19 Ekim 2010 Salı

AÇ ÇOCUKLARDAN TASARRUF EDEN SAATLERE

Türkiye’de saat ayarlama uygulaması ne zaman başladı bilmiyorum, ama uygulamaya ait en eski anım, dedemin evdeki duvar saatini geri almamasıydı. Saatin bir saat ileriyi göstermesi hane halkı açısından sorun teşkil etmezdi, bu kolay yapılan bir hesaptı. Arada bir misafirlerin “O saat geç olmuş kalkalım.” dedikleri duyulunca “Yav o saat ileri hele oturun .”denir ve kısacık halledilirdi.
Dedeme saati ayarlama tekliflerim “Elleme” denir geçiştirilirdi. Ellemezdim. Saatin bozulmasından korkardı ve kimseye elletmezdi. Değerliydi bu tür gereçler.
Şimdilerde promosyon olarak dağıtılan duvar saatleri ortamı bu denli Çin’lemişken komik gelebilir ama, o zamanlar öyleydi.
Geçenlerde saatlerin geri alınacağı haberini duyunca dedem geldi aklıma, yaşadıkları, yaşayamadıkları; yaptıkları, yapamadıkları. Sonra günlük telaşlar arasında unuttum gitti. Taki Pazar sabahı (26.10.2008) Radikal gazetesinin birinci sayfasında “Açlığın Pençesinde” başlıklı haberi okuyuncaya kadar. Haberde şöyle deniyordu: “Mersin’de, 12 yaşındaki A.Ö. derste bayıldı. Karnı açtı. Evine gidildi. 14, dokuz ve üç yaşlarındaki S., A., ve F. de açtı. Baba hapiste, anne başka bir şehirdeydi…”
Heberi okuyunca yine küçükken söylediğimiz bir söz geldi aklıma: “Mersin tokatımı yersin.”
Yediğim tokattanmı bilinmez yüzümün kızardığını hissettim.
Eskiye dair hatırladığım anılar, açlıktan bayılan çocuklar ve küçükken söylediğimiz, Mersin’e ait söz üzerine düşündüm bir süre.
Eskiden saatlerimiz bozulur diye korkardık ve ellemezdik. Elletmezlerdi. Ama o vakitler köyümüzde açlıktan bayılan da olmazdı. Yoksul vardı ama bayılmazlardı açlıktan, doyurulurlardı.
Şimdi saatlerimizi bir saat ileri alarak bir milyon kilovat enerji tasarruf ettiğimiz söyleniyor, her yıl daha fazla büyüdüğümüz ve medenileştiğimiz ifade ediliyor ve Gayri Safi Milli Hâsılamız uçuruyor bizi.
Öyle ki ABD de başlayan küresel krizin bile “Allah’ın izni ile” bizi etkilemeyeceği ve ya” çok az etkileyeceği” söyleniyor. Ama gel gör ki 14 yaşında, on iki yaşında, dokuz yaşında, üç yaşında çocuklarımız açlıktan bayılıyor. Ne gam.
Ne büyük laflar ediyoruz oysa yaşamımıza ve çevremize dair. Mücadelelerimiz ne kadarda kutsal ve eleştiriden uzak. O kadar ki işte…
Ondan sonra her şey tuzla buz oluyor ve un ufak ufalanıyor bir gazete haberi ile. “ Mersin tokatımı yersin.” hepsi bu.
Peki, nedir bizi bu kadar kör eden? Bir öğretmenin öğrencisi bayılana kadar onun açlığını hissedememesi nasıl açıklanır? Çocuğu muayene eden doktor “bu çocuk açlıktan bayılmış” dedikten sonra devam edebilmiş midir hastalarına bakmaya? Ve ya hangi ilacı, hangi hastalığa, kaç doz yazabileceğine kafa yorarken toparlayabilmiş midir zihnini?
Sosyal hizmet uzmanları bu gazete haberini okuduk tan sonra sosyal devlet nedir, biz ne yapıyoruz, burası neresi demiş midir?
En önemlisi de öğretmen, doktor, hemşire, sosyal hizmet uzmanı, hâkim, parlamenter saatlerini bir saat geriye aldıklarında o gece aç yatan çocukların, çocuklarımızın açlığının bir saat daha uzayacağını düşünerek vazgeçmişler midir saat ayarlama işinden?
Ne dersiniz, önümüzdeki günlerde insanlığımızı bir nebze geriye alırsak ne kadar tasarruf sağlarız geceleri aç yatan çocuklarımızdan?
Ve belki alıp kitaplığımızdan Rıfat ILGAZ’ın “Çocuklarım” şiirini tekrar tekrar okurmuyuz bir daha unutmamak için? …Kiminiz limon satar Balıkpazarı'nda/ Kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder/ Biz inceleyeduralım aç tavuk hesabı/ Tereyağındaki vitamini/ Kalorisini taze yumurtanın…/ Birlikte neler düşünmedik/ Burnumuzun dibindekini görmeden/ Bulutlara mı karışmadık/ Güz rüzgârlarında dökülmüş/ Hasta yapraklara mı üzülmedik/ Serçelere mi acımadık kış günlerinde/ Kendimizi unutarak…
Sağlıcakla…

Hiç yorum yok: