24 Eylül 2013 Salı

Akıl uçuklatan önerisi ve Sağlık Sen.

 “Sağlık çalışanlarına şiddet uygulayanlar belli bir süre(altı ay) sağlık hizmetlerinden parayla yararlansınlar.” Bu öneri Sağlık Sen’den geldi.
Ne dâhiyane bir buluş, değil mi? Sanki akşam istişareye yatmış ve bu çözümü bulmuşlar. Adeta akıl uçuklatıyorlar. Akıl uçuklatmak deyimini kullanıyorum bu öneri için. Çünkü başka türlü; ne bilimle, ne akılla nede sağlık hizmet sunumunun felsefesi ile alakası olmayan bu öneriye nasıl yaklaşabiliriz?
Kendisine; sağlık ve sosyal hizmet iş kolunun en büyük(!) sendikasıyım diyen, her fırsatta yine kendisine; hangi desteklerle sahip oldukları tartışmalı olan, bir yetkili sendika rolü biçen bir kurum, ölçmüş biçmiş ve bu öneri ile kamuoyu önüne çıkmış.
Sağlık Sen’in bu önerisi, konuyu bilenler için, tek kelime ile vahim.  
Şimdi Sağlık Sen’in önerisi neden vahim onu açıklamaya çalışayım.
Sağlıkta şiddet, bir olgu ise öncelikle bu olgunun ne olduğunu tespit etmek gerekir. Burada dikkat etmemiz gereken birinci husus: sağlıkçıya şiddet değil, sağlıkta şiddettir.
Yani her ne kadar sağlıkta şiddet, sağlık emekçisine uygulanan şiddet diye görünür olsa da, sağlık alanında uygulanan şiddetin; hastadan hastaya, hastadan sağlıkçıya, sağlıkçıdan hastaya, hasta yakınından sağlıkçıya, hasta yakınından hastaya vs. olabileceği de açıktır.Demek ki sağlık hizmet sunumu içerisinde meydana gelen her türlü şiddet bu olguya dâhildir diyebiliriz.
Bir ikincisi şiddetin tanımlanması konusudur.
Yani şiddet türleri; Sözlü şiddet, fiili şiddet, ekonomik şiddet vs. O zaman bir hasta veya hasta yakının sağlık emekçisine uyguladığı şiddet dediğimizde sadece yumruk atılması ya da saçının çekilmesi anlaşılmamalı.
Üçüncü husus ise; sağlıkta şiddetin boyutlarının tespit edilmesi: Yani sağlıkta şiddet dediğimiz olgu, dünyada nasıl, ülkemizde nasıl, ülkemizde; kır-kent arasında durum nedir, bölgeler arasında fark var mı, gelir düzeylerinin sağlıkta şiddete etkileri nelerdir, sağlıkta şiddetin eğitimle ilişkisi nedir vs.
Tüm bunları tespit ettikten, sağlıkta şiddete etki eden faktörleri tek tek belirledikten sonra oturursun ve çözüm yollarını tartışırsın.
Fakat bunların hiç birini yapmaz ve akşam yattım, sabah kalktım al sana öneri dersen, sana gülerler. Yani öneri komik…
Bakın önerinin komik olduğunu anlatmak için bir iki veri paylaşalım. Ne diyorlar, sağlıkçıya şiddet uygulayanlar sağlık hizmetin bir süre paralı alsınlar. Oysa sağlık emekçisine şiddeti çoğunlukla hastalar değil, hasta yakınları uyguluyor. Hastaya, senin yakının rahat durmadı sana sağlık hizmeti sunmayacağız mı diyeceksin?
Peki, bu sendika; sağlık emekçisine şiddetin en çok acillerde gerçekleştiğinden haberdar mı? Ve acil hizmetlerinin zaten parasız olduğundan?
Kaldı ki parası olanın şiddeti meşru mu? Yani özel hastaneden hizmet alan ve bunun karşılığında para ödeyenlerin şiddeti ne olacak?
Bakın tüm bunların konuşulduğu bir toplantı geçenlerde Ankara’da yapıldı. Toplantının adı da: Sağlıkta şiddete karşı tek yürek…
Sağlık alanında örgütlü; sendika, dernek, oda vs. tam 17 örgütün katıldığı bir toplantı bu. Toplantıda Sağlık Sen var mı? Yok…
Sağlıcakla…


17 Eylül 2013 Salı

Eğitimde Çitozcu Yaklaşım.

—Anne... Şey alabilir miyiz? Çitoz?
—Alamayız... Yanımda ne çantam var ne cüzdanım.
—Dondurma?
—Hayır, dondurma da alamayız... Dedim ya yanımda para yok...
—Çikolata?
—…
—Puf?
—…
—Kola?
—Çocuğum, yanımda para yok dedim ya!
—Sakız?
***
Altı yaşında bir çocuk ve annesi arasında geçen bu konuşmalara tesadüfen şahit oldum. Bu çocuk geçen yıl doğmuş olsaydı şuan, 4+4+4 adı verilen eğitim siteminin mağduru olarak okulda olacaktı.
***
Geçen yıl, Eğitim Sen'in ve eğitim bilimcilerin tüm uyarılarına rağmen, okula gönderilmeleri bizzat başbakan tarafından istenen, 67–72 ay arası çocuklardan bahsediyorum. 
Geçen yıl kızını tamda bu nedenle okula göndermek zorunda olan bir anneye sordum; şimdiki aklım olsaydı göndermezdim, dedi.
***
Bir ülke düşünün her yıl eğitim sistemi sil baştan… Kapanacak denilen dershanelere daha da muhtaç hale geliyoruz her geçen yıl. Sınav kalkacak deniyor, birken üçe; üçken elliye çıkıyor.
Bir sene önce üniversiteye hazırlanan çocuklar ve aileler rapor alabilmek için ter dökerken, bir sene sonra veli izni yeterli deniyor. Sonraki sene yine rapor, sonra yine veli izni...
Bir sene 66–67 aylık çocuklarını okula göndermek zorunlu, bir sene sonra veli isteği deniyor.     
Eğitim tam bir yazboz tahtası...
***
66–72 aylık çocukların durumuna ilişkin, geçen yıl birinci sınıfları okutmuş bir öğretmene sordum. 
—Bende bu durumda dört çocuk vardı. Tuvalet ihtiyacını dahi gideremiyorlardı. Tuvalete gönderdiğimde çoğunlukla üstleri başları ıslak dönüyorlardı. Velisini arayıp durumu izah etmem gerekiyordu. Veli gelene kadar çocuğun yaşadığı eziklik anlatılamaz. Söz almadan konuşan, kural tanımayan… Sonuçta bunlar ana sınıfı çocukları ve biz bu yaşta çocuklara nasıl yaklaşmamız gerektiği ile ilgili eğitim de almadık. Kaldı ki sorun sadece küçük çocuklar değil ki; biz bu çocuklarla ilgilenirken ders işlenemiyor ve diğerleri bekliyorlardı.
***
MEB bu sene çocukları gönderip göndermeme kararını veliye bırakmış.
Ne oluyor?
Bu çocuklara yazık oluyor. Bakın Manisa merkezde bir okul(fazla da olabilir, ben sadece birinden haberdarım) bütün bu 67–72 aylık çocukları tek sınıfta toplamış. Ana sınıfı çağında yirmi yedi çocuk ve hepsi bir sınıfta. Sizce bu sınıfta eğitim-öğretim olabilir mi? 
Ben, her şeye rağmen; tüm öğretmen, öğrenci ve velilerin 2013–2014 eğitim, öğretim yılını kutlarım.
Sağlıcakla...

12 Eylül 2013 Perşembe

560 Yataklı Hastane Manisa İçin Müjde Mi?

Yazarı olduğum Manşet Gazetesi manşetten vermiş, büyük büyük puntolarla yazmış. "Sağlıkta Manisa'nın Mutlu Günü…" diye.
Ne için mutlu olmalıyız?
İlimiz güzide bir devlet hastanesine kavuşacak. 
Öyle ya 560 yataklı bir hastane…
Böyle bakarsanız, evet mutlu olmalıyız. 
***
Gerçekten öyle mi?
Hayır, hastane devlet hastanesi olmayacak.
Kamu- özel ortaklığı modeli dediğimiz bir modelle yapılacak, yani devlet burada kiracı olacak.
Olsun biz yine de mutlu olalım, diyebiliriz.
En azından ilimizdeki yatak sayısı 560 daha artacak.
***
Artacak mı?
Hayır, artmayacak.
Bu proje tamamlandığında mevcut hastanelerin 560 yatağı kapatılacak.
Hadi… İşler karışıyor…
Ne yapsak da mutlu olacak bişey bulsak?
***
En sonda söylemem gerekeni en başta söyleyeyim: Bu haliyle 560 yataklı hastane Manisa için iyi bir haber değil. 
Neden?
Bahse konu hastane, deminde yazdım,  kamu-özel ortaklığı modeli ile yapılıyor. 
Bu çok kötü… Bakın sağlık örgütleri bunu “Beş yıldızlı soygun” diye adlandırıyor.http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/ozellestirme-3502.html
***
Neden?
Devlet kendisine ait bir arsa üzerine kendi imkânları ile yapacağı bir hastaneyi iki bilemedin üçe mal edebilecekken, bunu yapmıyor ve çok uluslu bir şirkete devrediyor. 
Bu şirkete diyor ki; sen burayı yap, ben sana yirmi beş yıl kira ödemek koşulu ile burayı senden devralacağım. 
***
Evet, yanlış okumadınız…
2–3 yılda ödeyeceğiniz kira bedeli ile yaptıracağınız bir yere, yirmi beş yıl kira ödeyeceksiniz.
Bu kadar mı?
Hayır...
Dahası var. 
Bu şirkete diyorsunuz ki; Sana yirmi beş yıl kira öderim, üstelik "çekirdek sağlık hizmeti" dışındaki bütün iş ve işletmeleri de (otel, restoran, güvenlik, yemekhane)  sana bedelsiz olarak devrederim. 
Yetmez...
Bu alanda yapacağın ticari faaliyetlerinden vergi almayacağım. 
Birde bu hastanenin % 70 yatak doluluk oranında para kazanacağına da garanti veririm. 
Bu şu demek hastaneye hasta gitmese de devlet parayı bu şirkete ö–d-e-y-e-c-e-k…
***
Tüm bu imtiyazlara rağmen zarar ettim dersen zararını da hazineden karşılarım.
İşte böyle…
Son olarak geçen yıl basına yansıyan bir haberdende bahsedeyim ve yazıyı toparlayalım.
15 Aralık 2012 günü HaberTürk de yer aldı bu haber. Merak eden açıp okuyabilir, internette var.  Haberin özeti şu; dönemin sağlık bakanı ile halen bakan olan çalışma bakanı bu modelle ilgili bir ihtilafa düşüyorlar ve Faruk çelik şöyle diyor.
"Oluşacak borcu, torunlarımız bile ödeyemez."http://ekonomi.haberturk.com/ekonomi/haber/803543-torunlarimiz-bile-odeyemez
***
Sağlık bakanı bir sistem öneriyor ve çalışma bakanı, aynı hükümetteler, diyor ki, bu çok pahalı, aleyhimize bir durum yaratır ve bu sistem nedeniyle oluşacak borcu torunlarımız bile ödeyemez.
İşte Manisa’nın Mutlu olması istenen haber/müjde budur.
Varın gayrısını siz düşünün…
Sağlıcakla

Nasıl bir belediye?

Yerel seçimler yaklaşıyor. 
Bunu nereden anlıyoruz?
Aday adaylarının her geçen gün çoğalmasından…
Aslında biz bu seçimlere, bir çeşit, zenginlerin seçilme yarışıdır da diyebiliriz.
Peki, bunu nereden anlıyoruz?
Çok basit, aday adaylarının hepsi zenginde ondan…
Geçen yazıda yazmıştım.  Aday adaylarının hiç biri asgari ücretli, memur, işçi, ev kadını (hatta kadın), özürlü veya işsiz biri değil.
Neden?
Çünkü fırsat eşitliği yok.
Fırsat eşitliği olmayan yerde en başta eşitlik olmaz. Eşitlik yoksa adalet yok demektir. Adaletin olmadığı yer meşru olamaz.
Demek ki bizdeki haliyle uygulanan seçim siteminin en büyük handikabı meşruiyet sorunudur.
Bu meşruiyet konusunu da bir başka yazıya havale ederek gelelim geçen yazıdan bahsedeceğimi duyurduğum,  nasıl bir belediye sorusuna…
...
Efendim bence bir belediyenin en başta, vazgeçilmez ve ertelenemez ilkeleri olmalı.
Bunları beş madde ile ele alacak olursak.
1.   Öncelikle belediyenin çevreye saygısı olmalı.  Çevreye saygılı olmayan bir belediye, doğanın bu kadar kirletildiği, şehirlerin adeta beton yığınına döndüğü bir ortamda hiçbir şeyi başaramaz.
2.   Belediye katılımcılığı esas almalı. Bunun mekanizmaları yaratılmalı ve atılacak her adımda yurttaşın bilgisine, fikrine başvurulmalı. Bu mekanizmalar; mahalle meclisleri, kent konseyleri vs. adına ne dersek diyelim ama gerçek anlamda işlerliği olan kurumlar olmalı.
3.   Belediye farklılıklara saygılı olmalı. Hizmet ederken; sağcı, solcu; şu ırktan, bu ırktan; şu mezhepten, bu mezhepten; cinsel tercihi şu veya bu dememeli, hizmeti tüm yurttaşlara eşit ulaşacak şekilde ikame edebilmeli.
4.   Belediye sadakacı değil, dayanışmacı olmalı. Kişinin sorununa eğilip, gerçekçi çözümler üretebilmeli. Yurttaşlara sadaka değil hakkını vermeli.  Kömür, makarna dağıtmamalı. İhtiyacı olana onu rencide etmeden, boynunu bükmeden, reklam malzemesi etmeden; şu partiye üye olacaksın, şu görüşe yakın duracaksın şartı koşmadan ulaşabilmeli belediye.
5.   Belediye Kamucu olmalı. Şirketlerin değil halkın olmalı. A firması para kazansın diye çalışanları taşeron şirketlere emanet etmemeli. Belediyenin arsa ve taşınmazlarını, ona buna; eşe, dosta dağıtılacak bayram şekeri gibi görmemeli. Halk için, halkın yararına kullanmalı.
Şimdi diyeceksiniz ki bu mevcut adaylarla bu mümkün mü?
Cevabı siz verin…
Sağlıcakla…

3 Eylül 2013 Salı

Seçimlik Büyük Manisa…

Yerel seçimler yaklaşıyor. Aday adayları da arz-ı endam etmeye başladılar bile. Hem de öyle böyle değil harıl harıl çalışıyorlar. Ben daha iyi yaparım belediye başkanlığını mesajını yaygınlaştırmak dertleri. Mevcut seçme seçilme pratiği içerisinde anlaşılabilir bir çaba.  
Medya mensupları da işin peşinde… Kim hangi partiden aday olacak? Kim kime yakın? İstiyorlar ki ilk onlar duysun, aday isimlerini… İlk onlar haber yapsınlar… Herkes onlardan açıp okusun kimin hangi partiden aday olacağını. Medyanın tavrı da aynı mantık içerisinde değerlendirildiğinde kabul edilebilir geliyor.
***
Ben kendi adıma kimin hangi partiden aday olacağından ziyade ortaya çıkan tabloyu incelemek istiyorum.
İsimleri aday adaylıklarında geçenlerin içerisinde tek bir asgari ücretli çalışan yok. Tek bir ev kadını yok. (Hatta kadın bile yok.) Tek bir özürlü yok. İşsiz yok. Memur yok. Emekli yok.
Kim var?
Müteahhitler, işadamları, zengin siyasetçiler, eski yeni vekiller…
***
Yoksullar, işçiler, emekçiler, kadınlar, özürlüler, emekliler bu şehri yönetmeye aday olmaya bile cesaret edemiyorlar.
Neden?
Çünkü hepsinin aklı başında da ondan…
Biliyorlar ki, bir partiden aday adayı olmak en başta para işi, nüfus işi. Bir bakıyorlar aday adaylarının harcadıkları paralar onların asla bir arada göremeyecekleri meblağlara ulaşıyor.
***
Soruyu birde şöyle soralım. Toplumun çok büyük bir kısmının (%99) seçilmekten yana umudu olmayınca ne olur?
Seçimler iki alanlı bir tiyatro oyununa döner. İşin bir kulisi vardır birde sahnesi…
Kuliste canı sıkkın, suratı asık oyuncu; sahneye çıktığında rolünün gereği çok mutlu gibi davranabilir, güler oynar. 
İşte burada da bir tarafta kanunen seçilmeye hakkı olup, aday olmaya bile cesaret edemeyen % 99, diğer tarafta neredeyse bütün siyaset kanallarını kendisinin seçilmesi için araç olarak gören ayrıcalıklı, para ve nüfus sahibi inmsanlar... 
Bu insanlar hangi partide, herhangi bir basamakta görev alırlarsa alsınlar, bir bakıyorsunuz ilk seçimlerde (belediye veya milletvekilliği) hop aday adayı olurlar.
Seçen ayrı seçilen ayrı…
***
Böyle bir seçim sistemi ile yola devam edilbilir mi? Devam edilirse her zaman olan olur, bir takım para sahibi, nüfus sahibi insanlar seçimler geçene kadar belli vaatlerde bulunurlar ki o vaatlerin çoğu da bu toplum kesimlerinin gerçek sorunlarından uzaktır. Uzak olmayanlar da seçim sonrası unutulur gider.
Şimdi şu aday adaylığı toz dumanından pek vaatlere sıra gelmedi. Malum önce partilerini ikna etmeleri gerekiyor. Sonra başlayacaklar; Teleferik, İzmir’i Gölgede Bırakan Manisa, Değişim, Dönüşüm, Kopuşum, Halk İçin, Şunun İçin, Bunun İçin, Sen Bize Lazımsın Manisa, Hayde Manisa, Hoyde Manisa, Aslansın Manisa...
***
Sonra bir bakacaksınız seçimler geçmiş yeni şehri emin A,B,C partisinden seçilmiş, çiçekler alınmış, tebrik kuyruğuna girilmiş bile. Bakın şimdiden açıklıyorum, o tebrik kuyruğunda elinde çiçekle bekleyen tek bir asgari ücretli, işsiz, ev kadını, özürlü olmayacak. Varsa yoksa müteahhit, işadamı, kaldırım taşı imalatçısı, peyzajcı vs.
***
Ben seçimlerin bu bakış açısı ile en azından halka bir yarar sağlayacağına inanmıyorum. Öncelikle aday adaylarının kim olduğundan önce partiler çıkıp nasıl bir belediyecilik anlayışına sahip olduklarını açıklamaları gerekir.
Bu konudaki görüşlerimi haftaya “Nasıl bir belediyecilik.” Başlıklı yazımda paylaşacağım.
Bu hafta için Nasrettin Hocanın meşhur; bana damdan düşen birini bulun deyişi ile ilgili bir örnek vererek yazıyı bağlamak istiyorum.
***
Mevcut belediye başkanı dahil, bütün belediye başkan aday adaylarına çağrımdır. Bir tekerlekli sandalyeye binip bu şehirde dolaşmaya kalksınlar. Örneğin cemiyetin oradaki üst geçitten, yolun karşısına o tekerlekli sandalye ile geçmeye çalışsınlar.
Geçebilirler mi?
Geçemezler. 
Peki, neden o üst geçidin bu halinden haberdar değiller? Çünkü damdan düşmediler. Çünkü onlar arabaları ile gittiler gidecekleri yere… O üst geçitten her gün geçmek zorunda olan bir özürlü (tekerlekli sandalye kullanan) bu aday adaylarından birinin teleferik projesini duyduğunda vereceği tepki: Yahu ne teleferiği ben daha cemiyetin oradan karşıya geçemiyorum.
Sağlıcakla…