23 Aralık 2014 Salı

Hemşire ve Ebelerin yüz yıllık ihaneti…

BBC’nin hazırladığı Büyük Dünya Tarihi belgeselini izlemenizi öneririm. 70 bin yıllık insanlık tarihinin küçük bir özetine kolayca ulaşırsınız bu sekiz bölümlük belgeselde.
Ustaca kurgularla, önemli olaylardan bahsedilir; dinlerin doğuşu, bilimsel gelişmeler, fetihler, ölümler, tesadüfler, kazalar, pişmanlıklar…
İnsanlık tarihinde iz bırakmış bilim insanları, imparatorlar, mühendisler, astronotlar ve bir de hemşire…
Hemşire Margaret Sanger.
Yıl 1914 belgesel yönetmeninin kadrajına bir kadın girer. Kadının sağ, sol ve profilden fotoğrafı çekilmektedir. Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bu sahne bir tutuklanmayı düşündürür bize.
Hemşire Margaret Sanger’in tutuklanma anıdır canlandırılan.
Bundan yüzyıl önce ABD’li bir hemşirenin tutuklanmasının, baskı görmesinin nedeni ise; kadınların ailesini planlama hakkı olduğunu düşünmesi ve bu düşüncesini yaymak için çalışma yapması, mücadele yürütmesi…
Amerikalı bu hemşirenin aile planlaması ile ilgili fikirleri ve mücadelesi insanlık tarihine yön veren olaylar arasında kabul edilmiştir.
Öyledir de.
Çünkü Sanger’i bu çalışmaya iten basit gerekçeler; basit ama oldukça acı yaşanmışlıklar vardır.
Yoksulluk,  gelir adaletsizliği, çaresizlik gibi… O dönemin ABD’sinde insanlar küçücük apartman dairelerinde oldukça yoksul bir yaşam sürmektedirler ve her doğan çocuk bu yoksulluğun kat be kat artması demekti.
O günün yöneticilerinin, sermaye sahiplerinin de ucuz ve yedek işgücüne ihtiyaçları vardı, o nedenle olsa gerek böyle bir fikri çok tehlikeli buluyorlardı. Bugünkünden tek farkı “ihanet” diye algılayacak kadar dönmemişti gözleri.  
Hemşire Sanger fikirlerini anlatmak için dergi, broşür çıkarır ve diğer kadınlara posta yoluyla bu broşür ve dergileri ulaştırmaya çalışır. Bu nedenle tutuklanır, yargılanır ve hapse atılır.  
Bundan yüz yıl önce hemşire Sanger’i doğum kontrolünü savunduğu için yargılayanlar, çok kısa bir süre sonra bir gerçeği fark ederler.
Kadınlar ister yasal, ister yasadışı yöntemlerle olsun doğum kontrolünü zaten yapıyorlar ve doğum kontrolü engellenemiyor. Kadınlar, yaşamlarını tehlikeye atarak, kendilerini düşük yapmaya zorluyor ya da kürtaj yapan kimi “kasap”lara kendilerini emanet etmek zorunda kalıyorlar.
Birçok kadının sırf doğum kontrolü yöntemleri yasak diye ölüyor olması, Avrupa da doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşması,  o dönemin ABD’li yargıçlarına bişey öğretti; isteseler de doğum kontrol yöntemlerini yasaklayamazlardı.
Çünkü yaşamın basit kuralları vardır, bunlardan biri Victor Hugo’nun şu sözünde hayat bulur: “Zamanı gelmiş bir fikrin karşısına dikilme gücüne hiçbir ordu sahip değildir.”
Nitekim öyle oldu, bir hemşirenin karşısında duramadılar; kliniğini bastılar, tutukladılar, baskı yaptılar ama sonuç değişmedi. Çünkü milyonlarca kadın, doğum kontrol hakkının olduğunu düşünüyordu.
Hemşire Sanger’in bütün bu baskılara göğüs germesine sebep mesleki ve insani duyarlılığı neticesinde yapılan bilimsel çalışmalar “doğum kontrol haplarını” üretti. Tam yüz yıllık bir çaba ile bu hak kadın mücadelesi tarihinde yerini aldı.
Bundan birkaç yıl önce “Her kürtaj bir Uludere’dir.” denilerek çıkışı yapılan konu, belli ki ihtiyaç hâsıl oldu, tekrar gündeme alınıyor. Hemde yıllardır, sağlık emekçilerince fedakârca yürütülen bir kamu hizmeti olan aile planlamasına “hainlik” sıfatı eklenerek.  
Oysa bir kadının en doğal ve tartışmasız hakkıdır ailesini planlama hakkı.
Bunu yüz yıllık kadın mücadelesinden biliyoruz. Bunu en temel insan hakkı belgelerinden, Hemşire Margaret Sanger’in şahsında bütün Hemşire ve Ebelerin verdikleri mesleki etik mücadelesinden alıyoruz.
Sorum size; aile planlaması hakkı yasaklanabilir mi?
Sağlıcakla…


2 Aralık 2014 Salı

Öğretmenin hayali…

—Hayalinizdeki meslek nedir?” diye sordu öğretmen.  
—Hâkim, dedi bir öğrenci.
—Adalet mi var bu ülkede?
—Yazar.
—Aç kalırsın.
—Bilim insanı.
—Sence üniversitelerinde bilim mi yapılıyor bu ülkenin?
—Doktor.
—Güldü, öğretmen. Kafasını salladı, olmadı anlamında.
—Öğretmen, dedi bir öğrenci. Öğretmen.
Kısa bir suskunluktan sonra cevap verdi öğretmen.
—Atanamazsın. Yıllarca atanmak için KPSS dershanelerine gider gelirsin.
İlkokulu zor bitirmiş komşun, senin kız da bişey olamadı be, der babana.
Tutar Sultan Ahmetteki güvercinlere benzetirler seni.
Vazgeçersin, KPSS hayalinden.
Bir işe gireyim dersin.
Bir özel dershanede altı gün boyunca üç kuruşa ders vermek zorunda kalırsın. İki dakika teneffüs yaptırmazlar sana. Lavaboda kapıyı tık tıklar dershane müdürü “Hocanım ders zili çaldı.”
Olmaz buda yürümez, boş ver ne dediklerini herkesin der, tekrar hazırlanırsın KPSS’ye.
Ve gün geldi atandın diyelim.
En ücra yere verirler seni.
Kalacak yerin var mı, okulun durumu nedir kimse sormaz.
Eyvallah dersin.
Sabah açarsın okulu ve beklersin.  
Bir bakarsın öğrencinin okula gelmesi için sadece okul ve öğretmenin olması yetmez.
Defter ister, kalem ister, silgi ister.
En önemlisi de ailenin öğrenciyi okula göndermek istemesi gerekir.
Beklersin, olmadı gider ev ev dolaşır öğrenci toplarsın.
Yokluk nedir, imkansızlık nedir orda görür, anlarsın.
Olsun dersin aşarız.
El ele verirsin köylü ile okulu onarır, çocuklarına kavuştum dersin.
Bu sefer toplumsal ön yargılar dikilir karşına.
Senin öğrettiğine evde ağabeyi küfreder, çocuğun.
Amcası seninde duyabileceğin tonda dalga geçer; “Matematik mi, ne işe yarar ki? Fen oda ne?”
Yutkunursun, eyvallah dersin.
Mücadele edersin.
Sonra puan verirler sana ve batıya tayin isteme hakkı.
Tayinin çıkar.
Çalışmış emek vermiş ve alnının teriyle gelmişsindir.
Hayaller kurarsın, emek vermiş ve başarmış olmanın haklı hayalleri.
Ama öyle olmaz işte. Batıda da en ücra köyden başlatırlar seni…
Sıfırdan.
Anlarsın ki aynı film burada da kapalı gişe oynamaktadır.
Başrollerde imkânsızlıklar ve toplumsal önyargılar.  
Yazan yöneten aynı…
Olsun dersin buda geçer.
Ömür geçer yıllar geçer bi tayin, bi tayin daha gelirsin il merkezine.
Merkez derken o kadar da merkez değil.
Kiminde norm fazlası olursun, sabah akşam başka okula verilme korkusu ile derslere girer çıkarsın.
Kiminde ise; kapısı penceresi kırık bir okulda para toplaması beklenen bir tahsildar yada güvenlik görevlisi okul bahçesinde.
Her gün gazetelerde siyasilerden beyanatlar okursun. “Öğretmenler tembel.” der biri. Bir diğeri “Yılda üç ay tatil mi olur?” der.  
Sabır çekersin, sabır.   
Sonra merkezi bir okula gelirsin son bir hamleyle.
E dersin, on beş yılın emeği, kolay olmadı.
“Yıllarım geçti ama değdi doğrusu, en azından belli imkânlara kavuştum, bak en merkezi okulda öğretmenim şimdi.”
Bi sabah uyanırsın ki hiç öyle değilmiş bu filmin sonu, rotasyona tabi tutacaklarmış seni.
Sanki hiç köy okulu, ücra yer, imkânsızlık, yokluk görmemişsin gibi.
Sağlıcakla…



25 Kasım 2014 Salı

112 Düellosu...

Hiç düşündünüz mü, 112 çalışanları ölünce ne olur, diye?
Ben söyleyeyim.
Hiç...
Hiçbir şey olmazlar.
Çok olsa bir duyarlı arkadaşları fotoğraflarının renkli bir fotokopisini çektirir ve istasyonun duyuru panosuna asar bir süre.
O kadar…
O fotoğraf sararıncaya, yıpranıncaya kadar kalır o panoda…
Sonra?
Sonrası…
Başka da bişey olmaz…
***
Geçen sene İstanbul’da bir kazaya müdahale eden polis ve 112 ekibine bir taksi çarpıyor ve iki kişi yaşamını yitiriyor.
Gazeteler şöyle yazıyorlar.
“Bir polis şehit oldu, bir ambulans şoförü öldü.”
Düşünün bir kaza oluyor kazaya müdahale eden iki kamu görevlisi aynı iş üzerinde mesleki yetki ve becerileri neyse onu ortaya koyuyorlar ve ölüyorlar.
Ama bir farkla, biri şehit oluyor ve devlet töreni ile son yolculuğuna uğurlanıyor, il emniyet müdürü dâhil devlet erkânı bulunuyor resmi törende…
112 çalışanını ise ailesi ve iş arkadaşları defnediyor; sessizce…
***
Bir trafik kazası olsa, olay yerine kimler gider?
Polis, itfaiye, gazeteci…
Başka?
Birde 112 çalışanları gider.
İçlerinden birisi “yıpranma payı”ndan yararlanmaz…
Kim?
112 Çalışanları…
***
Geçenlerde, daha bir ay olmadı, 22 yaşında gencecik bir 112 çalışanı daha veda etti yaşama, bir ambulans kazasında…
Adı Hatice…
Ne oldu dersiniz?
Hiç…
Hiçbir şey olmadı…
Cenaze namazını babası kıldırdı…
İş arkadaşları renkli fotokopi bir fotoğrafını astılar istasyonun duyuru panosuna, iki yıl önce ölen Murteza ağabeyinin yanına…
Şimdi o panoda Murteza ve Hatice üzerlerinde gururla taşıdıkları 112 yelekleri ile gülümsüyorlar iş arkadaşlarına…
O kadar…
Şairin dediği gibi: “…/ ve daha acıdır bu/ ölümden de korkusundan da…”(*)
Sağlıcakla…



(*) Cemal Süreya 


11 Kasım 2014 Salı

Doktor Sülük…

Küçükken “Fenni Sünnetçi” diye bir tabela görmüş ve çok şaşırmıştım.
Fen dersiyle bir alakası var mı diye de düşündüm sanırım.
Fenni Sünnetçi…
O vakitler googlede yok ki sorasın. Bir hayat bilgisi ansiklopedisi var, oda herkeste yok.
Neyse bizde vardı, açtım baktım.
Bilimsel demekmiş.
Demek ki dedim bilimsel olmayan sünnetçilerde var.
Anneme sordum; Ana, dedim, beni sünnet eden sünnetçi, fennimiydi?
—Ne bilim, berberdi, dedi.
—Fennimiydi ben onu soruyorum?
—Eee tokatı yersin ha, dedi annem, ben ne bilim fennimiydi değil miydi, berberdi işte, deden aldı getirdi. Berber Ahmet derlerdi…
Anladım ki bu noktada da bilimsellik nasip olmamış bize.
***
Kendi kendime bir söz verdim bende, Fenni yaklaşayım yaşama…
Öyle ya çoluk çocuk fennimi değil mi belli olmayan berberlere kalmasın, övünmek gibi olmasın oğlanı fenni sünnetçiyi geçtim, bir ürolog doktora kestirdik.
Çağ atladık yani fenniden, tıbbiye…
Söylemesi ayıp hassasımdır oğlana karşı.
Neyse uzatmayalım daha küçükken karar verdim meslek seçiminde de fenni bir yaklaşım göstereyim diye.  
Okulda en çok fen laboratuvarına ilgi gösterdim.
Mikroskoba bir yaklaşımım var, sanırsınız arşı alayı yeniden keşfedeceğim.
Altı üstü soğan zarı baktığımız.
E sünnetten kompleksliyiz ya, farkı kapacağız.
***
Efendim o vakitler tıbbiye kimin haddine, biz olsak olsak tıbbi bişey oluruz dedik ve girdik sağlık meslek lisesine… Sağlık koleji diyorduk soranlara, daha havalı olsun diye…
Şimdilerde tahlilciliktir işimiz. Fenni adı ise tıbbi laborant…
Nerden geldik konuya diyecek olursanız. Hani berberden fenniye, fenniden tıbbiye diye gelişiyoruz ya…
Geçenlerde fark ettim bu ara bu gelişme, demiryolcu deyimiyle, makas değiştirmiş ülke sathında…
Sağlık Bakanlığında yeni bir daire başkanlığı açılmış.
Geleneksel, Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Uygulamaları Daire başkanlığı…
***
Düşünebiliyor musunuz Tıbba alternatif bir uygulama, üstelik sağlık bakanlığında daire başkanlığı düzeyinde…
Bir çeşit paralel tıp…
Yahu tıbbın alternatifi mi olur?
Bir şey eğer bilimselliği kanıtlanmışsa tıbbın ilgisine girer ve insanlığın hizmetine sunulur.
Esasında söylenmek istenen şu; bizim atadan kalma bir yöntemimiz var, bilimselliğini kanıtlayamadık ama para kazandıracak gibi duruyor, bir çok kronik hasta var şifa arayan, biz bir merkez açalım sizde buna kılıf hazırlayın. 
İster inanın ister inanmayın kılıfı da hazırlanmış.
Yönetmelik çıkarmışlar. Alternatif kelimesine çok eleştiri almış olacaklar, yönetmelikte alternatif kelimesini kullanmamışlar.
Yönetmeliğin adı: “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği.”
Tıbbın eksiğini tamamlayacaklar zar.
***
Belli ki fennilik, tıbbilik hikâye, işi talebe uygun bir arz mantığıyla yapmış geçmişler. İşin piyasası da oluşmuş ama isimler çok fenni.
Hacamat var mesela, deri altında birikmiş, vücutta hastalıklara neden olan toksik kanın vakumlanarak dışarı alınması işlemidir, diye de bir tanım kullanmışlar.
Bunu diyende bir doktor...
Deri altına birikmiş toksik kan…
Demek bazı kan dolaşımdan ayrılıp deri altına birikiyorsa, ondan olacak toksik oluyo... E sürüden ayrılanı kurt kapar misali, dolaşımdan ayrılanı da hacamat ediyor, tamamlayıcı tıbbımız. Eksiktik tam oluyoruz yani…
Birde sülük tedavisi var.
Tıbbi sülük diyorlar web sayfalarında, doktor sülük diyeni de var, medikal sülük diyeni de. Yakında prof sülük de çıkar, demedi demeyin.
***
Ne diyebilirim ki?
Demek sülüklerde farklı farklıymış; tıbbi olanı varsa alaylısı da var bunun.
Bundan sonra pazaryerlerinde kavanozlar içerisinde yüzen sülükler görürseniz, bilin ki o sülükler tıbbi değil.
Tıbbi olanı nasıl ola ki derseniz, henüz teşrif etmedi bizim sağlık ocağına, yönetmeliği falan çıkarıldığına göre kod falan da verirler kendisine en SUT’undan…
Yakında damlar.
—Merhaba ben sülük, tıbbi sülük… Kan emerim ama öyle rastgele değil, tıbben…
—Merhaba bende laborant, tıbbi laborant bende kan alırım insanlardan, tahlil etmek için. Benimki de tıbben ama seninki kadar tamamlayıcı değil…
Sağlıcakla…


21 Ekim 2014 Salı

Şehir içi otobüsler kimin denetiminde?

Bu ara birçok evde “belediye otobüslerinin durumu ve otobüs şoförlerinin tutumu” konuşuluyordur diye düşünüyorum.  
Çünkü biz bu ara çok sık bu konuyu konuşmaya başladık.
Akşam kurs dönüşü kızımın anlattığı bir otobüs anısı ile başlayalım. (Ben anlatımı hikâyeleştirmeye çalıştım.)
***
Üç çocuk, 12-13 yaşlarında, biri erkek ikisi kız, bir kurstan dönüyorlar ve kendi aralarında da çeşitli konularda konuşuyorlar. Konu bir süre sonra beynin kapasitesinin kullanımına geliyor. Çocuklardan biri “Biliyor musunuz beynimizin sadece yüzde onunu kullanabiliyormuşuz.” Diyor. Bir diğeri “Evet zaten % 100 ünü kullanabilsek…” derken söze otobüs şoförü giriyor. “Sizde beyin yok ki… Olsa yaşlılara yer verirsiniz.” Oysa çocuklar bu konuşma anında yer veriyorlardır.
***
Kızım bana soruyor: “Baba biz yer veriyorduk aslında ama vermeseydik bile o amcanın bizi aşağılamaya hakkı var mı?”
—Tabiî ki hakkı yok kızım.
—Peki, hakkı yoksa nasıl yapabiliyor bunu?
Sanırım bu sorunun muhatapları başta Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere ilgili ve yetkili kişilerdir.
***
Bu münferit bir vakıa olabilir diyorsanız dün yaşadığım bir olayı anlatayım.
Dün belediye otobüsünde oturmuş ve sıkışıklıkta da olsa oturduğum yerde kitap okumaya çalışıyordum. Tam bu sırada bir kadın yolcunun tiz tonda şoföre: “Ne bağırıyorsun?” dediğini duydum.
Şoförün tavrı oldukça saygısız bir tonda; “Kes tamam!” şeklinde oldu. Kadın alttan alacak gibi değildi ve “Seni Cengiz beye şikâyet edeceğim.” dedi. Şoför başta bağırdı mı duymadım ama “Kes tamam!” derken yüz ifadesini ve el hareketini görmeliydiniz.
***
Hani derler ya laf lafı açıyor diye. Konu ile ilgili sohbet açılınca eşimde bir katkı yaptı bu sohbete…
Olay yaz aylarında olmuş. Yani iki iki buçuk ay önce. Bir kadın yolcu şoförden klimayı açmasını rica ediyor. Şoför “Açık zaten.” diye terslenmeye kalkınca, diğer yolculardan bir başkası “Neden tersliyorsun?” diye şoföre çıkışıyor ve yaşanan tartışmadan sonra nihayet klima açılıyor.
***
Benzer bir klima açtırma tartışmasına da ben şahit olmuştum ancak o günlerde açıkçası bu olayın üzerinde çok durmadım, nadir yaşanan bir durumdur diye düşünerek.
Bütün bu anlatımlardan sonra ben, otobüslerle ve şoförleriyle ilgili bir sorunun ve sıkıntının ayan beyan ortada olduğunu düşünüyorum.
***
Bu yazıyı sayın belediye yetkilileri okurlarsa onlardan kamu adına talebim:
  1. Otobüs şoförlerinin; vatandaşla (özellikle kadın ve çocuklar) olan iletişimleri ile ilgili eğitime alınmaları gerekir. Bu eğitim sadece sözlü değil beden dili anlamında da, giyim kuşam anlamında da gereklidir.
  2. Otobüslerin neden bu kadar çok yolcu taşımak durumunda kaldıkları konusu sorgulanmalı ve otobüslerin sefer sayıları, kar etmek amacıyla azaltılıyorsa bu konu denetimlerle ortaya çıkarılmalıdır.
  3. Otobüslere konan televizyonların sadece reklâm için değil ara sırada olsa otobüs güzergâhlarını da göstermesi gerektiği konusu yetkililere hatırlatılmalı ve denetlenmelidir.
  4. Klimanın açık ve çalışır olması dâhil birçok konuda vatandaşla şoförlerin karşı karşıya gelmesi beklenmeden, etkin ve sık denetimler ilgili-yetkili kişilerce yapılmalıdır.
Son söz otobüsler neden bu kadar pahalı?
Sağlıcakla…


30 Eylül 2014 Salı

Birleşik emek hareketi için soru soralım...


5
 Geçen hafta bu kentte, tüm yurtta olduğu gibi, bir günlük bir Eğitimci Grevi yaşandı.

24 Eylül Çarşamba günü, tüm yurtta olduğu gibi Manisa’da da Eğitimciler alanlara çıktı taleplerini haykırdı.

Eğitim işkolunda örgütlü dört sendikadan üçü: Eğitim Sen, Türk Eğitim Sen ve Eğitim İş Grev’e gitti.

Saat 10.30’da Eğitim Sen, kendi bürosu önünde toplandı ve Manolya meydanına yürüdü, saat 11.15’de de burada basın açıklaması yaptı.

Ne dedi Eğitim Sen?

AKP Hükümetinin eğitime, eğitim ve bilim emekçilerine yönelik saldırılarına dur demek ve bir kez daha uyarmak için, öğretmene rotasyon, kadrolaşma, performans, anadilinde eğitim hakkını kullandırmama, özel okullara kaynak aktarma, eğitimdeki dinselleştirme, güvencesiz, kuralsız ve angarya çalışma, üniversitelerdeki akademik özgürlüğü ortadan kaldıran uygulamaları karşısında taleplerimizi gerçekleştirmek amacıyla” Grevdeyiz…

Ardından Türk Eğitim Sen’i gördük Manolya Meydanında…

Eğitim Sen alandan ayrılırken onlar geldi Manolya’ya…

Basın açıklamalarını okudular…

Bugün, dediler, Yandaş yönetici atamalarına hayır demek için, Sendikamızın nöbet ücretleri ile ilgili 6 saat ek ders talebinin yerine getirilmesi için, Eğitim çalışanlarının ekonomik ve sosyal hakları için, İlk defa alamadığımız enflasyon farkı için, Üniversite çalışanlarının ekonomik ve sosyal hakları için, 4/C’lilerin kadroya alınması için, taşeronlaşmaya karşı durmak için, Akademik zam sözünün yerine getirilmesi için, Özel okulları teşvik edip, imkânsızlıklarla cebelleşen devlet okullarına üvey evlat muamelesi yapıldığı için, Öğretmenlerin ve diğer eğitim çalışanlarının kaybettiği itibarları için, daha demokratik üniversite için alanlardayız!

Alanda en son Eğitim İş’i gördük.

Ulusal, kamusal, çağdaş, bilimsel, demokratik, laik eğitim hakkı için…

Siyasi iktidarın Cumhuriyet devrimlerine karşı ideolojik yapılanmasını, eğitimin özelleştirilmesini, yandaş öğretmen atamalarını, okullarımızın medreseleştirilerek eğitimin gericileştirilmesini protesto etmek için…

Sıraladılar taleplerini…

Aslında Grev gününün en anlamlı sorusu Eğitim Sen üyesi bir öğretmenden geldi…

Eğitim Sen başkanı, Eğitim Sen bürosu önünde toplanan üyelerine Grev programını anlatmak amacıyla hitap ederken, diğer sendikalarla ortaklaşamadıklarını da söyleyiverdi cümle arasında…

Tam bu anda arkalardan bir kadın öğretmen: “Neden?” diye feryat etti.

Soru net olmasına rağmen geçiştirilir gibi olunca da devam etti sormaya:

“Nedenini öğrenebilir miyim?”

Çok ayaküstü bir durumdu ve Eğitim Sen başkanı haklı olarak çok ayrıntıya girmedi ama soru çok can acıtıcı ve hiç yorulmadan sorulması gereken bir soruydu bence…

Neden?

Soru sormak yol açmaktır, çünkü...

Bence o kadın öğretmen en can alıcı soruyu o gün orada sordu ve tüm eğitim çalışanlarının hatta tüm kamu emekçilerinin bu soruyu, tekrardan ve en gür sesle sormalarının vaktidir.

Neden?

Neden ortak talepler etrafında birleşemiyor sendikalar?

Evet, bir sendika, “Ulusal Eğitimi” vazgeçilmez bulurken, bir diğeri “Anadilinde eğitim hakkı” talebini dillendiriyordur.

Hangisi doğrudur, hangisi yanlıştır tartışılabilir. Ama neden ortak talepleri, en azından talepleri hedefleyen bir ortaklaşma sağlanamaz?

Nedeni uzun uzun tartışılmalı ve bütün kamu emekçilerinin anlayacağı berraklıkta ortaya konmalıdır.

Aksi halde, herkes kendi küçük adacıklarını kurtarmaya devam ettiğini sanmaktan öte bir iş üretemeyecektir.

Artık kamu emekçilerinin, neden bir işkolunda birden çok sendika var, sorusunu sormalarının günü gelmiştir.

İster işçi olsun ister memur, eğitim işkolunda kim çalışanların insanca yaşayacak bir ücrete kavuşmasına hayır diyebilir?

Kim adil ve liyakate dayalı bir yönetici seçimini istemeyiz diyebilir?

Soruları çoğaltmak mümkün, yukarda da yazdım: Soru sormak yol açmaktır.

Doğru soru sorulmuştur, yol açılmıştır.

Bu günden sonra üstümüze düşen bütün emekçilerin, işçilerin birleşik mücadelesini örgütlemek ve bu yolda ilerlemektir.

Sağlıcakla…

23 Eylül 2014 Salı

24 Eylül Saat Onda Eğitim Sen’de Olacağız Bekleriz.

24 Eylül’de eğitim emekçilerinin grevi var. Siz bu yazıyı okurken muhtemelen onlar Manisa sokaklarını arşınlıyor olacaklar.
Slogan atacaklar, dövizler-pankartlar taşıyarak taleplerini dile getirecekler.
Nedir dertleri?
Onları sınıflarından uzak durmaya iten sebepler nelerdir?
Öyle ya yüz binlerce öğretmen laf olsun diye sokağa çıkmaz.
Açtım Eğitim Sen’in web sayfasını baktım…
Kamusal, bilimsel, demokratik, laik, anadilinde eğitim hakkı istiyorlar.
***
Kamusal olsun, eğitim kurumlarının giderleri kamu tarafından karşılansın, katkı-katılım payı alınmasın; özel okul, cici okul farkı olmasın demek istiyorlar.
Ne güzel…
Eğitimde gerçek anlamda fırsat eşitliği olsun diye istiyorlar bunu…
Sadece kendileri için değil, hepimiz için…
***
Bilimsel bir eğitim verilsin diyorlar.
Öyle her gelen iktidarın yap-boz tahtasına dönmesin müfredat.
Bir çocuğun okula başlama yaşını pedagoji bilimi belirlesin, siyasetçiler değil.
Hangi konuların, nasıl bir referansla anlatılacağına sadece ama sadece bilimsel kriterler yön versin istiyorlar.
Sadece kendileri için değil, hepimiz için…
***
Demokratik bir eğitim olsun diye haykırıyorlar.
Adına oylama denen temsili demokrasinin ülkeyi getirdiği noktayı görüyorlar da o nedenle “demokrasi” vurgusu yapıyorlar diye düşünüyorum ben.
Çok önemli bu demokrasi mevzusu çünkü…
Yıllardır bu ülkede herkes kendine demokrat. İşte o nedenle olsa gerek “demokratik eğitim” istiyorlar.
Sınıf başkanlığı seçiminden tutunda, müdürlere yapılan puanlama kıyımına varıncaya kadar; eğitimin her alanında demokrasi kültürü egemen olsun istiyorlar.
Sadece kendileri için değil, hepimiz için…
***
Laik bir eğitim için eğitim emekçileri bu gün sokaktayız diyorlar.
Onların bahsettiği bu laiklik var ya; ekmek kadar, su kadar kıymetli bir şey diyorum ben…
Düşünsenize gerçek anlamda bir laiklik uygulansa bu ülkede, alevi çocukları zorunlu din dersleri adı altında, Sünni İslam öğrenmek zorunda kalır mı?
Gerçek anlamda bir laiklik olsa, Markslı garip polemiklere girebilir mi bu ülkenin başbakanı?
İşte tam bu sebeple eğitim emekçileri Laik bir eğitim istiyorlar.
Sadece kendileri için değil, hepimiz için…
***
Anadilinde eğitim diyorlar. İşte bu mevzuda çokça önemli…
Yıllardır tek dil dayatması yüzünden milyonlarca insan mağdur ve sıkıntılı, ülkenin neredeyse en önemli sorunlarından biri de bu…
İşte yıllardır olduğu gibi bu günde bunu talep etmek; TÖS’ün, TÖB-DER’in kurucuları öğretmenlerimize kalıyor.
Anadilinde eğitim istiyorlar.
Sadece kendileri için değil, hepimiz için…
Tüm toplum için istiyorlar bunu…
***
Başka ne için?
Grevle ilgili bildirilerinden okuyalım.
“Kadrolu çalışma, güvenceli gelecek için,
AKP`nin emir eri değil, emeğimizin tek sahibi olduğumuzu göstermek için,
Zorunlu rotasyondan, aday öğretmenlere sözlü sınav dayatmasından vazgeçilmesi için,
Baskılara, sürgünlere, soruşturmalara dur demek için,
Özgür bilim, nitelikli üniversite için,
Özel okul teşvikinden, zorunlu imam hatip dayatmasından vazgeçilmesi için,
Eğitim yöneticilerinin demokratik seçimlerle belirlenmesi için,
Çocuklarımızın geleceklerinin karartılmasına, emeğimizin yok sayılmasına karşı
24 Eylül`de memleketin dört bir yanında GREV`deyiz!”
Kimin için?
Sadece kendileri için değil, hepimiz için…
Tüm toplum için istiyorlar bunu…
O halde bende bu gün eğitim emekçilerinin yanında olacağım, onlarla omuz omuza…
Sizde benim gibi düşünüyorsanız saat 10.00 dan itibaren biz Eğitim sen’de olacağız bekleriz.  

Sağlıcakla…

9 Eylül 2014 Salı

Bir Laborant… (Tahlilcinin Günlüğü 2)

Genç, elindeki parayı uzatırken:
“Bir öğrenci...” dedi. Muavin ücretini aldı ve para üstünü verdi.
Arkasından genç kadın parayı uzattı “Bir öğretmen...”
Sıra polise geldiğinde selam verdi.
Muavin selamı aldı ve üstünü selamla iade etti.  
Sonra orta yaşlı gözlüklü bey “Bir abone...” dedi.
Sıra bana geldiğinde parayı uzatırken…
—Bir laborant, dedim.
—Anlamadım...
—Bir Laborant...
—Laborant olunca ne oluyo ki?
—Bi şey olmuyo mu?
—Olmuyo...
—Neden?
—Ne neden?
—Laborant olunca bişey olmuyo dedin ya ona neden dedim.
—Abi allasen dalgamı geçiyosun?
—Yoo. Niye dalga geçeyim?
—Ne biliim abi. Laborant maborant diyonda...
—Maborant demiyom. Laborant diyom.
—İyide abi bende onu soruyom, neden diyon?
—Canım kardeşim. Yol ücretlerini alıyon. Genç arkadaş misal ne dedi?
—Ne dedi abi?
—Öğrenci, dedi. 
—Ee.
—İndirimli aldın ücreti.
—Evet.
—Hanfendi bi öğtetmen dedi. Oda indirimli. 
—Evet.
—Polis arkadaş hiç ödeme yapmadı. Selam verdi.  
—E abi?
—Canım kardeşim bende Laborantım. Bir vasfım var.
—Estafürullah abi, tabiki vasıfsız değilsindir de, o dediğin meslek, neydi?
—Laborant.
—Her neyse...
—Hem estafürullah diyon, hemde her neyse...
—Abi pardon. Laboranta bi indirim yok ki neden diyon?
—Neden yok?
—Ne bilim abi…
—Öğrenciyi anladım, Abone de tamam, öğretmene indirim yapıyon, polisten hiç ücret almıyon, laborant deyince o ne diyon? Kamu hizmeti ise bende kamu hizmeti veriyom. Polisten daha az ücret alarak üstelik. Her türlü bulaşıcı hastalıklı kişi bana geliyo. Kanıyla ayrı, idrarıyla ayrı, dışkısıyla ayrı uğraşıyom. İş 1 TL indirime gelince “Laborant ne diyon?” Sen böbrek sancısı çektiğinde ben anlamazdan gelsem seni, iyi mi olur?
—Abi tamam indirimli alalım, tamam. Deli mi ne?
—Deli değil Laborant… Diğer bi deyişle tahlilci…

Sağlıcakla…

2 Eylül 2014 Salı

Barışa Masal…


Suda suretimiz çıkıyor, der “Masalların Masalı” adlı şiirinde, büyük usta Nazım Hikmet...
“Suda suretimiz çıkıyor/…/ suyun şavkı vuruyor bize…”
Ne kadar büyüleyici, masalsı ve masumdur o dizeler…
Tıpkı Ortadoğu gibi…
Bin bir çeşit, dilin, ırkın, mezhebin, dinin, kültürün bir arada yaşadığı; masalsı, masum ve büyüleyici Ortadoğu…
Ne zaman okusam bu şiiri, hep ustanın şiiri yazarken hayal ettiği ortamı, masalın geçtiği günü düşünürüm.
Gelin hep birlikte, böyle bir hayalin peşine düşelim bu yazıda.
***
Büyük bir çöl düşünelim ve ortasında bir vaha olsun…
Küçük, duru bir göl olsun bu vahada…
Suyu duru bir göl…
O kadar duru ki; küçücük bir kızın gözleri gibi…
Üç bilemedin dört yaşlarında Şengal’li veya Gazze’li veya Lazekiye’li veya Tıkrit’li bir kızın su yeşili kocaman gözleri kadar duru…
O kadar…
“Yaşam” diyelim biz bu suya…
***
Suyun üstünü kaplayan bir çınar ağacı olsun…
Kocaman yeşil bir çınar…
O kadar büyük, o kadar yeşil olsun ki bu çınar; Ortadoğu gibi…
Her yere gölgesi düşsün…
Bütün bir vahayı gölgesiyle ihya etsin çınarımız, yeşile kessin her yan...
Yetmez, her kuşu; cinsine, rengine, ötüşüne bakmaksızın dallarında konuk etsin; börtü, böcek mutlu mesut gezinsin kabuklarında…
“Barış” diyelim biz bu çınara…
Hani; özlemle, yaşlı gözlerle, yürek ezintisiyle beklediğimiz barış…
 ***
Aylardan Mart olsun…
Veya Eylül…
Eylülse biri…
Martsa yirmi biri olsun günlerden…
Hani yeni gün olan, halkların doğum ümidi olan, hani Şahı Merdanın doğduğuna inanılan,  Nevroz, Nevruz, Navroz… Yada Newroz densin, fark etmesin, ne dendiği adına…
Biz bu masalı hayal edelim gelin.
Kız çocukları, korku nedir bilmesinler bu vahada, oğlan çocukları şiddeti değil; sanatı, sporu, gülmeyi öğrensinler…
Eğilip bir birlerinin yüzlerine, su damlacıkları düşürsünler parmak uçlarından…
“Hoşgörü” diyelim buna da…
***
Kediler olsun; gururu temsil etsinler, tavus kuşları olsun…
Şiir okusun isteyen…
“Su başında durmuşuz/…/ suda suretimiz çıkıyor/ …/ suyun şavkı vuruyor bize/ çınar, ben, kedi, birde güneş…”
Her sabah suyla yüzünü yıkayıp, yüzünü güneşte kurutanlar belki ilk defa gülsünler bu masalda…
Şatilla’da, Cenin’de, Nablus’da, Şareyn’de, Rüdav’da bolluk ve bereket konuşulsun, başka bişey değil…
“Onur” diyelim adına…
***
“Su serin…” diyelim, “Çınar ulu…”, “Güneş sıcak…”
“Çok şükür yaşıyoruz/ suyun şavkı vuruyor bize…”
Dünya Barış Günü Kutlu Olsun…
Sağlıcakla…


26 Ağustos 2014 Salı

Buzlu suyun sağlığa yararı?

Bu hafta sosyal medya ALS hastalığı ile ilgili duyarlılık videoları ile çalkalandı. Birçoğunu izlemişsinizdir.
Baştan söyleyeyim, bu tür kampanyalar kişisel duyarlılık oluşturulması açısından iyi. Bu nedenle duyarlılık gösteren herkesi takdir ediyorum.
Ancak kişisel duyarlılıklar bir yana bu tür kampanyalar gerçekte neye hizmet ediyor diye düşünmeden edemiyor insan.
Yani işin kamera arkasında ne var?
***
ALS hastalığı 100.000 de 2 kişi de görülen bir hastalık. Yani çok yaygın değil. O nedenle de, eğer bir yakınınız bu hastalıktan muzdarip değilse ve sağlıkçı değilseniz adını hiç duymayacağınız birçok hastalıktan sadece biri.
Peki ya diğerleri?
Örneğin: Uluslararası ilaç tekellerinin kar hırsı ile tedavisi çok küçük bütçelerle yapılabileceği halde, Güney Afrika’da ölüme terk edilen yarım milyon Tüberküloz hastası?
Peki ya AİDS hastalarının yaşadığı dram?
Bu gün Avrupa ve ABD merkezli ilaç tekellerinin uyguladığı “patent” nedeniyle bir AİDS hastasının Türkiye’de yıllık tedavi gideri 9500 ABD Doları…
Evet, SGK bir AİDS hastası için yıllık 9500 Dolar ilaç gideri ödüyor.
Aynı ilaçları Avrupa ve ABD’li ilaç tekelleri Afrika gibi yoksul ülkelere indirimli veriyor.
Yani Afrika’lı bir kişi AİDS hastası olduğunda bizim yıllık 9500 Dolara aldığımız ilaçları 2000 dolara alabiliyor.
***
Buradan hareketle; ilaçların maliyeti ile ilgili bir önerme ortaya atabilir ve ilaçların maliyeti 2000 doların altında diye düşünebiliriz.
Evet, 2000 Doların altında, hemde çok.
Bakın Afrika ne yapmış, yoksulluk nedeniyle 2000 doları ödeyemiyorum ve vatandaşlarım ölüyor, bu patentleri kaldırın diye uluslararası mahkemelere dava açmış.
Mücadele ediyor yani, kampanyalar örgütlüyor, yüz binlerce insanın katıldığı protesto gösterileri düzenleniyor.  
Olay o kadar büyümüş ki şu an Amerikalı bir ilaç firması Afrika hükümetine, patentli ilaçları yıllık 600 Dolara satmayı öneriyor.
***
O zaman önermemizi değiştirip şöyle dememiz gerekir; demek ki bu ilaçların maliyeti 600 doların da altında.
Evet, altında ama ne kadar?
Bu noktada Hindistanlı bir ilaç firması devreye giriyor ve aynı ilaçları eğer patent gideri olmazsa 247 Dolara üretebileceğini duyuruyor…
Ne dersiniz?
Önermemizi tümden değiştirmeli ve vay insafsızlar mı demeliyiz.
Peki, yıllık 9500 Doları paşa paşa ödeyen SGK’ye ne demeli?
***
Başa dönecek olursak, yani buzlu su meselesine, şunu diyebiliriz; işin özü kapitalist ilaç tekellerinin aç gözlülüğünden başka bişey değil.
Kişisel duyarlılık oluşturmak iyidir, ama tek sorun insanların duyarsızlığı diye düşünmemek gerekir.
Çözüm; herkese eşit, ücretsiz, ulaşılabilir, nitelikli, kamusal, antikapitalist sağlık…

Sağlıcakla...

3 Haziran 2014 Salı

Göğe bakalım…

“Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Geçen sene Haziran ayından beri en çok hoşuma giden değerlendirme…
“Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Hiçbir şey, anlamı itibariyle, dışarıda kalan bir olgu yok anlamındadır.
Gezi yenidir, öncesi, tümüyle eski…
Yani Gezi’den önceki iktidar, eskidir artık.
Muhalefet de…
Geziden önce kurulan dernekler, sendikalar, odalar, arkadaş ilişkileri, tedavüldeki para, insanın insandan beklentisi, esen yel, yetiştirilen domates, enerjinin üretim şekli, boş zamanların değerlendirilme şekli, baharın gelişi, sofradaki ekmeğin paylaşımı ile ilgili değerlendirmeler…
Hepsi eskidir, eskimiştir.
Kimi okurlar, bu değerlendirmelerimi abartılı bulup, son bir yılda yaşanan seçim vs. gibi birtakım ölçütler koyup, ileri sürdüğüm fikirleri çürütmeye kalkacaklarsa…
Baştan söyleyeyim, bu refleks de eskidir…
***
Eskimiş bir refleksi kendinize yakıştırmayın.
Çıkın parklara.
Duyumsayın; esen yelin, geçen yıl esenden farklı olduğunu hissedeceksiniz.
Geçen yıl bu zamanlar park deyince, çekirdek çitlenen, oturulan; olmadı çay içilen yerler gelirdi aklımıza…
Oysa şimdi, en derin mevzuların, en anlaşılır şekilde paylaşıldığı forumlara dönüşmedi mi oralar?
Geçen yıl bu zamanlar bir parkın ağaçlarını sökmek bir belediye için ne anlam ifade ediyordu, şimdi mevzu hangi boyutta?
İnanın…
Ya da ister inanın, ister inanmayın; bu yazdığım köşe yazısı dahi eskidir…
Eski bir araçtır ve yok olacaktır bir süre sonra bütün bu gazeteler, köşe yazılar…
Geziden önceydi, bir takım eli kalem tutan insanların gazetede köşelere konması ve kimi mevzularda ahkâm kesmesi…
Yok…
Artık böyle olmayacak bu…
Artık yeni bir nesil ve yeni bir yaşam filizleniyor; kendi vahasında...
Kendi iletişim dilini, kendi ahlakını ortaya koyuyor, kendine ait değer yargılarıyla ölçüp biçiyor yaşamı…
Konuyu 160 karakterde, bilemedin artı 160 ile anlatıyor, uzun uzun durmuyor üzerinde…
Bazen tek bir fotoğraf karesiyle…
Kiminde ise birkaç kelimelik bir duvar yazısıyla yapıyor bunu…
“Biber gazı sıkılmasını kınıyorum.” demiyor eskisi gibi, “Biber gazı oley.” diye ifade ediyor.
Köşe yazısı okumuyor, paylaşılan video 7–8 saniyeyi geçince, oda videoyu geçiyor.
Alıyor eline cep telefonunu “Çok tatlıyım dimi, diye diye en radikal eylemi koyuyor ortaya…”
“Allahım çok tatlıyım dimi…”
Büyüksün, demekten başka yapacak bir şey kalmıyor bize…
***
Şimdi bu yazıyı buraya kadar okuduysanız şöyle diyebilirsiniz: “Sen niye eskide ısrar ediyorsun? Niye tatava yapıyorsun, hala bu köşeden…”
Cevap veriyorum: Geziden sonrayı hala anlayamadım…
Evet, biliyorum yeni şeyler oluyor, yeni gelişiyor, büyüyor ve yaşamı güzelleştirme iradesini her gün yeniden üretiyor.
Tam 369 gündür yeniden, yeniden üretiyor, biliyorum…
Tüm bunları görüyor ve hissediyorum.
Ancak a n l a y a m ı y o r u m.
Ama umutsuz de değilim. Anlayamadım diye tukaka etmiyorum Gezi’ye.
Şimdilik çözemedim ama yaşayacak ve öğreneceğim…
Tıpkı bir bebeğin konuşmayı öğrenmesi gibi; suya “bu” demesi, gezmeye gitmeyi “Atta” da özetlemesi gibi bişey benim durumum…
Evet, Gezi’nin emekleyen, yürüdü yürüyecek bebekleriyiz hepimiz: birinci yaşımızı kutlayamadık belki ama umudumuz bir yıl daha büyüdü…
Ali İsmail aynı kaldı; 19 unda…
Berkin, Ekmek almakta hala…
Abdocan, Mehmet, Medeni, Ethem, Ahmet ve son olarak aralarına katılan Uğur…
Gezi parkındalar, tıpkı o resimdeki gibi; Berkin omuzunda Ethem Abisinin…
Nice yıllara gezi…

Sağlıcakla…

27 Mayıs 2014 Salı

Ahlaksız, ispiyoncu; üstelik sıradan…

Emek gücünü satarak yaşayan kişiye “Emekçi” denir.
Emekçinin yaşaması için emek gücünü satmaya ihtiyacı vardır.  
Misal hemşire ise kişi, hemşirelik becerisi ile, laborantsa tahlil yaparak, idareci ise idareciliğin gereğini yaparak para kazanır ve ailesini geçindirir.
Tüm bunları yaptığı için o kişi en “yüce değer” ile tarif edilir.
Emekçi…
Diyelim bir kurumda idarecisiniz ve orada idareci kalmak için emek gücünüzü satmanız yetmemeye başlamışsa ne yapmalısınız?
Açıklayayım.
Sabah işe geldiniz, çalışanların mesai kontrollerini; işe gelme vs. durumlarını takip ettiniz ve işler yürüyor mu diye bakındınız. İşe gelemeyen varsa yerini dolduracak tedbir aldınız, olmadı sırf sorun çıkmasın, işler yürüsün diye oturdunuz olmayanın yerini doldurdunuz.
Sorun ve sıkıntılarla baş etmeye çalıştınız.
***
Sizden emrinizde çalışanların facebooklarında ne paylaştıkları, siyasi görüşlerinin ne olduğu ile ilgili bilgi toplamanız istendiğinde ne yapmalısınız?
İşte bu noktada ilk tepkiniz: “Ben muhbirmiyim?” olmalı…
Öyle ya siz bir emekçisiniz ve emek gücünüzü satarsınız, kişiliğinizi değil.
Çünkü çok ağır bir suçtur muhbirlik…
Peki, siz bu muhbirliği sizden istenmeden yapıyorsanız, üstlerinize, sırf yaranmak için ihbar ediyorsanız iş arkadaşlarınızı…
Bence acilen psikiyatrik destek almalısınız.
Nasıl yakıştırırsınız bunu kendinize, eşinize, çocuklarınıza?
Yarın sizin için sözlendiğinde, maazallah ne siz nede çocuklarınız insan içine çıkamazsınız…
Yapmayın…
***
Düşünsenize ne kadar korkunç bir haldesiniz…
Sabah işe gelir gelmez, açıyorsunuz bilgisayarınızı ve bakıyorsunuz kim ne demiş diye…
Ve bunu sosyal bir meraktan değil birilerine ispiyonlamak için yapıyorsunuz…
Gerçekten çok ayıp…
Eğer böyle biriyseniz, sizin için yapacak bir şey yok…
Diyelim ki sizin yaptığınızı birçok idareci veya idareci namzeti yapıyor, bu sizi haklı mı çıkarır?
Aksine, bu sizi aklamaz sıradanlaştırır.
Yani artık sadece ahlaksız bir ispiyoncu olmaz, sıradan bir ahlaksız ispiyoncu olursunuz.
Ahlaksız, ispiyoncu olmaktan daha da beteri, sıradan ahlaksız ve ispiyoncu olmaktır.
***
Diyelim ki bir kamu kurumunda çalışıyorsunuz ve başınızda, işte tam tarife uygun bir muhbir yada ahlaksız hatta sıradan olsun…
Size tavsiyem sakın ola sosyal medya paylaşımlarınızı veya kişisel görüşlerinizi ifade etme işine ket vurmayın…
İşinizi yapın, tam ve zamanında, ama söyleyeceğiniz lafı da sakınmayın. Çünkü siz yukarda da yazdım “emekçi”siniz.
Emekçi onurunu değil emek gücünü satar!
Diyelim ki; “Lanet olsun çok ihtiyacım var bu işe.” Diyen birisiniz, fark etmez, susmayın, düşündüğünüzü dank diye söyleyin.
Çünkü sonu gelmez bu isteklerin…
***
Size, akşama kadar onca işi üç kuruş paraya yapmanızdan sonra üstüne birde susun, konuşmayın, sendikaya üye olmayın, fikrinizi açıklamayın deniyorsa sakın gelmeyin bu oyuna…
Bakın bu isteklerin sonu yoktur bilesiniz.
Ben işimi yapıyorum, üstelik hakkımı bile alamıyorum neden susacakmışım?
Deyiverin suratlarına…
***
Diyelim ki işyerinizde birçok insan bunu yapıyor ve susuyor…
Dedim ya bu sıradan, muhbir ve ahlaksız idareciye yaranmak için, ondanmış gibi yapıyor.
Olsun siz yine, beni dinleyin ve susmayın.
Çünkü bu durumda sadece suskun olmayacak üstüne birde sıradan bir suskun olacaksınız.
Suskun olmaktan daha beteri, sıradan bir suskun olmaktır, inanın.
***
Diyelim hepiniz bu sıradanlığa uydunuz ve sustunuz işte o vakit size “Artık susmayın diyecek başınızdaki…”
Konuşun, hayatınızdan ne kadar memnun olduğunuzdan dem vurun…
Üç kuruş paraya çalıştığınız halde; “Yetiyor, fazla bile…!” deyin…
Susmayın: “Eşinize, dostunuza, çevrenize ne kadar memnun olduğunuzdan bahsedin.” Sosyal medyada bununla ilgili paylaşımlarda bulunun…
Sonu yok inanın ve son söz dünyanın bütün emekçileri birleşin…
Sağlıcakla…

16 Mayıs 2014 Cuma

Sorma gardaş…

Sorma, yaşadığımız insana yakışmaz gardaş…
Hep kazın diyler, hep kazın, hadin diyler gardaş…
Kazın…
Biliymisin aha burada, bu dağın altında bakmaya gıyaman gençler yatiy gardaş.
Eyleki askere gitmemişler daha. Sorın ya, ben deyim sorma gardaş.
İnsan degilik biz gardaş, insan degilik.
İnsan olsak aha burada bu paraya gardaş…
Hep hadi deyler, ne yen ne içen soran yok gardaş, varsa yoksa para gazansın patronlar…
İçeriyi çektin mi?
Soyunma odalarını, tahret yerlerini gardaş…
Hayvan bağlanmaz, biz orda banyo yapıyik gardaş.
***
Sorma gardaş…
Ne olacağıdı, yoksulun gıymeti mi var?
Olaydı biz bu haldemi olurduk gardaş?
Bak üç güne unutulur bu gardaş…
Sonra hadi deyecekler, hadi hadi…
Gene gireceğik aha bu mezara gardaş…
Valla bak…
Varmı başka yolu, sen deyiver bana, gardaş?
Gardaş inan bah, bakmaya gıyaman öyle gençler var burada, daha askere gitmediler…
Kim verebilir o gençlerin hesabını gardaş.
***
Yok, gardaş yok ne gurtulması, aha bu bileğim gibin demiri eritiy gaz, kim çıkabilir?
Mum gibi eriy insanlar gardaş…
Maden bitiriy insanı gardaş, iliğini kemiğini gurutiy…
Bizim orda gardaş, elli elli beşi geçen madenci yok.
Yok, nere yaşayacah gardaş, yok…
Ya aha beyle öliy insan yada ciğerden gidiy gardaş…
Kendi çocukları olsa gıyameti kopariyle gardaş, gıyameti…
Biz?
***
Patronu kim göriy gardaş, kim bile; kim kime ortak.
Bu sofradan yiyen çok gardaş, bize ancak gırıntısı düşiy, onuda yemeden öliyik, a beyle...
Patron para gazanim deyi, vera kesiy yevmiyeyi gardaş.
Benim ikibin alacağım vardı diğer madenden dava neyin açmadım gardaş. Avukat dedi 600 alırım. Davası, gaydı,guydu… Kesin gazanın, deyemem deyi avkat. Açmadın davayı gardaş…
Oda onlara galdı…
Galan galıy gardaş, galan galıy.
Ölen öldiğiyle galıy gardaş, patrona heç bişey olmıy… 
Aburda iftar ettiler gardaş. Hep çektiler gazatacılar, televizyonlar… Valla gardaş talaş serdiler yere, giriyler içeri çekiy çekiy gidiyle, buz gibi…
Aşağı inen yok gardaş…
***
Sorma gardaş,  derdimiz aha bu dağdan böyük…
Ne kartı, ne önlemi gardaş, sana nasıl diyim: hayvanlar nasıl sokuliy ağıla işte öyle giriyik madene gardaş.
Desem inanman, yemek yiyecek zaman kalmıy, hadi hadi deyi usta, hadi hadi dey dayı başı gardaş, hadi hadi demeye insan tutiy para veriyler gardaş… Hadi hadici çalışıy borda…
***
Sorma gardaş…
Tek niye çalışim bilinmi gardaş; çocuklar deyim, okusun madene girmesin, valla gardaş, başka bişey istemiyim…
Kaçmak? Nasıl olsun gardaş, çömelerek giriyik kömüre ulaşmak için. Aha böyle, dizlerinin üztünde kazıysin gardaş. Nere kaçacan, olduğun yerde mefta oliysin gardaş…
Yok. Vardıyayı dışarıda değiştirmek yok. Sen kazıysın diğeri gelene gadar, kazıysin. Hadi hadi deyler gardaş, vardiyacı geliy elinden alıy gazmayı anca bırakıysın…
Kırk dakika neyin süriy dışarı çıkman…
***
Yok, gardaş sağ çıkmaz kimse. Nasıl çıksın?
Kırkbeş dakika deyler o maskeye yedi dakikada bitiy…
Hanı oldu? İçerde insan mı kalır? Yedi bilemedin on dakika gardaş…
Gazdır bu, trafo yalan gardaş.
Zati gazsa, mum gibi erimiştir fukaralar.
Yok, gardaş ne isteyecem, sağolun varolun, insan bilip hatır sordunuz.
Kınıktanım ben gardaş, Kınıkın alevisim...
Çok var burada; Kınık, Savaştepe, Bergama…
Yoksulluk gardaş, tütün bitti. Yirmi yıldır ne yiyip ne içecek bu fukara, yine gireceğik gardaş…He gardaş, gireceğiz yolu yok…
Madenciyik biz…

Sağol gardaş…