30 Mart 2012 Cuma

Çoğul türküleri…


Haksızlık önünde eğilmeyiniz, o zaman hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz.(1)






Hayır diyor, geçemezsiniz. 
Geçirtmem…
Hayır  diyor, gidemezsiniz.
Yassak ettim size Ankara’yı…
Benim gücüm var, emrimde kolluk güçlerim var, tomalarım, panzerlerim, biber gazlarım, coplarım...
...
Geçeriz diyoruz…
Gideriz...
Biz KESK'iz…
22 yıllık kamu emekçileri mücadele tarihimiz var,  hakkımız var, seyahat özgürlüğümüz,  insani haklarımız, sözümüz  var…
Biz daha önce çok geçtik bu yollardan, çok…
O gün orada o panzerlerin önünde olmasaydık.
O gün orada gece yarılarına kadar tomaların, panzerlerin, çevik kuvvet ekiplerinin önünde durmamış olsaydık.
O gün orada, o ateşin başında halay çekmemiş olsaydık,   “KESK üyeleri Ankara’ya gidemedi.” diyebilirdiniz.
Oysa öyle olmadı. O günün saat 23.00 da önümüzü kesen panzerler, tomalar, çevik kuvvet ekipleri bizi durduramadı. Biz oradan  saniye saniye dağıldık KESK’lilerin bekletildiği her alana…
Bir Konak’ta saat kulesi önündeydik, sabaha kadar direndik ve her dakika daha da yaklaştık Ankara’ya…
Sonra Diyarbakır’da, Manisa’da, Antep’te, Aydın’da, Batman’da, Antalya’da, Siirt’te, Denizli’de, İstanbul’da önümüzü kestiler, slogan attık, halaya durduk.
Samsun’da, Kocaeli’nde gaza tazyikli suya direndik.
 Ankara’da kanlar içinde kaldık, yaralandık… Yoğun bakımdaydık binler olarak….
 Kızılayda son kez, son kez, son kez ikaz edildik, uyarıldık…
Bizde yolu yok yürüyeceğiz dedik, uyardık…
Bütün kimliklerimizden; öğretmenliğimizden, hemşireliğimizden, doktorluğumuzdan, vergi memurluğumuzdan sıyrıldık.
KESK’li olduk orada…
Her halayı başka bir ilde çektik…
Erzurum başbarını, Samsunda; Harmandalıyı Urfa’da; Göçmen Halayını Mardin’de…
Önümüzün kesildiği her yer Ankaraydı…
Ve biz önümüzün kesildiği her yerdeydik…
Sonra ertesi günlerde de, bütün iller, o illerin alanları, her yer Kızılay oldu.
Onca eyleme, protestoya, gaza, suya, copa rağmen yasa geçti, işte kutlama yemekleri yeniyor, demeyin…
Öyle olmadı çünkü…
O gün gaza, copa, suya direnenler, tıpkı türkü söyler gibi; son sözü de söylediler oralarda…
Dediler ki; Türküleri yakanlar yasaları yapanlardan daha güçlüdür.
Yasalar yapılır, tekrar yapılır, tekrar yapılır…
Unutulur gider…
Ama türküler hep söylenir, sonsuza dek…
O türküyü söyleyen tek bir kişi kalıncaya dek…
Şimdi türkü söyleyenlerle bir olmanın, hep bir ağızdan türkü yakmanın tam sırası, kamu emekçilerinde sıra…
Onlara düşen bir görev var…
Türkü yakan, mücadele eden, halay çeken KESK’le bir olmak, birlik olmak zamanıdır.
Eski-yeni hükumet sendikalarını buruşturup atmanın, yerine KESK’i koymanın günüdür.
Çağdaş, yandaş, sırdaş sendikaların son kullanım tarihleri dolmuştur.
Tarihi dolanlar, tarihin çöp sepetlerine atılmalı, yerine iki milyon kamu emekçisinin sesi KESK’i ve bağlı sendikalarını almanın tam vaktidir, geldi, geçiyor.
Sağlıcakla…



 (1)Hz.Ali


20 Mart 2012 Salı

Gözlerini gördüm, kan çanağı gibiydi…



Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su
Sarı toprakdan testileri güneşte pişiriyorlar
Turgut Uyar

Sivas davasının son duruşması için gittiği Ankara’dan yeni dönmüştü.
Üzgündü, morali bozuktu ve yorgundu…
Biber gazı ile nefessiz kalmış, tazyikli su ile ıslanmış ve çökmüştü sanki.
Sivas davasının zaman aşımına uğramasını engelleyememiş olmanın mahcubiyeti vardı belki üzerinde, belki de neden daha çok insan yoktu o gün orada, diye düşünüyordu.
Kim bilir, neden…
Üzgündü işte…
Hal hatır sormak için açtım konuyu; ne var ne yok, nasıl oldu,dedim.
Belli ki yaşadıkları tekrar gözünün önüne geliyordu. Aynı heyecanla, panikle, nefes tıkanıklığıyla, geniz yangısı ile anlatıyordu.
Nasıl saldırıya uğradıklarını, Ankara polisinin hiçbir uyarı yapmadan biber gazını, tazyikli suyu sıkışını, o saldırı ile nasıl paniklediklerini, neler yaşadıklarını…
Ankara adliyesinin önünde nasıl sıkışmış kalmışlar. Orada yaşanan çeresizlik… Haksızlığa uğramış olmanın verdiği yürek sıkışmasını… kendiyle yaşadığı sinir harbini…
Dışlanmışlık ve yok sayılmanın verdiği üzüntü de vardı belki… Onca mücadeleye rağmen zaman aşımının engellenememesi ve kararın ‘hayırlı uğurlu olması’ vatan millete…
O, davasının tanığıydı ve anlatıyordu… Ne kadar anlatılabilirse…
Bir ara duraksadı. Cümlelerini özenle seçmek ister gibi, tane tane çıktı kelimeler ağzından: "Alper Taşı gördüm orada... Alper Taş’ın gözlerini… Kan çanağı gibiydi gözleri…"
Bir an için ürperdiğimi hissettim.
Sonra tekrar olayları anlatmaya koyuldu.
"Dostlarımızın kim olduğunu anladık, dedi."
"O gün orada Ankara adliye sarayı önünde olanlardı, varını yoğunu o alana yığanlardı dostlarımız. Kimin samimi olarak orada olduğu, kimin dostlar alışverişte görsün misali temsilen orada bulunduğu, kimin gelmediği ... hepsi ayan beyan görünüyordu, dedi."
Anlatırken tekrar duraksadı, etkisinde kaldığı bir şeyi anımsar gibi kıstı gözlerini ve:  "Alper Taş’ı gördüm, gözlerini; gözleri kan çanağı gibiydi."
Belli ki çok etkilenmişti, Alper Taş'ın, bir parti genel başkanı olarak orada olmasından ve diğer bütün eylemciler gibi gaza maruz kalmasından...
Bende etkilenmiştim ve bir an için hayal ettim Sivas davası duruşması gibi onlarca eylemde görevli saymak kendini… Uludere, Hatay, Newroz, 1 Mayıs veya herhangi bir ildeki bir eylem yada yürüyüşte hep en önde olmak…
O kan çanağına dönen gözlerin, o gözleri gören ve etkilenen arkadaşımın hatrına… Sivas’ta yananların yakınlarının ve ülkemin acısının, utancının yüzü suyu hürmetine… O eylemde orada bulunan on bin kişinin hatrına, Alper Taş ve onun yoldaşlarının samimi mücadelesi için bunu yazmalıyım dedim…
Sağlıcakla…

15 Mart 2012 Perşembe

Hastane önünde yüz bin muallim.


Bu gün ülkenin dört bir yanında, yüz bine yakın öğretmen hasta(!) oldu.
Dün bu öğretmenlerin bir telaşı daha vardı: Hastalıklarına sebep mevzuyu öğrencilerine bir lisanımünasiple nasıl anlatacaklardı, onu düşündüler.
Anlayabilecek yaşta ki öğrencilerin öğretmenleri izah ettiler konuyu, dilleri döndükçe.
Ama ya anlayamayacak kadar küçük olanlar?
İşte onlar için dün, on binlerce öğretmen son dersinin, son dakikalarında çocuklarına şöyle seslendi: “Çocuklar yarın ben hasta olacağım ve okula gelemeyeceğim. Size beni hasta edenin ne olduğunu şu an için anlatamıyorum. Ama şunu çok iyi bilin ki; sizin daha aydınlık bir geleceğiniz olsun, diye hastalanacağım. Ailelerinize söyleyin de sizi yarın okula göndermesinler.”
Yaşı yedi ila on bir arasında olan on binlerce öğrenci, öğretmenlerini hasta edecek olan etkenin ne olduğunu, büyük ihtimalle, anlayamadılar. 
Eve gidip annelerine-babalarına öğretmenlerinin sözlerini aktardılar. Ve eğer anne babaları onlara yarın öğretmenlerini hasta edecek olanın ne olduğunu, doğru anlatı ise, ilerde şöyle diyecek o öğrenciler: “Benim öğretmenim gerçekten de benim aydınlık bir geleceğe sahip olmam için çaba göstermiş.”
Fakat bir gerçek var ki oda: bu akşam ana haber bültenlerinde, yüz bin öğretmeni hasta eden etkenin doğru anlatılmama ihtimali ve öyle olursa, ki büyük ihtimalle öyle olacaktır, ardından birde ‘Kurtlar Vadisi Pusu’ ve ‘Fatmagül’ün suçu ne?’ geldi mi geçmiş olsun…
İşte öyle bir durumda belki de yüz binlerce veli, çocuklarının öğretmenlerinin neden hastalandığını ya anlayamayacak, ya da yanlış anlayacak.
Bu yüz bin öğretmen bu ihtimalin de farkındaydılar ve buna rağmen hasta(!) oldular.
Çünkü onlar Rıfat Ilgaz’ın, Fakir Baykurt’un meslektaşları idiler. Onlar köy enstitüleri efsanesine inanmış, Eğitim Sen üyesi öğretmenlerdi.
Oturdular konuştular. Eğitim sen üyesi olan olmayan her öğretmenle tartıştılar konuyu. Dün binlerce öğretmen odasında yarın hasta olmanın gerekli olup olmadığı üzere fikir yürütüldü. Kimi: Ne vizitesi direk iş bırakalım, dedi. Kimi: Viziteye çıkalım, dedi. Kimi: Anlamazdan geldi. Kimi: Anladığı halde korktu. Kimi: Korktu ama yine de anladı ve hak verdi. 
Geldik bu güne...
Bu gün ülkenin dört bir yanında yüz binin üzerinde öğretmen alanlara çıktı, yürüyüşler basın açıklamaları yaptı.
Onları hasta eden etkenin tıbbın tanımladığı bir virüs veya bakteri olmadığını, hasta eden şeyin;  hükümetin ısrarla çıkarmaya çalıştığı “4+4+4” diye ifade edilen kesintili eğitim sistemi olduğunu anlatmak istediler kamuoyuna…
4+4+4 Nasıl sunuldu?
“Eğitimi kademelendireceğiz ve ilk dört yıl okuyan çocuklar isterlerse ailelerinin yönlendirmesi ile eğitimlerine açık öğretimle devam edebilecekler.”
Neden?
Bu bir ihtiyaçtır, dendi.
Çünkü sekiz yıl okula giden ve yaşı onbeş olan çocuklar dini eğitim almak istemiyorlar.
Konunun özü bu mu?
Evet, bu önemli bir gerekçe ama tek gerekçe değil.
Bir ikinci gerekçe ise yine onbeş yaşına gelmiş kız çocuğunu istemediği biriyle evlendirme konusunda ailelerin yaşadığı güçlükler.
Başka?
Birde çıraklık meselesi var. Onbeş yaşından sonra çırak olmak istemiyor çocuklar.
İşte yüz bin öğretmeni aynı anda hasta eden etken buydu.
Peki tedavisi?
Bu hastalığın etkeni tıbben tanımlanmış bir bakteri değilse tedavisi de ilaçla iğneyle olmazdı.
Belli ki hastalığa sebep olan etken, hükümet eliyle, bir kesimin memnun edilmeye çalışılması…
Peki, biz memnun oluyor muyuz?
Hayır?
Bu gün alanlara çıkan yüz bin öğretmen de memnun olmadılar ve tedaviyi de yine kendileri buldular.  
Bu hastalığın tedavisi, alanlara çıkmaktı, çıktılar.  
Bu hastalığın tedavisi, 4+4+4 ile eğitim sisteminin kesintili hale getirilmesine karşı olmaktı, karşı oldular.
Bu hastalığın tedavisi, “Bilimsel, Çağdaş, Laik, Demokratik Eğitim.” diye haykırmaktı, haykırdılar.
Yeterli mi?
Değil elbette, tedaviyi ısrarla ve düzenli bir biçimde uygulamak gerek.
Ne zamana kadar?
Tedavi sonuç verinceye kadar…
Yani hastalık etkeni ortadan kaldırılıncaya kadar…
Bu mümkün mü?
Bence mümkün.
Nasıl?
Bu gün Eğitim Sen’in çağrısı ile yüz bin öğretmenin duyarlılık gösterdiği bu etkene, yasa meclis gündemine geldiğinde başta KESK üyesi kamu emekçileri olmak üzere; emekten, demokrasiden yana tüm bireylerin tepki vermesi ile…
Ne diyorduk sloganda; Kurtuluş Yok tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz…
Sağlıcakla 

8 Mart 2012 Perşembe

8 Mart deyince ne gelir aklınıza?


Dünya Kadınlar Günü… veya Dünya Emekçi Kadınlar Günü…
Nedir farkı?
Niye kimi 'emekçi' derken, bir diğeri özellikle kaçınır bu terimden?
Elbette bunun tarihsel bir açıklaması var ancak ben sıcağı sıcağına yaşanan bir kaç örnek vererek anlatmaya çalışacağım bunu.
...
Bakın bir kadın arkadaşın sosyal paylaşım sitesindeki duvarına yazdığı yorum aynen şöyle; “dünya kadınlar gününüzü kutlar ,bizlere hakettiğimiz değerleri verecek kişilerle yaşamamızı sağlayacak yıllar diliyorum.... Noktası virgülüne, tam tamına böyle yazmış.  
Ve bu yoruma o kadın arkadaşın kadın arkadaşı da şöyle bir yorumla katkıda bulunmuş;  “AMİN…”
...
Aynı gün KESK’in web sayfasında ise KESK Kadın Sekreteri Canan Çalağan’ın cezaevinden KESK üyesi tutuklu kadınlar adına yazdığı mektubu yayınlandı.
Canan Çalağan “Sevgili kız kardeşlerimiz, değerli mücadele arkadaşlarımız.” diye başladığı mektubuna “Örgütlü kadın iradesi ve kadın dayanışmasının gücüyle, tüm insanlık için daha yaşanır bir dünya kuracağız. Bir sabah, onlarca polisin annesini neden alıp götürdüğünü anlayaman çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız.” diye bitiriyor ve hiçbir cezaevi duvarının hapsedemeyeceği bir ezgiyi mırıldanıyor oradan "Cesaret, cesaret, daha fazla cesaret! Kurtuluş mutlaka ellerimizde."
İki farklı açıdan iki farklı tutum ve algı düzeyi…
Edip Cansever Bazı durumların dili yoktur. Bazı durumların dili başka durumlardır.” der…
İşte bu iki farklı durumun yani ‘amin’ ile ‘cesaret’ in dili oturup konuşsa ortak tutum ortaya koyabilir mi?
Hayır… İkisi bir arada olmaz iki ayrı ‘durum’dur ve biri tercih edilecek, başka yol gözükmüyor.
Yani ya ‘amin’ diyeceğiz ya da ‘cesaret’…
2012 8 Mart’ında ‘cesaret’ diyenler geçen 8 Mart’lara göre daha bir çoğunluktaydı gibi geldi bana…
2012 8 Mart’ı Manisa’da bir dizi etkinlikle kutlandı. Kahvaltı, panel, yürüyüş, basın açıklaması ve KESK üyesi Kadınlarca Sahnelenen müthiş bir tiyatro..
“Umut” adını verdikleri oyunla çıktılar sahneye ve profesyonel bir oyun çıkardılar.
Önce “Umudumu kaybettim, umudumu gören varmı?” diye çıktılar bir bir… Sonra ötekileştirilen, dövülen, sömürülen, horlanan, ayıplanan kadınları sahnelediler…
En sonunda da “Umudu” gösterdiler bir çocuğun suretinde…
Sonrası alkış kıyamet…
Finalde de Grup Yorumdan “Beyaz gelinlik…” …hayat yeşilde, yeşil yosunda….
Bence h  a  r  i  k  a  y  d  ı…
Çıkarken gözüm tutuklu KESK üyelerinin resimlerinin olduğu pankarta takıldı…
Ve şöyle dedim; İşte bu tutuklu kadınlar, bu oyunu sahneleyen kadınlar, bu şiirleri okuyan kadınlar, bu cesareti mırıldanan dudaklar, bu kadınların açtığı yoldur ve  bu güzel gecenin bedeli ödenmiştir/ödeniyor…
O dokuma işçilerinin bedenleri ile alevlenen ateş yanıyor hala KESK’li kadınların yüreklerinde…
8 Mart Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun…
Cesaretle…

6 Mart 2012 Salı

“Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisi” için son çağrı…


11 Mart önemli gün.
Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisi toplanıyor.
Ankara Ahmet Taner Kışlalı spor salonunda yapılacak meclis toplantısına gitmek için hazırlıklar sürüyor.
‘İl Sağlık Hakkı Meclis’leri harıl harıl çalışıyor.
Mamak Sağlık Hakkı Meclisi, İzmir, Manisa, İstanbul vb.
Çok önemli ve tarihi çalışmalar bunlar.
Niye?
Bu güne kadar “Sağlık Hakkı” mücadelesini, küçük birkaç hasta hakları derneğini saymazsak, sağlıkçılar veriyordu.
Ne zaman sağlıkta bir hak kaybı yaşanma ihtimali olsa SES dökülüyordu sokağa. Tabip Odaları da ona keza…
Ama tüm bu feryat figana rağmen kamuoyu konuyu, hükümetin de manüplasyonlarıyla, hep yanlış anlıyordu.
Doktorların rahatı kaçtı herhalde, diyenlerimi ararsın.
Hemşireler çalışmak istemediği için bu hengâme, diyeni mi?
Oysa yok olan halkın sağlığa ücretsiz ulaşma hakkıydı. Sağlık emekçilerinin güvenceli çalışma hakkıydı. Esnek güvencesiz çalışma ve paran kadar sağlık anlayışıydı yerleştirilen.
Sağlık emekçileri bu güne kadar verdikleri mücadele de çok önemli hak kayıplarının önüne de geçtiler ancak bu kazanımlar sınırlı kaldı.
Kazanımların sınırlı kalması ve verilen mücadelenin yetersiz oluşu yeni yöntemler bulmayı gerektiriyordu.
İşte bu noktada yine sağlıkçıların öncülüğünde yeni bir yol denenmeye karar verildi.
Sağlık Hakkı ve Sağlıkçılar Meclisleri.
Var olan meclisleri işletmeyenlere, baypas edenlere inat halk kendi meclislerinde örgütlenecek ve kendi hakkı için mücadele edecek.
İşte bu kadar yalın ve basit bir o kadarda etkili bir tanımı var meclislerin.
İşyeri Sağlıkçılar Meclisleri kuruluyor evvela. Sağlık Hizmetinin üretildiği bütün hastaneler, toplum sağlığı merkezleri, aile sağlığı merkezleri…
İşyeri sağlıkçılar meclislerinde her sendika, oda, kişi veya oluşum eşit temsil ediliyor.
Yani profesör ile taşeron işçi yan yana geliyor ve omuz omuza, yine kendi hakları için mücadele yürütüyor. Neyi nasıl yapacağına, nasıl bir yöntemle bu mücadeleye katkı sunacağına, işleri nasıl yürüteceğine her şeye ama her şeye işte bu meclislerde kendileri karar verip uyguluyorlar…
Sonra Sağlık Hakkı Meclisleri…
Kuruldu, kuruluyor.
Siyasi partiler, odalar, sendikalar, hasta hakları dernekleri, sağlık meslek mensubu dernekleri, yöre dernekleri, muhtarlar veya kişisel inisiyatifler… Eşitlik temelinde, birlikte üreterek, omuz vermek için mücadeleye… Nazım Ustanın dediği gibi;  Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı…
Uzun söze gerek yok. Gereken ne ise onu yapmak için toplanıyor sağlık hakkı meclisleri.
Bundan çok değil on yıl sonra bir belgeselde şöyle ifade edilecek bu mücadele deneyimi; Bu gün sahip olduğumuz sağlık hakkı 2012 yılı Mart’ının 11. günü toplanan Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisinin Ankara Ahmet Taner Kışlalı spor salonunda aldığı kararlar sonrası verilen mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bu gün bütün sağlık kurumları kamuya aitse, sağlık hizmetlerinden bütün vatandaşlar yaralanabiliyorsa… Eşit, ücretsiz ve nitelikli bir hizmeti hiçbir şart ve koşul olmadan rahatlıkla alınabiliyorsa, bu o gün orada bulunan ve o iradeyi gösteren, yeni bir mücadele deneyiminin fitilini ateşleyen o üç bin insan sayesindedir.
On yıl sonra o belgeseli izlerken sizde çocuğunuza, torununuza, eşinize, “Bende o gün oradaydım. Bizde …. İli Sağlık Hakkı Meclisi üyeleri olarak oradaydık.” demek istiyorsanız fırsatı kaçırmış sayılmazsınız.
İlinizde kurulmuş Sağlık Hakkı Meclisi varsa meclisle yoksa SES veya Tabip Odası ile iletişime geçerek bu tarihi yolculuğa bizimle çıkmak için ilk adımı atabilirisiniz.
İnanın; “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartlarınzarurî neticesi bu! “ olacak.
Biliyorum.
Biliyorum ki söylüyorum.
Sağlıcakla…

Not: Manisa Sağlık Hakkı Meclisi Otobüsüne isim yazdırmak için zeynelakaplan@msn.com veya sesmanisa@hotmail.com adrsine mail atabilirsiniz.