Bu sıkıntının birkaç nedeninden biri de PDC dediğimiz (Personel Dağılım Cetveli) ve Sağlık Bakanlığının, bizlerin tüm karŞı çıkıŞlarımıza rağmen uyguladığı, bir uygulamadan kaynaklanmaktadır. PDC uygulaması ile Sağlık Bakanlığı iki yıl önce kadro eksiği olan iŞyerlerinde aniden hemŞire, doktor, sağlık teknisyeni fazlalığı yaratmıŞtır. Hangi mantığa oturtulduğu anlaŞılmayan bir cetvel hazırlanmıŞ ve bu iŞyerine bu kadar hekim yeter, bu kadar hemŞire yeter gibi bir görüŞle, ben yaptım oldu anlayıŞı yürütmüŞtür.
Sonra Çocuk Hastanesi?nde bu cetvele göre 5 pratisyen hekimin kalacağı söylenmiŞ ve öyle uygulanmıŞtır. Ancak bu uygulamadan önce üç hekimle nöbet hizmeti yürüten hastane iki hekime düŞmek zorunda kalmıŞtır. Sonuç olarak hastaneye baŞvuran çocuklar acilde sıra beklerken muayene olmak zorunda kalmıŞtır. Bir de sürekli olarak hasta bakan acil hekimlerinin ve çocuk uzmanlarının hastaya ne kadar doğru teŞhis koydukları tartıŞılır olmuŞtur.
Ne oldu yeni bir sitem oturtmaya çalıŞırken daha da kötü bir durma geldiniz.
Sonuç olarak çocuk hastanesi bir an önce hekim ataması yapılarak en azından PDC öncesi duruma getirilmelidir.
Dünkü Yarın Gazetesi?nin manŞetinde Şöyle bir haber vardı: "Kampus yolunda hiçbir Şey değiŞmedi.".
Kampus yolunda ne oluyordu da hiçbir Şey değiŞmedi. Kampus yolunda gencecik çocuklar öldü. Hem de bu ölümler, CBÜ öğrencilerinin iki yıldır yaptığı uyarılara rağmen oldu. Yeni rektörün seçilmesi ile bu konuda adım atılacağı söylenmiŞti ve bir ay geçmesine rağmen somut bir adım atılmadı. Bu gün o öğrenciler bu sorunlarının çözümü için tekrar eylem yapacaklar.
Sayın Rektör umarım bu gençlerin sesini duyar ve o yolda ölen çocuğun ailesinin yerine kendini koyar (kadın ve anne olmasından dolayı daha duyarlı olacağını düŞünüyorum.) ve sorunun çözümünün öneri yazısı yazmakta olmadığını anlar diye umut ediyorum.
Sağlıcakla?



Not: Bu yazı 17.01.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.




YORGUN HEKİM SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ

Hastanelerin kapılarına yapıŞtırılan o büyük beyaz afiŞlerde Şöyle yazıyor. "Hekim seçme özgürlüğü." Okudunuz mu? Okumadıysanız boŞ verin okumayın çünkü içi boŞ bir özgürlük. Yani karŞılığı yok yaŞamla.
Dün çocuk hastanesinin kapılarına da o büyük beyaz afiŞ/çıkartma yapıŞtırılıyordu. Polikliniklerde 90-100 hastadan az olmamak üzere kuyruklar vardı. Kuyruk bekleyen hastalar sözde hekim seçme özgürlüğünden vazgeçmiŞ hekime ulaŞma çabasında idiler. Diyelim ki ulaŞtılar o zamanda kendilerine ayrılan 2-3 dakika içerisinde Şikayetlerini anlatma telaŞına kapıldılar. Hiç kimse kapılara yapıŞtırılan afiŞleri okuyacak ve yorumlayacak durumda değildi.
"Hekim seçme özgürlüğü." adı ile büyük yatırım yapılan bu slogan nereden icap etti bilmiyorum ama çok matah bir Şey olmadığını söylemek gerek. Hastaneye baŞvuran hasta yakınları 4-5 doktordan birini seçme özgürlüğüne kavuŞuyorlar. Ancak bu özgürlüklerini kullanmaları için önce nasıl seçeceklerini bilmeleri gerek. Yani doktor dediğin kavun değil ki bilmem neresini koklayasın. Neye göre seçeceksin?
Diyelim ki seçtin ne olacak verdiler sana 109 uncu sırayı doktorla özgür özgür görüŞ. Sıra gelirse. Sıranın geldiğini düŞün. Senden önce 108 kiŞinin derdini dinlemiŞ kafası davul gibi olmuŞ ve sana ayıracağı süre sadece 2-3 dakika. Kayıt, çocuğu soy, karnende herhangi bir eksik var mı vs gitti 1 dakika kaldı iki dakika bir dakikada muayene, bir dakikada da ilaç yazıldı. Artık sana sağlanan özgürlüğü yaŞamıŞ olmanın mutluluğu ile ayrılmalısın odadan, çünkü senden sonra "Hekim Seçme Özgürlüğünü" kullanacak olan daha onlarca vatandaŞ var. Çabuk çık ki diğer vatandaŞlarda özgür olsun.
Bu "Hekim seçme özgürlüğü"ne bu kadar takılmamın nedenlerinden biride "Hasta seçme özgürlüğüdür." Diyalektiğin yasasıdır, her Şey karŞıtını içinde barındırır denir. Yani yaŞamın içinde ölüm, ölümün içinde de yaŞam vardır. EŞyanın tabiatı gereği "Hekim seçme özgürlüğü." nün içinde "Hasta seçme özgürlüğü" vardır ve sırf bu nedenle İngiltere?de yılda yaklaŞık 500 kiŞinin öldüğü söyleniyor. Yani ağır hasta olanlar kendilerine bakacak hekim bulamadıkları için ölüyorlar.
Hafta içi bu durumda olan hastane hafta sonu ne durumdadır dersiniz? Daha da kötü. Geçen cumartesi günü çocuk hastanesine baŞvuran hasta sayısının 600 olduğunu öğrendik. İki hekimin nöbet tuttuğu hastanede bir doktora 300 hasta düŞüyor. 24 saat nöbette doktor hiç nefes almazsa bir hastaya 4 dakika ayırabiliyor. Bu dört dakika içinde acil hasta ise (acil hasta ise diyorum çünkü baŞvuran hastaların büyük çoğunluğu acil değil.) müdahale edilmesi, yatırılması, takibi mümkün olmayacağına göre ayrılan süre 4 dakika değil belki kimi hastalarda 1 dakikaya bile düŞmüyor. Yinede bu hesabı doktorun hiç dinlenmemesi hesabı üzerine yaptığımızı unutmayalım ki bu hekimlerden birinin verdiği bir örnek oldukça trajik. Diyor ki: "Bir kamyon Şoförünün aralıksız 4 saatten fazla direksiyon baŞında kalması yasak. Ama benden hiç dinlenmeden hasta muayene etmemi istiyorlar."
Bence hastalar ve hasta yakınları hizmet aldıkları sağlık kuruluŞundan doğru, yeterli, nitelikli, ulaŞılabilir sağlık hizmetini talep etmelidirler. "Bırakın hekim seçme özgürlüğünü vatandaŞın insani Şartlarda hekime ulaŞmasını sağlayın, ulaŞtığında bir insanın asgari muayene süresi kadar olmasa da ona yakın bir süre muayene olmasını sağlayın baŞka bi Şeye gerek yok."
YaŞanan bu sorunlar nasıl çözülecek diye düŞündüğümüzde birkaç öneri sıralamak mümkün ancak hemen belirtmek gerekir ki bu sıkıntıyı tek baŞına ne çocuk hastanesi baŞhekimi ne tek baŞına il sağlık müdürü, ne tek baŞına sağlık çalıŞanları, ne de hasta ve hasta yakınları çözebilirler. Çözüm için toplumsal iŞbirliği gerekiyor. Yani, il sağlık müdürü, baŞhekim, sağlık çalıŞanları, sağlık sendikaları, tabip odası, hasta ve hasta yakınları dolayısı ile de tüm toplum iŞbirliği içinde olmalıdırlar. En basit örneği hafta sonu acil hastalar dıŞında baŞvuru olmaması gerektiği hasta yakınlarına anlatılmalıdır. Denmelidir ki "Sen acil olmadığın halde buraya baŞvurduğunda öncelikli olarak bakılması gereken acil hastalar bakılamıyor. Bir gün senin çocuğunda acil bir durumda olabilir." Bu bilgi verilirken acil hasta tanımlaması da yapılmalı anne babalara çocuk hastalıkları konusunda basit eğitimler verilmeli.
Gelelim çözüm önerilerine:
1. Hastane fiziki koŞulları itibariyle bir an önce rahatlatılmalıdır.
2. PDC uygulaması nedeniyle azaltılan Hekim sayısı ilk adımda eski sayıya getirilmeli ikinci adımda da arttırılmalıdır.
3. Performansa Dayalı Döner sermaye uygulamasından vazgeçilmeli hekim ve sağlık çalıŞanlarının hastalara vicdani ne mesleki gereklerle (insanca yaŞayacakları bir ücret verilerek) yaklaŞmaları sağlanmalıdır.
4. Hastanede çalıŞan tüm sağlık personelleri sağlık hizmetleri sınıfına alınmalı ve kadrolu çalıŞma esasına göre herkes kadroya alınmalıdır.
5. Hasta ve hasta yakınlarının da içinde bulunduğu sağlık çalıŞanlarının katılımının sağlandığı bir ortamda iŞ yerilerinin demokratikleŞtirilmesi sağlanmalı. Hiç kimseye iltimas geçilmemeli ve rahat çalıŞabilecekleri ortamlar yaratılmamalıdır. Yani çalıŞanlar arasında eŞitlik ve adalet duygusunun yıpranmasına izin verilmemelidir.
Sağlıcakla...

Not: Bu yazı 11.01.2007 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.




KOYUNLU GECE

Ben kime söylendiğinden çok neden böyle bir söz söylendiğini merak ediyorum.? Böyle bir deyiŞ nereden dilimize dolanmıŞ? Bu sözün dilimize dolanmasında kültürel yapımızla iliŞkisi nedir? Soruları kafamın içinde oradan oraya koyun misali dolanıp duruyor. Çık çıkabilirsen iŞin içinden. Bu düŞüncelerle uyuya kalmıŞım.
Aman tanrım her taraf koyun. Binlerce koyun oradan oraya koŞuŞturup duruyor. Aldı beni bir koyun gütme telaŞı. Bir tarafım al bu koyunları güt diyor, bir tarafım boŞ ver sana ne kim güderse gütsün diyor. İki arada bir derede kaldığım anda bir adam çıkageldi. Sırtındaki gocuktan, elindeki değnekten çoban olduğunu anladım.
Adamda “telaŞa mahal yok” havası hakim. BaŞladı koyunları hizaya sokmaya. Elinin bir hareketi ile binlerce koyuna yön verirken, bendeki ŞaŞkınlığın aksine oldukça sakin. Birkaç saniyede koyunları hizaya soktuktan sonra aniden koyunlar adamı sırtlarına alıp bir yandan da tempo tutmaya baŞladılar. Rüya bu ya ne dedikleri anlaŞılıyor. “Baba. Baba.” Diye bağırıyorlar. Adam sırtlarında olduğu halde uzaklaŞıp gitti koyun sürüsü. Tam rahat bir nefes alacaktım ki, aman Tanrım, iki koyun sürüden ayrılmıŞ, gidenlere takılmamıŞ oldukları yerde duruyorlar. Bir süre sonra huysuzlanmaya baŞladılar. Adamın hareketlerini taklit ederek durumu idare ederim diye düŞündüm. Ama nerde. Ben onları hizaya sokmaya çalıŞtıkça inatlaŞtılar. Bir yandan sağa sola koŞturuyorlar, bir yandan da kavga ediyorlar. Farklı bir Şeyler yapıp konuŞayım Şunlarla diye düŞündüm. Uslanmak yerine daha da huysuzlaŞıp üzerime gelmeye baŞladılar. Biri gerilip karnıma tos vururken, diğeri düŞmemi fırsat bilip üzerime çıkıyor. Bir ara boŞluklarına geldi silkinip katlığımı hatırlıyorum. Allah ne verdiyse bayırdan aŞağı koŞamaya baŞladım. Ama arkamdan seğirttiklerini görmemle daha bir telaŞ aldı beni. Nefesleri ensemde. O ara karŞıma çıkan bir ağaca can havliyle tırmandım. Ama yok vazgeçmeye hiç niyetleri yok bunların. Gerinip gerinip ağaca vurmaya baŞladılar. DüŞmemek için, ahtapot misali, sıkı sıkıya sarıldığım ağaç, kırıldı kırılacak. Sonra nereden geldiğini anlamadım. Yine o adam çıka geldi. Üzerinde gocuğu elinde sopası. Koyunlara Şöyle bir bakmasıyla durmaları bir oldu. Eliyle, uzakta kımıldamadan duran sürünün yanına gitmelerini iŞaret etti. Koyunlar hiç itiraz etmeden o yöne koŞmaya baŞladılar. Kafasını yukarı kaldırıp ta beni ağaca sıkı sıkıya sarılmıŞ halde görünce utandığımı hissettim. Ağaçla yek vücut olduğunu sandığım kollarım aniden gevŞedi. Ağaçtan aŞağıya kayarak indim. Üzerimde gezen gözleri korkutan öte bir his uyandırdı bende. Yanıma yaklaŞtı. Ne diyecek, ne diyecek, ne diyecek. Diye düŞünürken elinde sopası olduğu halde koyunlara yaptığı gibi sürüyü iŞaret ettiğinde fark ettim ki bende bir koyunum. Koyun olduğumu fark etmemle sürüye doğru olanca hızımla koŞmam ve sürünün arasındaki yerimi almam bir oldu.
Sürünün arasında yerimi almamla birlikte içimin huzurla dolduğunu hissettim. O huzurun verdiği rehavetle uyanmıŞım. Televizyonu açtım. Ne! Üç yüz bin dolar mı? Adamın biri Şehrazat’a üç yüz bin dolar diyor. Vay cibilliyetsiz vay.
Sağlıcakla…


Not: Bu yazı 19.12.2006 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.



BAŞLAYAN VE BİTMEYEN

Tıp dünyasındaki yazılarına çoğunlukla Şiirle baŞlardı. Oldukça sevecen bir o kadar mücadeleci kiŞiliğini görürdüm hep onda. Halkla iç içe oluŞu kıskandırırdı kimilerini, kimi zaman saldırılara uğrar en olmadık ithamlarla karŞılaŞırdı. Tabipler birliğinin on yıl merkez Konseyi baŞkanlığını yaptı. Ondan öncede Tabipler birliği yine sağlık alanında mücadelesini bu kadar berrak verir miydi bilmiyorum ama ben onun ve arkadaŞlarının döneminde gördüm mücadeleyi. Sadece hekimlerin hakları için mücadele vermek gerekir diyen hekimler vardı karŞılarında, ama onlar “Sağlık bir ekip hizmetidir.” Dediler. Bu anlayıŞla tüm sağlık personelini kapsayan ve daha sonrada tüm halkı kapsayan G(ö)rev eylemleri yaparak devam ettiler mücadelelerine. Tabipler birliği aynı kararlılıkla Füsun SAYEK ablalarının kaldığı yerden daha da yükselterek mücadeleyi sürdürüyor/ sürdürecek.
Eray CANBERK’in Şiirini kullanmıŞ TTB Merkez Konseyi mesajında. Bende aynı Şiiri yazımın baŞına koyarak aynı duyguları paylaŞmak istiyorum. Bir sağlık personeli, bir G(ö)rev arkadaŞı olarak tabipler birliğine baŞınız sağ olsun diyorum. Acımız sonsuz.
Sağlıkta yaŞanan olumsuzluklar artarak devam ediyor. Hatta bu olumsuzluklar yıkıma dönüŞtü. Bu yüzden “Sağlıkta yıkımı durduralım” diye çağrılar yapıyoruz. Daha da ilginci hükümet sağlıkta uyguladığı yıkımı durdurmak bir yana tüm kamu hizmetlerinde yıkıma hazırlanıyor.
Daha önce kamu personeli yasa tasarısı ile meclis gündemine getirdiği sözleŞmeli çalıŞmayı esas alan tasarıyı sadece adını değiŞtirerek yeniden ısıtıyor. Bunun yeni adı da Devlet Memurları Kanun Tasarı Taslağı.
Herhangi bir alanda yaŞanan olumsuzluğu sanki reform yapacakmıŞ gibi daha da kötü hale getirmek alıŞkanlıklarından olsa gerek Şimdide kamu personeline el attılar. Kamunun verimsizliği (kimlerin verimsizleŞtirdiği ortada iken) bahanesi ile kamu çalıŞanlarını sözleŞmeli hale getirmeye çalıŞıyorlar. Her türlü torpil ve adam kayırmanın had safhaya ulaŞtığı bu alanda yapılması gereken Şeffaf, siyasi müdahaleye kapalı, demokratik kuralların iŞlediği ve kamusal alanın halkın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi iken ne yapıyorlar sözleŞmeli çalıŞma. Ne olacak kamu tamamen siyasi müdahaleye açık hale gelecek. Adam kayırma, torpil artacak. İŞ güvencesi olmayan kamu çalıŞanı ses çıkaramaz hale gelerek yalnızlaŞacak ve sendikalardan uzaklaŞacak. Yapılmak istenen (IMF nin dayatmaları ile) kamu hizmetlerinin özel sektöre devredilmesidir.
Bu taslakla, sağlık, teknik, biliŞim, güvenlik ve ulaŞım hizmetlerinin sözleŞmeli personel eliyle yürütüleceği ve sözleŞmeli personelin iŞ güvencesi ve iŞ sürekliliğinin olmayacağı söyleniyor. Bu, Şu demek kamu hizmetleri asli ve sürekli hizmetler olmaktan çıkmaktadır. Bu durum Anayasanın 128. maddesine aykırı. Bu taslak yasalaŞırsa sözleŞmeli personelin çalıŞacağı hizmet alanları tamamen özelleŞtirilebilecek. Taslak ile bu alanlara, esnek çalıŞma getirilecek. Ayrıca, taslağın 108. maddesinde sözleŞmeli personelin iŞ güvencesinin olmadığı ve her an sözleŞmesinin feshedilebileceği belirtiliyor.
Ne dersiniz Sağlıkta yıkımı durduralım çağrımızdan vazgeçip KAMUDA YIKIMI DURDURALIM demek doğru olmaz mı?
Sağlıcakla…

Not: Bu yazı 18.10.2006 tarihinde Manisa Yarın Gazetesinde yayınlanmıştır.