29 Kasım 2012 Perşembe

Bütçenin zigon sehpa üzerindeki dengesi...

Akşam oldu ve ajansları izlemek için geçtiniz tvnin başına.
Avrupada yaşanan eylem ve çatışmalardan bahsediyor spiker ve şöyle diyor: "Hükümetin kemer sıkma politikaları halkı ayaklandırdı ve bakın bu görüntüler oluştu."
Görüntülere bakıyorsunuz, aman Allah'ım, her yan ateş, duman, felaket...
Hemen yandaki zigon sehpaya iki kere vuruyorsunuz elinizle...
Tık tık...
"Allah muhafaza, Avrupa cayır cayır... Bizim durum gene iyi."
***
Sonra bir merak alıyor sizi ve şöyle diyorsunuz: "Tamam Avrupa cayır cayır da bizim durumumuz ne?" 
İlk olarak kemer sıkma deyiminin anlamı ile başlayalım işe diyorsunuz. 
Öyle ya bizim kemerler sıkılı mı değil mi...
Bunun için geçiyorsunuz internetin başına ve prof googleye soruyorsunuz; "Kemer sıkma nedir?" diye...
Kemer sıkma... diyor... "Tutumlu davranmak. Açlığa susuzluğa katlanmak."
O halde Avrupa'daki hükümetler; "Tutumlu davranın, bütçede para yok." diyor ama halk bunu istemiyor. 
O nedenle de sokağa çıkıp eylem yapıyor, polisle çatışıyorlar. 
Peki bir soru daha soralım hani iflas etti denen Yunansitan'da asgari ücret ne düzeyde?
DİSK-AR'ın açıklaması; "Krizdeki Yunanistan'da asgari ücret Türkiye'den 2,5 kat fazla..."
Yani bizim işçiden 2,5 kat fazla ücret alan Yunan işçisi sokaktan eve gelmiyor, bizim işçi Alex'e yapılan haksızlığa dövünüyor öyle mi?
Zigon sehpaya bi daha bakıyorsunuz, gerimi alsam tık tıkları mı?
***
Yok canım hiç öyle şey olur mu?
Oranın bütçe dengeleri ile bizim ki bir mi?
Hemen aklına kötü şeyler getirme... 
Devam tık tıka...
Tamam bizim kendi içimizdeki dengemize bakalım. 
***
Hazır 2013 bütçesi görüşülüyorken oraya bakalım, elbet bir fikir verir.
Diyanete, 2011'de 3 milyar harcamışız, 2012 de 4 milyar, 2013 de ise 5 milyar harcamayı öngörüyor muşuz...  
Milli savunmaya, 14 milyar harcamışız 2011 de, 2012 de 16 milyara çıkmış, 2013 de ise 20 milyar harcayalım diyormuş büyükler... 
Gelelim sağlık bakanlığına...
Sağlığa 2011 de 16 milyar harcamışız, 2012 de 8 milyara düşürmüşüz, 2013 de ise 2 milyar falan harcasak yeter diyoruz. 
Sağlıktan kısarken diyanete ve askeri harcamalara kaynak aktarıyoruz.
Demek buymuş bizim iç dengemiz. 
Bir zigona bakıyoruz bir iç dengemize...
***
Acele etmeyelim birazda gelirlere bakalım, belki orada durum iyidir. 
Efendim devleti alimiz 2012 yılında 279 milyon gelir elde etmiş bunun 82 milyonu KDV den, 71 Milyonu ÖTV den, 39 Milyonu kurumlardan yani patronlardan...
Bütçeye işçiden, memurdan, yoksuldan, işsizden KDV ile ÖTV ile toplam 150 milyon gelir elde ederken patrondan 39 milyon almışız...
2013 de nasıl bir gelir elde etmeyi planlanıyor derseniz, 2013 de de kafa aynı...
KDV ve ÖTV den elde edilen gelirin % 17-18 artması planlanıyormuş. Ancak patronlardan elde edilecek gelirin ise artmasına gerek yokmuş, malum kriz var.  
Yani 2013 de işçiden, emekçiden, yoksuldan KDV+ÖTV üzerinden neredeyse 200 milyar elde etmeyi planlayan hükümet patrondan ise 39 milyara razı... 
Ya ben bu zigonu kırsam mı?
Zigonun ne suçu var?
Hem patron KDV-ÖTV ödemiyor mu?"
***
Bir örnekle bu soruya da cevap bulalım.  
Bir kamu çalışanı ve bir patron 30.000 TL ye bir araç alıyorlar. 
Patronun yıllık geliri 300.000 TL..
Kamu çalışanın ise, abartalım biraz, 30.000 TL... 
Aracın en kaba hesapla 10.000 TL si vergidir dersek. Patron gelirinin otuzda birini, kamu çalışanı ise üçte birini ÖTV ye yani bütçeye aktarmış oluyor. 
Yani KDV'de ÖTV'de gelire değil harcamaya baktığından adaletsiz. 
Zengini koruyor, işçiyi, emekçiyi eziyor.  
İşte bizim dengemiz.
Zigona vur zigona...
Tık tık...
Kim o?
Sağlıcakla...


Kaynak: KESK-AR

Kalabalık yalnızlıklar...


Bir etkinlik yaptığımızda katılım çok olsun isteriz. 
Yazı yazdığımızda; çok yazalım, çok okunsun…
Yemek pişirdiysek; yensin, beğenilsin…
Düğün yapıyorsak, takı kuyruğundan gözü korksun konukların; "Bu kuyrukta takımızı takabilecek miyiz?" diye...
Bizim sendika en çok üyeye ulaşsın...
Kurucusu olduğumuz dernek sözü dinlenen olsun…
***
Hepsi çok masum ve insani isteklerdir bunların.
Ancak dikkat edilmesi gereken önemli noktalar vardır.
Örneğin bir etkinlik yapıyoruz, bir tiyatro gösterimi. 
Etkinliğe katılan insan sayısı kadar o insanların tiyatro izlemenin asgari kurallarına riayet edip etmedikleri de önemlidir.
Hayal edin tıklım tıklım bir salon ancak gürültüden tiyatro oynanması imkânsızlaşmış… 
Bir düğünün takı merasimi çok kalabalık ama takılan ziynetin bir değeri yok...
Sendikanız en çok üyeye sahip ama öyle bir sendikacılık yapmışsınız ki, bir sendika için en ahlaksız tanım olan "sarı sendika" ünvanı çoktan başınıza tac olmuş…
Kurucusu olduğunuz dernek, egemenlere sırtımı yaslayacağım diye yenmedik nane bırakmamış ortalıkta.
Yazı yazıyorsunuz, bir gazetede köşe yazıları… Gel gör ki hepsi arak…hepsi kopyala, yapıştır. 
***
Şimdi yazının buraya kadarını okuduysanız şöyle diyebilirsiniz; "İyi hoşta o kadar çok ki etrafımızda bu gibi dernekler, sarı sarı yandaş sendikalar, hırsız yazarlar, "kalabalıklar "...
Ve biz ne kadar doğru davranırsak davranalım hep onlar "kazanan", hep onlar müdür, baş, başkan..."
Haklısınız onlar başarılı görünürler... ama hırsızdırlar ve mutlaka hırsızlıkları bir gün karşılarına çıkacaktır. 
Evet, onlar; şu etkinliğe, şöyle büyük büyük adamları getirdik diye övünür, o etkinlikle ilgili gazete kupürlerini kesip kesip duvarlarına yapıştırırlar ama her gün daha da yanlızlaşırlar...
Çok görünürler ama gerçekte kuru kalabalıktırlar...
Güçlü görünürler ama en ufak sallantıda darmadağın olurlar. 
Tarih hiç bir yerde onları iyi yazmaz...
Kimse hatırlamaz müdürlüklerini...
İyilikle anılmazlar.
***
Sözün özü; çok olmak başkadır, kalabalık etmek başka...
Çok yazı başkadır, sana ait olan başka...
Güçlü olmak başkadır, doğru olmak başka...
Sağlıcakla...

22 Kasım 2012 Perşembe

Kadın, Yaşam, Eşitlik…


Manisa’da oldukça güzel şeyler oluyor.
Bunlardan bir tanesi de “Manisa Emekçi Kadın Platformu”nun varlığı ve çalışmaları.
Birçok dernek ve siyasi partinin bir araya gelerek oluşturduğu bir zeminde çalışıyor bu platform.
Güç birliği ile oldukça etkili işler yapıyorlar.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele günü çerçevesinde bu hafta oldukça yoğun bir programları da var.
Ben bu hafta, bu anlamda iki etkinliğe katıldım.
Biri SES’in düzenlediği kahvaltıydı ki harikaydı…
Orada çok fırsat olmadı ama yazı aracılığıyla, başta kadın sekreteri olmak üzere, SES kadın komisyonuna teşekkür etmek isterim. Hem katılım hem yapılan konuşmalar oldukça iyidi.
Bir diğer etkinlik ise geçen çarşamba günü Manisa Öğretmenevi konferans salonunda düzenlenen “Kadınlar Şiddeti Konuşuyor” başlıklı ve Eğitim Sen Genel Merkez Kadın Eğitimcisi Burcu Cengiz’in sunumuyla gerçekleşen “Toplumsal Cinsiyet, Şiddet ve İktidar İlişkileri” adlı sunumdu.
Zaten yazının konusu da o sunum ve sunumla ilgili izlenimlerim olacak.
Sunum izlenimlerime geçmeden önce Manisa Emekçi Kadın Platformunun önümüzdeki Pazar günü düzenleyeceği yürüyüş ve basın açıklamasının duyurusunu yapayım.
Yürüyüş Pazar günü saat 13.00 da Eğitim Sen önünden başlayacak. Buradan Manolya Meydanına yürünecek ve bir basın açılaması ile sonlandırılacak.
Ben orada olacağım… 
Eğer yazının buraya kadar olan kısmını okuduysanız ve daha önemli işinizde yoksa sizde gelin derim…
Gelelim yazımızın konusu sunuma.
Sunumu yapan Burcu Cengiz’i kutluyorum.
Oldukça başarılı bir sunumdu.
Kendi adıma çok öğretici buldum. Hatta belki daha söyleyeceği çok şey olmasına rağmen süre nedeniyle özet geçtiği yerler bile oldu.
Benim en fazla dikkat ettiğim yöne ise sunumun başında salondakilere: “Sunuma istediğiniz yerde, hatta beni keserek bile katkı yapabilirsiniz.” denmesiydi.
Eyvah, dedim.
Kötü olur bu kesmek işi…
Çünkü benim sunumlarda en korktuğum şey, kurgunun ve anlatış düzeninin bozulmasıdır.  
Ben daha çok; “Ben sunumumu bitireyim. Sonra soruları, katkıları alırız.” densin taraftarıyımdır.
Benim 'eyvah' tan hemen sonra katkılar gelmeye başladı ve ben işte haklı çıktım, dedim.
Dedim ama birde baktım, öyle olmadı.
Evet, bazen sıkan yorumlar, gereksiz uzun katkılar oldu ama daha önemlisi salon bütün sunumu ilgiyle izledi. Katıldı.
Burcu Cengiz oldukça mütevazi bir şekilde yorumlara kimi zaman müdahale ederek sunumunu bitirdi.
Ben çok beğendim.  
Ancak söylemeden edemeyeceğim.
Sunumun adı “Kadınlar Şiddeti Konuşuyor…” olduğu halde kimi erkekler aldılar sazı ellerine…
Ben şahsen bu noktada erkeklerin daha az konuşan, hatta mümkünse konuşmayan, dinleyen olması gerektiğinden yanayım.
Mümkün mü?
Geçen Çarşamba günü pek mümkün olmadı, ama kadınlar yine olgun davranıp kimseye olumsuz bir eleştiri getirmediler.
Kimi erkek arkadaşlar çoook uzun konuşsalar bile.
İşte  “Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz!” diyenlere inat, kadınlar nerdeyse her şey olduklarını gösterdiler orada…
Hoşgörüyü… birarada barış içerisinde yaşama ve yaşatmanın dersini verdi kadınlar…
Sunumu kadınlar değil de spesifik bir konuyla alakalı olmak üzere erkekler düzenlemiş olsaydı, konu dışına çıkan bir yorumcuyu nasıl sert bir üslupla susturduklarına şahit olurduk…
Ben kadınların; başımızın tacı, çiçektirler, böcektirler vs gibi bir söyleme hoş bakmadıklarını, tek isteklerinin eşitlik olduğunu anladım…
Çok şey öğrendim, faydalandım…
Bu yazı aracılıyla Manisa Emekçi Kadın Platformuna önerim şu olacak, bir söyleşi düzenlensin, sadece erkeklerin katılımı da olabilir, kadınlar erkeklere hoşgörü, barış ve kardeşlik dersi versin.

Sağlıcakla…


















20 Kasım 2012 Salı

Astaneler üzelleşmesin, alkın malı alkta kalsın...

Biliyorum, kamu hastaneler birliği ile ilgili çok yazı yazdım. Ben de bu hafta başka bir konu yazayım diye düşünüyordum.
Hatta konuyu bile belirlemiştim.
Kamu özel ortaklığından bahsedecektim. Ama gelin görün ki mahalleden sürekli görüştüğüm gözmen amca bu planımı alt üst etti.
Kamu özel ortaklığı bir sonraki yazıya kaldı.
Bakın göçmen amca ile aramızda geçen konuşmayı aktarıyorum size.
***
-Meraba…
-Merhaba amca.
-Geçan televizyondaydın. Baktım sana…
-Evet amca.
-Kamu astaneler diylar neyse onu diyıdın. Ne bu beya ben anlamadım. İsteyim bi daha anlatasın.
-Otur amca anlatayım. Devlet hastaneleri varya onları oteller gibi düzenliyorlar. Mesela en iyi hastane aynı beş yıldızlı otel gibi olacak. O hastane A sınıfı denecek. A sınıfı hastaneye çok parası olanlar gidecek. En iyi tedaviyi o hastaneye gidenler alacak, en iyi doktorlar, hemşireler o hastanelerde çalışacaklar. Sonra B sınıfı, C sınıfı. Öyle gidecek.
-Nası beya... otel gibın astane nasıl olacak? Na burada var beş yıldızlı otel ben kapısından bile giremiyım. Astanelerde üle olursa neydeceyik?
-Sende paranın yettiği hastaneye gideceksin.
-İç üle olur mu? İnsan asta olunca ister aynı muameleyi görsün. Zengin ayrı, fakir ayrı olur mu?
-Bana sorarsan olmaz tabi ki. Bende herkesin eşit olması, herkesin kaliteli sağlık hizmeti almasını isterim, ama...
-Vay ki vay. Desena paran yoksa öl diyler bunlar.
***
-Sadece hastalar değil sağlık çalışanları da bu sistemden zarar görecek. Hastane yöneticilerini sözleşmeli yaptılar bile. Zamanla bütün çalışanları sözleşmeye geçirecekler. Sözleşmeli doktora hastaneye para kazandıramazsan az maaş alırsın diyecekler.
-E bu iyi olmuş işte. Çalışan para alsın...
-Haklısın amca tabiî ki çalışan para alsın ama iş öyle değil. Çalışmak değil para kazandırmak önemli olacak.
-U ne demek?
-Bak misal senin bir rahatsızlığın var, hemen ameliyat etmek gerekmeyebilir, belki ilaçla tedavi olabileceksin. Ama o hastane yöneticisi doktor üzerinde öyle bir baskı kuracak ki, doktor seni belki gerekmediği halde ameliyata bile almak zorunda kalacak.
-Bu olmadı işta. İstemiyim ben üle doktor. Beni niya kesacağmış ki…
-Ben kesecek demiyorum. Ama hastaya müşteri olarak bakarsan, gün gelir bunlarda olabilir diyorum.
-Ulmasın. Bunlar olmasın. Erkes insan gibi yaşasın. Bak pazarlar dolıp taşıya..Erkesin yiyeceği ekmek bulunur. Sade para kazanacam diye insanlar kesilmez, günah günah… Astaneler üzelleşmesin, alkın malı alkta kalsın...
***
Ne diyeyim, amca beni zorladı bu yazıya...
Valla bencede günah...
Halkın malı halkta kalsın, özelleştirme olmasın...
Sağlık çalışanları insanca yaşayacak ücret alsın...
Sağlıcakla...


15 Kasım 2012 Perşembe

A, B, D mi diyim, Ceee E mi?


Havalar iyiden iye soğudu…
Ama birkaç aya kalmaz yine ısınacak ve siz bir kaç günlüğüne de olsa tatil yapmak isteyeceksiniz. 
Tercihinizi ne belirler?
Para... mı?
Tabiki para, diyorsunuz...
Haklısınız...
Otel, pansiyon yada bir yazlık kiralanabilir...
Otel olacaksa kaç yıldızlı olacak?
Kim bilir, belki benim yaptığımı yapar ve bir çadır kampında da kalabilirsiniz.
Tercihinizi belirleyen en önemli etmen değişmez...
Para...
***
Beyaz eşya alacaksınız...
Örneğin bir buzdolabı...
A sınıfı, AA sınıfı, A+ gibi seçenekler sunuluyor...
Tercihinizi ne belirler? 
Verimli olması, ergonomik olması, rengi vb. 
En önemli etken... tabiki para...
***
Hastasınız, iyi bir hastaneye gitmek istiyorsunuz...
Eskiden olsa eşe dosta, bir iki sağlıkçı yakına sorardınız.
Ne yapalım hangi hastaneye gidelim, diye...
Ama o günler tarih oluyor...
Bu noktada da tercihinizi belirleyen etmen, maalesef, para olacak...
Otelde tatil yaparken, beyaz eşya, ev, araba alırken yaşadığınız parasal ayrımlar bundan sonra hastane tercihinizi de etkileyecek. 
***
Evet, 3 Kasım 2012 den itibaren hastaneler devlet hastanesi olma özelliklerini yitirdiler. 
Artık onlar Kamu(şimdilik) Hastaneler Birliğinin malı...
Birliğin neredeyse bütün tercihlerini(alım, satım, istihdam) verimlilik, performans gibi cicili bicili sözcükler yönlendiriyor. 
Hastaneleri sınıflara ayırıyorlar...
A grubu hastane= Beş yıldızlı otel...
B grubu hastane= Dört yıldızlı otel...
C grubu hastane:= Üç Yıldızlı otel...
D grubu hastane = Pansiyon...
E grubu hastane= Çadır kampı...
***
Diyeceksiniz ki "Sen zaten tatillerde çadırda kalıyormuşsun, sağlık hizmetini de D ve E grubu hastanelerden alırsın olur biter..."
İş o değil işte...
***
Sağlık en temel insan hakkıdır. 
Misal böbrek sancısı çekiyorsunuz. Bu durumda sırf paranız yok diye sizi tedavi edecek sağlık kurumunun; sağlıksız bir ortamda, kalitesiz malzeme ile bu tedaviyi yapmaya yeltenmesini kabul eder misiniz?  
***
Sağlık hizmetinin yeri başka bir hizmetle doldurulamaz. 
Böbrek taşı tedavisi çok pahalı ben diş dolgusu yaptırayım diyebilir misiniz?
***
Sağlık ihtiyaç duyulduğu anda, ihtiyaca cevap verecek kadar alınması gereken bir haktır. Ertelenemez…
Böbrek sancısı çekerken, tedaviyi ertelemeyi düşünür müsünüz?
Yada böbrek sancımı gidermek için gereken tedavinin yarısını şimdi, yarısını da aybaşında alırım diyebilir misiniz?
***
Bir soru daha geldi aklınıza...
E be kardeşim sağlık hizmeti eskiden daha mı iyi di?
Evet, daha iyi değildi...
Ama daha kötü yapmayalım. Daha iyisi olsun. 
Herkese, eşit, ücretsiz, ulaşılabilir, nitelikli sağlık hizmeti; ihtiyaç duyulduğu anda, ihtiyaç olunan yerde, ihtiyaç duyulduğu kadar; genel bütçeden (vergilerden) sunulsun...
***
Bu mümkün mü?
Elbette mümkün...
Sağlıcakla...

14 Kasım 2012 Çarşamba

Suskun Açlık...



Radyonun sesi kısık... o halde inceden bir türkü duyuluyor... 
Daha doğrusu duyulmuyor da sızıyor...
Önce kulağa oradan yüreğe...
Dost bildiğim ele döndü... diyor Erdal Erzincan...
"Dost bildiğim ele döndü... Ömrüm acı ile geçti...gülemedim amman amman..."
***
Sırrı Süreyya geliyor aklıma..."Ömrünün üçüncü açlık grevinde.." diyorum... ne çileymiş arkadaş... 
İçerden, derinden bir his "O bari girmesin açlık grevine." diyor... da... bir diğeri "Niye?" diye dikleniyor Sırrı sevgime... 
Ve yüzlerce ölüm sınırında tutsağın fotoğrafını düşürüyor aklıma; bir deri bir kemik hepsi...
***
Biri internette paylaşıyor o resmi, bir diğeri "Fotoşop" diye yorum atmış. 
Görüyorum. 
En yakası açılmadık küfürler dilimin ucuna geliyor da değmez diyor vaz geçiyorum son anda... Hadi ordan diye def ediyorum küfürleri kuytu köşelere...
Sonra lisedeyken dahi sevmediğim ve her nasılsa arkadaş kaldığım bir  vatansever(!); destekliyoruz açlık grevini, gebersinler, deyiveriyor, iyi ki de sevmemişim bu oğlanı diye  teselli ediyorum kendimi..
Osman Baydemir'den bir "hassiktir" hediye ediyorum kendisine ve çıkarıyorum tanıdıklıktan...
***
Yüzlerce tutuklu 66. gününde açlık gerevinin...diye yazarken, 67 mi acaba diye geçiriyorum içimden de kendime kızıyorum...
Yıdırım Türker'in ""Düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız..." sözünü de kendime armağam alıyorum. 
En mahçup halimle...
***
Başbakan "Rejime ihtiyaçları vardı." demiş, diye söyleniyor bir arkadaş.. o vakit ona da kendime de patlıyorum;
Bırak başbakanı, biz ne diyoruz, ben, sen, biz... bizimkiler... ne diyor?
***
Bırakalım bu ırkçı hezeyanları, bu yarım akıllı, bu haldan bilmez, anlamazlıkları... tanrı cezasını versin onlarında yorumlarının da...
Biz kendimize bakalım arkadaş...
Biz dostlar, dost bilinenler...
Ele dönmek istemiyorsak... ne diyoruz, bu yaşanan zulme, bu kan kusturucu duyarsızlığa, onu diyelim hele...
***
Bu zor günlerde, bir takım geçmiş günlerin hesabını koymadan masaya, en açık ve dürüst halimizle; en ihtiyaç duyulan anda, zor gün dost gibi davranıyormuyuz?
Biz belirledik mi sözümüzü?
Belirleyip te; yanımızdakine, yolumuzdakine, yoldaşımıza, iş arkadaşımıza, kahvede çay içtiğimiz kişiye, amcamıza, teyzemize, yeğenimize, öğrencimize, hastamıza, oğlumuza, kızımıza, sokaktaki çocuğa, mahalle bakkalına açtık mı konuyu?
Onlara sen bakma başbakana; durum böyleyken böyle, olayın şu yönüde var, dedik mi- diyormuyuz?
***
Yoksa "facebookta paylaştıkya..." mı diyoruz, kendimize, içimize?
Olmadı bir iki eyleme gidip; Kızılayda, Zaferde, Gündoğduda, Taksim Tramvayda sloganları atıp atıpta, sonra suskun ve görevini yapmış halde, en rahat vicdanlarla mı varıyoruz mahallemize... en suskun halimizle mi geçiyoruz o insanların yanından?
***
Biz bu günlerin "suskun dostları" hangi siyasi tahlil temizleyecek yüreğimizdeki korkuyu?
Hangi gün konuşacağızda bu gün susuyoruz?
Canımız cehenneme...

6 Kasım 2012 Salı

Bir KAZ hikayesi...


Bu günden 30-35 yıl önce başlayan serüven nihayet sona eriyor. 
Sağlık; sermayenin, özel sektörün insaflı(!) ellerine, bizzat devlet eliyle, teslim ediliyor.  
Ne demişti başbakan 2005 yılında, bir özel hastanenin açılışında?
“Vatandaşı yolunacak kaz gibi görmeyin.”
Yolunacak kazın hikayesi bilinir ama yeri geldi paylaşalım.
***
Osmanlı hükümdarı yanına iki mabeyncisini alarak Sirkeci'ye gelip bir sandala biniyor. Şanslarına ihtiyar bir kayıkçı düşer.
Yılların tecrübesi ile kayıkcı, yolcularının kimliklerini hemen anlar. Ancak ses çıkarmaz ve işini yapar.
Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya, "Baba, der. 32 ile nasılsın?"
Kayıkçı: 32'yi 30'a vuruyorum, 15 çıkıyor.
Padişah: İşitiliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş, senin evine de giren oldu mu?
Kayıkçı:Bundan iki ay evvel biri girdi. Son günlerde birisi daha dadandı ya. Bakalım ne olacak.
Padişah:Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
Kayıkçı:Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.
Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar.
***
Gel gelelim mabeynciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkâr ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. 
İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. 
Mabeynci: Baba dün Beylerbeyi'ne üç yolcu götürdün. Onlardan ikisi biz idik, seninle konuşan da hünkârımızdı.
Kayıkçı:Bir hatamız mı oldu ağalar?
- Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
- Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
- Haşa! Ancak...
İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığın yönünü Sirkeci'ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
- Sultanımız buyurdular ki, 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır, demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var, onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay 30 gün, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
-Eee?
İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeynci keseye kıyar, ihtiyar devam eder:
- Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani 'kaşık hırsızlarını' kastederek 'Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu?' demek istedi. Ben de 'Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi, diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerîm dedim. Hünkârın hırsızdan kasdı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
Mabeynciler 'Meğer ne kadar basitmiş!' manâsında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
-Ya üçüncü sual ne idi?
İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
-Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arıtırsın, işte sizleri gönderdi.
***
O günden sonra kolay para kaptıranlar için “yolunacak kaz” deyimi dilimize yerleşmiştir.
İşte sayın başbakanda özel hastanelere bir uyarıda bulunuyor ve “Vatandaşı yolunacak kaz görmeyin.” diyordu.
***
O günden bu güne özel hastaneler vatandaşı yolunacak kaz olarak gördüler mi- görmediler mi?
Bu soruya ben yanıt vermeyeceğim. 
Yaşayanlar daha iyi bilir. 
*** 
Gelelim konumuza...
İşte konuşmadan tam yedi yıl sonra Kamu Hastaneler Birliği oluşturuldu ve   bundan sonra kamu hastaneleri de özel hastane mantığı ile çalışacaklar. 
Başlarına da genel sektereterler(CEO) atandı. 
***
Şimdi tek eksiğimiz ise birinin çıkıp; "Vatandaşı yolunacak kaz görmeyin." demesi.
Sağlıcakla...