28 Ocak 2011 Cuma

KISA KISA

Uykusuz dergisinde bir karikatür…

Başlarında huni olan iki kişi…

Birinin elinde gazete var.

Elinde gazete olan; “Beynimizin yüzde onunu kullanabiliyormuşuz.” diyor.

Diğeri; “Kalanı da su değil mi zaten?” deyince…

Fanta diye biliyorum ben... diyor...



***



Geçenlerde 112 çalışanlarına saldıran vatandaşlar oldukça enteresan bir görüntü verdiler...

Hani şu 112 personelini darp ettikten sonra, olay yerine gelen polislere; “Sağlık ocağı bize saldırdı. Bu böyle olmaz!” diyenlerden bahsediyorum...

Neredeyse rutin bir vakıa haline gelen bu durum 112 çalışanlarının en büyük sıkıntısı…

—Sağlık ocağı bize saldırttı… Bizi saldırtdılar… Bu böle olmazzz… diyordu saldıran kişiler...

Belli ki öyle belletilmişti kendilerine...

Koro halinde "Mağdurum ben mağdurum." şarkısı söylüyorlardı...

Fanta içmiş olamazlar diye düşündüm. Belli ki ıksırıncaya kadar alkol almışlardı ve tıksırıyorlardı konuşurken...

112 çalışanı büyük bir hiddetle ve bir o kadar sakin anlattı.

—Olan şu, bizi darp ettiler... Ve bu her zaman oluyor...


***



Torba yasa, tüm karşı çıkmalara, protestolara rağmen, meclis gündemine geliyor...

KESK konuyla ilgili tüm yurtta eylemler yapıyor.

Ankara'da, son Genel Kurulda KESK Genel Başkanı seçilen Döndü Taka Çınar'ında olduğu grup meclise yürümek isteyince polis engeline takılıyor.

Öyle bir engelki; biber gazlı, tacizli...

Görüşmeler sırasında Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı KESK Genel Başkanına "Canım." diye hitap etmiş.

Demek ki, ıksırıncaya kadar içmeden de tıksırabiliyormuş insanlar...

Demek ki, kişinin niyeti tıksırmak olunca içkiye hacet yokmuş...



***

Darwin'i anlatan öğretmene ceza vermişler...

Gerekçe, müfredat dışına çıkmak...

Bundan sonra sorulan soruya cevap verilmeden önce bakılacak, müfredat içimi diye...

Müfredat deyince öğrenciliğim aklıma geldi, neredeyse müfredat içinde kalan tek bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenim olmadı benim…

Bu nedenle ceza alan tek öğretmende duymadım şimdiye kadar.

Bırakın müfredat dışını, okulun yanındaki camiye kadar çıkardı müfredatımız da kimsenin gıkı çıkmazdı...

Bence öğretmenler fetva almalı...

Darwin konusunu "sarmısaklasakdamı saklasak, sarmısaklamasakdamı saklasak" diye...



***

Uzun yazıyorsun diye eleştiri aldım birkaç okurdan ve dosttan, bende kısa yazmayayım da, kısa kısa yazayım dedim...

Sağlıcakla...

21 Ocak 2011 Cuma

Kör nokta…


Sağlıkta reform diye sunulan programın ve bu nedenle halka dayatılan değişimin üç temel dayanak noktası var.

Bunlardan biri para…

Diğeri para…

Ve en sonuncusu da yine paradır…

Hükümetin yıllardır reform diye sunduğu “Sağlıkta Dönüşüm Programı” nı açın okuyun, bütün o cilalı lafları geçin, satır aralarına, satır üstlerine ve altlarına bakın.

Parayı göreceksiniz...

Para, para, para...

Uygulanmak istenen sistemin özünde ve vazgeçilmez tek değer olarak para yerleştirilmiştir oraya.

Aile Hekimliği Sisteminde çok bariz bir şekilde görebilirisiniz bunu.

Aile hekiminin verdiği neredeyse bütün hizmetler para ile değerlendirilir.

Hasta sayısı, takip ettiği gebe ve bebek sayısı, önlük giyip giymediği, muayene odasının ısısı, her şey bir puan kesintisini dolayısıyla da parasal bir değeri ifade eder.

İkinci basamak için hazırlanan sistemi, yani “Kamu Hastane Birlikleri Pilot Yasa Tasarısı”nı okuyun.

En başta parayı görürsünüz.

Tasarı hastaneleri kazandıkları para oranına göre; A, B,C, D ve E diye sınıflandırıyor…

Yeterince para kazanamayan hastaneler Sağlık Bakanlığına devrediliyor.

Karlılığı artan hastane C, B ya da A sınıfı oluyor.

Her ilde bu hastaneleri yönetecek birlik yönetim kurulları oluşturuyorlar.

Yönetim kurullarında; bir İşletmeci, bir iktisatçı, bir maliyeci, bir avukat, bir doktor ve birde tüccar var…

Hâlihazırda da hastaneler, getirilmesi düşünülen sisteme uyumlu çalıştırılıyor.

Tam bir işletme mantığı güdülüyor.

Adeta parça başı iş üzerinden para ödeniyor.

Yapılan işin niteliği değil niceliğine bakılıyor.

Kaç ameliyat yaptıysan o kadar ek ödemen artıyor.

Hele o işi mesai sonrası yaparsan daha fazla ücret deniyor.

Bir yanda hekimleri paragöz, bıçak parası isteyen kişiler olarak lanse eden bir propaganda yürütülüyor ama içte hekimlere daha çok kazanmanın yolları gösteriliyor.

Sağlık Bakanı her fırsatta “Muayeneleri kapatacağım.” diyor, ancak birinci basamağı tümden aile hekimliği adı altında ”aile hekimliği muayenelerine” teslim ediyor.

Bıçak parasını kaldıracağım derken, performansa dayalı ücret sistemi ile hekimlere yaptığı girişim başına puan, dolayısıyla da ücret veriyor.

Sonra bir hekim mesai bitimine kadar beklettiği sekiz hastayı tam kırk beş dakika da katarakt ameliyatı yapıyor.

Ve sekizi de kör oluyor hastaların...

Münferit bir olay mı?

Hiç sanmam…

İzmir’de yaşanan bu olay sistemin kör noktalarını haykırıyor yüzümüze.

Yaşamın içerisinde boy veren ve adeta özenle büyütülen kaktüsler gibi büyüyor bu kör noktalar ve büyüdükçe de gözlerimizi kör ediyor.

Yaşam boşluk affetmez.

Affetmiyor.

Sağlık deyince; ticaret, kar, hırs, kampanya, performans diyenlerin zararını toplum, körlük olarak üstleniyor.

Beş yıl önce bir özel hastane, bir annenin karnından ölü olarak çıkardığı yedi cenini hastanenin ismi yazılı bir bezin üzerinde basına teşhir ettiğinde görmeliydik bu kör noktaları…

2009 yılı Temmuz ayında sadece aile hekimliği olan 33 ilde başlatılan, 18–45 yaş arası kadınlara yönelik kızamıkçık aşı kampanyası sonucu kürtaj olmak zorunda kalan kadınlar anlatmalıydı bize durumun vahametini…

Bir buçuk ay önce Afyonda bir özel hastane gezici bir göz tarama ekibi kurarak köyleri gezip de katarakt ameliyatı kampanyası başlattığını söyleyerek yedi köylüyü kör ettiğinde dur demeliydik bu rezilliğe…

Diyemedik.

Paranın gözü kör olsun… diyoruz, ama para hırsı gözleri kör ediyor...

Geçen hafta İzmir’de bir göğüs hastanesinde, bir kamu hastanesinde kendine göz doktoru diploması verilmiş körleşmiş bir hekim, sekiz hastayı 45 dakikada katarakt ameliyatı yaparak bir rekora imza attı.

ÖSS sınavında çıkan bir iş, güç enerji problemini okur gibi okuduk gazete haberini…

Bir doktor sekiz hastayı 45 dakikada ameliyat ederse, 28 hastayı kaç dakikada kör eder?

Ancak yapılan iş gerçekti sekiz hastanın sekizi de kör oldu.

Sekizde sekiz körlük...

Tüm bu yaşananlar sağlıkta yaşanan zihniyet devrimi(!)nin sonucudur.

Sağlıkta yaşanan zihniyet devriminin adı ise; “Sağlıkta ticarettir.”

Daha çok özel hastanelerde yaşanan bu tür vakalar artık kamu hastanelerinde görülmeye başlanmıştır, arkası gelecektir.

Çünkü artık hastaneler birer işletme olarak görülmekte ve sağlık çalışanları, başta doktorlar olmak üzere, performansa dayalı ücret almaktadırlar.

Sağlık bakanlığı kırk beş dakikada sekiz katarakt ameliyatı yapan doktora sekiz ameliyattan elde edilecek puanı vermektedir.

Hele bu ameliyatları mesai sonrası yapıyorsa daha çok performans dolayısıyla da daha çok ücrete layık görmektedir rekortmen hekimi…

Sağlık Bakanlığı yapılan tedavinin kalitesi ile ilgilenmemektedir

Sağlık Bakanlığı, sayıya bakmakta, yapılan girişimleri saymaktadır.

İşin özü budur.

Bu bakış açısının sonucu etik değerleri ayaklar altına alınmış bir tıbbi yaklaşımdır. İşte bu yaklaşım yedi cansız cenini bir tepside reklâm malzemesi yapabiliyor.

Bu bakış açısının sonucu “Hastalık yoktur hasta vardır. Önce Zarar Verme.” gibi temel ilkelerin göz ardı edilebilmesidir. İşte bu yaklaşım onlarca kadını kürtaj olmak zorunda bırakabiliyor.

Bu bakış açısının sonucu özel hastaneler kampanyalar düzenleyebiliyor. İşte bu yaklaşım kamu hastanelerinde çalışan kimi doktorların, kırk beş dakikaya sekiz ameliyat sığdırabilmesine imkan tanıyor.

Kısacası bu bakış açısı, öldürüyor, zarar veriyor ve kör ediyor.

Sağlıcakla...

16 Ocak 2011 Pazar

Ambulanslar dert taşır


Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü 27 Aralık 2010 günü “Ambulansa refakatçi Alınmaması” konulu bir yazı yazmış.

Yazıda 112 Acil Sağlık Hizmeti sunan sağlık personelinin yaşadığı onlarca sıkıntıdan biri olan ambulansa refakatçi alınması konusu ele alınmış ve konuya oldukça radikal bir çözüm bulunmuş.

Ambulansa refakatçi alınmayacak...

Bir iki istisnası var elbet: Emzikli bebek ve küvöz içinde yeni doğan nakli dışında gerek hasta kabini gerek sürücü bölümünde hiçbir şekilde refakatçi alınmayacak, deniyor ve alınması durumunda başta ambulans personeli, ambulans servisi başhekimi ve sağlık il yöneticileri sorumlu olacak, diye ekleniyor.

112 çalışanları birçok sorunla boğuşuyor bu doğru...

Bunlardan biride, hasta yakınlarının, ambulansın hızından tutunda, hastaya nasıl müdahale edilmesi gerektiği konularına varıncaya kadar sağlık emekçilerine karışmaları, bu da doğru...

Hasta yakınları bazen o kadar ısrarcı oluyorlarki taleplerinde, sağlık personeli gerçekten çok zor bir durumda kalabiliyor.

Sorun doğru tespit edilmiş ama çözüm çok kaçamak, yani derde deva değil.

Hatta sağlık çalışanlarını oldukça zor durumda ve hasta yakınları ile karşı karşıya bırakan, yaşanması muhtemel kavgalara, saldırılara zemin hazırlayan bir yanı da var.

İşte bu yan göz önüne alındığında yazı, çözüm üretmekten uzak sorunu artıcı bir işlev üstleniyor.

Konuyu bize aktaran paramedik (Acil Tıp Teknikeri) arkadaş oldukça tepkili…

“Nasıl olacak diyor? Emzikli çocuğu aldım tamam, ya üç yaşındaki çocuğu naklederken ne yapacağım. Annesine hayır seni alamam nasıl denecek.

Peki o üç yaşındaki çocuğun anneden ayrılması nedeniyle yaşayacağı travma ne olacak? Yolda çocukta gelişebilecek bir sağlık sorununda kimin onayını alarak müdahale edeceğim? Yine bu çocukta oluşabilecek her türlü sağlık sorununda aile beni suçlamayacak mı?”

Devam ediyor; “Bir köye kalp krizi geçiren bir kişiyi almak üzere gittiğimde, hasta yakını yoksul kişiye nasıl; ayrı bir araçla gel, diyeceğim.

Hasta yakını böyle bir imkânı olmadığını söylediğinde onu orada bırakıp nasıl ayrılacağım?

Hasta yakını “Kızım/oğlum etme tutma, beni de al, param yok, başka araba tutamam, hastaneye gelemem, beni de al.” derse ne cevap vereceğim?

Daha geçenlerde bir vaka başında dakikalarca bunun tartışmasını yapmak zorunda kaldım.

Sadece bir refakatçi alabilirim dediğimde bile saldırıya uğrarken şimdi hiç kimseyi alamıyorum dediğimde üzerime yönelecek hasta yakınlarının tepkilerine nasıl direneceğim?

Sorular ardı ardına geliyor.

”Zaman zaman tutuklu ve mahkûm hastaların naklini yaptığımızda kolluk kuvvetlerinden bir kişiyi hasta bölümüne almak durumunda kalıyoruz, şimdi alamam mı diyeceğim?

Bazen kendine ve çevresine zarar veren saldırgan kişileri naklettiğimizde caydırıcı olsun diye bir polis memurunu refakatçi olarak bulunduruyoruz, almayacak mıyız?”

Bir ara yazıdan elde ettiği komik bir çıkarımı da söylemeden edemiyor: “Yazıda kaza riskinden bahsediyor ve hasta yakınlarının kaza geçiren ambulansta yer almasından kaynaklanacak tazminat vs gibi riskler gerekçe gösteriliyor.

Peki, 112 çalışanlarının kaza riski, saldırıya uğrama, silahla yaralanma, bıçaklanma, gasp, bulaşıcı hastalıklar gibi birçok riski olduğu bilindiği halde neden hala riskli birim katsayısından, erken emeklilik haklarından, yıpranma paylarından yararlanması sağlanmıyor?

Oysa bizler itfaiye çalışanları ve polislerin yaşaması muhtemel; silahla yaralanma, duman zehirlenmesi, saldırıya uğrama, gasp vb dışında birde bulaşıcı hastalık riski ile karşı karşıyayız.” diyor.

Sözün özü 112 çalışanları dertli, hemde çok.

Her gün kaza, yaralanma, gasp vb her türlü riskli işin içindeler ama Sağlık Bakanlığı onları riskli bölümler olarak değerlendirmiyor. Erken emeklilik hakkı tanımıyor.

Oluşabilecek bir ambulans kazasında, "Hasta yakınları ambulansta olmazsa eğer tazminat ödemek zorunda kalmam" diye düşünerek talimatlar yazıyor.

Ama o hasta yakınlarına “seni ambulansa alamam” diyecek olan sağlık emekçisinin yaşayacağı sıkıntıları göz ardı ediyor veya düşünemiyor.

Dert adamı söyletir derler, bu hafta onlar söyledi ben yazdım, umarım masa başında yazı yazan, genelge çıkaran, talimat yağdıran, aksi halde siz sorumlu olursunuz diyerek sorunları havale edenler,SESlerini duyarlar.

Sağlıcakla…

7 Ocak 2011 Cuma

Yol Bir Yere Gitmez O Bir Sulama Biçimidir

“gerdan sözcüğüne
bir kuyumcuda da rastlayabilirsin
bir kasapta da (1)”



Yine gençler yollarda, üniversite gençliği, ODTÜ lüler; Parasız, eşit, bilimsel ve anadilde eğitim için, sokaklarda…

Yollar yürümekle aşınmaz denmekten vazgeçilmiş ve yürüyemezsiniz, deniyor.

Yine panzer panzer suyla hatırlatılıyor gençlere; “yol bir yere gitmez/ o bir durma biçimidir(1)” diye…

Gençliğimize müdahale ediliyor ve ODTÜ lü gençler panzerlerden sıkılan sularla sırılsıklam…

Ve sırılsıklam geleceğimiz…

Oysa onlarda biliyorlardır “herkes o yolun taraftarı olmayabilir(1)” diye ve “ayak üstü bir akşamüstü/ her plansız ürperişin sonu/ hüsran/ ve hüsran(1)”… oluyor işte.
Ankara'nın soğuğuna inat; ıslaklığa, üşümeye inat, gençler direniyor.
Emniyet, adeta bir panzer suda boğmak istercesine sıkıyor sularını öğrencilerin üstüne üstüne.
İsteklerini demokratik kanalları kullanarak, kamuoyuna ve yetkililere iletmek istiyorlar. Bunun için pankartlar, dövizler yazmışlar, AKP genel merkezine yürüyecek, yolda sloganlar atarak taleplerini haykıracak ve muhtemelen bir basın açıklaması yapacaklar hepsi bu.
Olmaz deniyor, yasa dışı…
Yasa dışı denince aklıma Taksim'de 1 Mayıs tartışmalarında yaşananlar geliyor.
O günlerde ne diyordu İstanbul Valisi.
"Yasalarda belirlenen yerler var, oralar dışında 1 Mayıs kutlaması benzeri eylemlere izin veremeyiz. Yasa dışı…"
Ne oldu?
Baktılar işçiler Taksim konusunda kararlı, konu yasaların içinde görülmeye başlandı. (Hükümetin bu izni vermeden önce yasaları değiştirdiğini zannetmiyorum.)

Yasal olanla yasa dışı olan öyle geniş yorumlanıyor ki. Bazen on yargıç ve akademisyen on farklı yorum yapabiliyor, bir konunun yasallığı veya yasa dışılığı konusunda.

Taksim’i 1 Mayıs kutlamalarına kapatan ve açan hükümetin yasal veya yasa dışı algısı hangi duruma göre değişiyor diye sormak durumunda kalıyor insan.

Hangisi yasal; Taksimde 1 Mayıs’a izin vermeyen ve eylemcileri adeta gaza boğan, hızını alamayıp DİSK genel merkezine, hastane acil servisine gaz bombası atan tavır mı yoksa Taksime izin(!) veren mi?

***

ODTÜ nün önüne kurmuşlar panzerleri ve öğrencilere hayır diyorlar, “yasal değil”…
Normal zamanda oldukça basit bir şekilde ODTÜ’den yürüyebilen öğrenciler konu AKP genel merkezine yürümek olunca, yasa dışı…

En insani ve doğal bir hak olan “Parasız, eşit, bilimsel, anadilde eğitim” hakkı isteyen öğrencilerin bu taleplerini ifade etmek için iktidar partisinin genel merkezine yürümeleri yasa dışı ise, yasal olan nedir?

Yasal olan hiçbir talepte bulunmayan, ne denirse kabul eden, tabi olan, kul olan bir üniversite gençliğimidir?

Öğrenciler en doğal, en meşru, en insani taleplerini; en güzel, en barışçıl yine en insani bir yöntemle, yürüyüş ve basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurmak için düşmüşler yollara…

Ama gelin görün ki karşılarında en sulu şakaları ile polisler…

Bu yol bir yere gitmez diyorlar, gidemezsiniz, konu AKP genel merkezi olunca, gitmek değil durmaktır asıl olan…

“yol bir yere gitmez/ o bir durma biçimidir” (1) i tekrar tekrar hatırlatıyorlar hem gençlere hem hepimize…

Sağlıcakla…


(1) Yılmaz Erdoğan

1 Ocak 2011 Cumartesi

Madem ki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid*


Asgari ücret oranları bildiğimiz senaryonun tekrar sahneye konması neticesinde belli oldu.

Türk-İş'in terk ettiği toplantıda hükümet ve işveren temsilcilerinin oyları ile asgari ücret artış oranları belirlendi.

2011 yılı asgari ücreti altı yüz yirmi dokuz lira doksan altı kuruş.

Yani dedemin deyişi ile altı yüz otuz liradan dört kuruş noksan.

Noksan ne demek diyen kızıma açıklıyorum; eksik demek kızım diyorum.

İnsanca yaşayamamak demek…

Karın tokluğuna yıllarca çalışıp bir şey olamamak...

Düğününden bir gün önce işte olup düğünden iki gün sonra işe dönmek demek…

Her türlü lüksü, şatafatı, zenginliği dizilerde ağzın açık izlemek demek…

Hep noksan kalmak…

Yetememek, öyle ki dört kuruş falan değil yoksulluk sınırının üç bin lira olduğu düşünülürse tam iki bin üç yüz yetmiş lira dört kuruş eksiklenmek demek.

Eksikliğinin iflah olmaması, dikiş tutmaması demek…

Sahipsiz olmak, mecbur olmak, yapacak bir şey yok olmak…

* * *


Asgari ücret tespit komisyonu toplantısı yapıldığı sırada bir grup Dev Sağlık İş üyesi taşeron asgari ücretli işçi toplantının yapıldığı binaya girmek istedi. Kapıda asgari ücretli taşeron özel güvenlik işçileri vardı.

İçeri giremediler.

Uzun uzun tartıştılar. Bir ara taşeron işçilerden biri; Kardeşim sizde asgari ücretle çalışıyorsunuz bizde, bırakın girelim, içerde benim ve senin alacağımız ücrete karar veriliyor, bırakın girelim dedi.

Giremedi…

Anlatamadı kendisinin ve engelleyen özel güvenlikçinin neden eksik kaldığını…

Hayır dendi. Emir, asgari ücretin çok çok üstünde ücret alan birinden… İzin veremeyiz.

* * *


Dev Sağlık İş üyesi taşeron asgari ücretli işçi aniden eğilip önündeki bariyerin altından içeri girdi ve asgari ücretli taşeron özel güvenlik işçiler ile itişmeye başladı.

Ve şöyle dedi; “Yapacak bir şey yok gireceğiz.”

Yapacakları bir şey vardı onu yaptılar. Barikatı zorladılar ve asgari ücretli taşeron özel güvenlik işçilerinin arkasında bekleyen polis tarafından gözaltına alındılar.

* * *


Onlar gözaltındayken asgari ücret belli oldu.

Altı yüz yirmi dokuz lira doksan altı kuruş, altı yüz otuz liradan dört kuruş noksan.

Açlık sınırından yüz doksan altı lira dört kuruş daha az, daha eksik…

Aç, açık olandan yüz doksan altı lira dört kuruş daha fazla açık bırakan bir asgari ücret.

Yoksulluktan çıkmak için gereken miktardan iki bin üç yüz yetmiş lira dört kuruş daha ayıp bir asgari ücret.

* * *


Asgari ücret tespit komisyonu, Türk-İş'in dostlar alışverişte görsün hesabı toplantıyı terkinden sonra, Dev Sağlık İş üyesi işçilerin gözaltına alınmasının akabinde belirledi bu rakamı.

İçlerinde bir tane bile asgari ücretli olmayan komisyon belirledi bu noksan rakamı.

Noksan ne demek diyen kızıma; eksiklik nedir, açlık nedir, yoksulluk ne berbat bir şeydir bilmeyenlerin bir komisyon oluşturarak belirlediği asgari ücrettir dedim.

2011 yılı asgari ücreti noksanı noksanına altı yüz yirmi dokuz lira doksan altı kuruş.

2011 yılı açlık sınırı sekiz yüz yirmi altı lira.

2011 yılı yoksulluk sınırı üç bin lira.

Sevda ne yana düşer usta, zulüm ne yana, ayıp ne yana…

Sağlıcakla…

(*) Şeyh Bedrettin Destanı

31.12.2010